Bazı olayları “Tarihî bir ana tanıklık ediyoruz” sunumuyla izleriz. Bu sunumla gereğinden fazla karşılaşıyor olsak da en azından belli bakış açıları için kimi olaylar gerçekten de tarihî anlam taşır. Söz konusu olan, aslında belli bir zamanda ve belli bir mekanda gerçekleşen bir olaydır ama iddia edilen şey, bu olayın o zamanı ve mekânı aşan bir niteliğe sahip olduğudur.
Başka deyişle; bir olaya ‘kronolojik bir dizi’ anlamında zamanı ve neredeyse fiziksel gerçekliği aşan bir anlam atfettiğimizde, onu ‘tarihî’ ilan ediyoruzdur. O hâlde zaman ve tarih arasındaki farkta tarif edilmesi gereken bir anlam açığa çıkmıştır ki o olay, ‘tarihî’ sıfatına bürünmüştür. Mekân üzerindeki hareketin ölçülebilirlik ilkesi olarak, yani ‘bilginin kategorisi olarak zaman’ ile ‘insansal eylemliliğin kendisi olarak tarih’ arasındaki farkta, bir olayın tarihîliğini tarif edebiliriz. Zaman niceliksel bir referansken tarih niteliksel alandır; değerler alanıdır, kültür ve anlam alanıdır. Öyleyse bir olayı tarihî yapan şey; taşıdığı anlam, kültüre kattığı değer ya da belki en önemlisi, bir değeri temsil etme niteliğidir. Heredot’a başvuralım: Tarihî eylem, büyük eylemdir ve bir eylemi büyük kılan şey; hatırlanması ve kuşaklar boyunca anlatılabilir olmasıdır. Bir eylemi büyük yapan, o hâlde, seyircinin yargısıdır; çünkü ancak yargı yoluyla bir anlam açığa çıkar ve hafızaya kaydedilir.
Bu uzun giriş, rutin bir turnuva takviminde oynanan ve galibinin kim olacağından daha büyük bir anlam ve ilgiye sahip bir tenis müsabakasının; 2017 Avustralya Açık Finali’nde Roger Federer-Rafael Nadal buluşmasının ‘tarihî’ bir an olarak takdiminin meşruiyetini tartışabilmek için yapıldı. Tenis sporunun içerdiği nitelikleri taşıması bakımından büyüklüğü müdür bunu tarihi yapan, neredeyse tenisi bırakma yaşında Federer’in bir Grand Slam daha kazanması mıdır, çok özlenen ve gerçekleşmesi neredeyse beklenmeyen bir rekabetin sahne alması mıdır, yoksa oyuncuların ortaya koydukları eylem tarzının biricikliği midir? Muhtemelen tüm bunların birleşimi nedeniyle tarihî bir ana tanıklık ettik. O zaman sormak zorundayız: Bir rekabetin sahne almasıyla zamanı aşan, insanlığın ortak hafızasına ve tarih kaydedilen anlam ya da değer nedir?
Büyük eylemler, büyük hikâyelerin yazarlarıdır; her büyük hikâye, bir değeri temsil eder. Bir değerse temsil edilen şey, eylemin anlamı da eyleyenlerin kendi eylemlerine yerleştirdiği amaçla ve bu amacın seyircinin yargısında yol açtığı beğeniyle ilgilidir. Federer-Nadal rekabetinde eyleyenlerin eylemlerine yükledikleri tek amaç kazanmak olsaydı, bu hikâyede bir değer değil de bir ‘güç’ ilanı okurduk. Bir müsabaka karşılıklı hıncı da resmedebilir, kazanma arzusunun hınçla ortaya çıkışını da… Ve biz burada rekabeti değil, bir savaşı seyrederiz. Savaştan farklı olarak rekabet, oyuncular arasında denklik ve saygı ilişkisini ön gerektirir. Nietzsche ile bağlayalım: Hınç; özgür eylemin ya da kendiliği açığa vuran eylemin değil, bir belirlenimden kurtulmaya yönelik eylemin ilkesidir. (Bu nedenle Nietzsche’ye göre; hınçla gerçekleşen eylem, özgür bireyin veya kahramanın değil, kölenindir.)
Kazandıktan sonra Federer’in, gururuna değil de daha çok rakibine duyduğu saygıya vurgu yapması ve maçta Nadal’ın, diğer maçlarda kendisinden görmeye alışkın olduğumuz eril ‘güç’ ilanlarını yapmaktan imtina etmesi, seyrettiğimiz şeyin bir savaş değil; iyi olanın kazanmasının beklendiği bir oyun ve rekabet olduğunu gösterdi. Rekabet ilişkisi, bir karşıtlık ya da antagonistik bir ilişki değildir. Tam tersine, varlıkları birbirlerinin varlıklarına bağlı olanlar arasında gerçekleşen agonistik bir ilişkidir. Rakibi, yok edilecek veya ezilecek bir düşmanmış gibi gördüğünüzde ve bunu sahnelediğinizde, seyredilen şey bir oyun olmaktan çıkar. Bu, rekabetten öte yıkıcı bir savaşa dönüşür ve bu yıkıcılık da oyunun ahlakını ortadan kaldırır. İyiye değil de ele geçirmeye ve tahakküm etmeye yöneldiğiniz takdirde ilan ettiğiniz ilk şey, eşitlik ve denklik ilişkisinin inkârıdır.
Bu ‘büyük’ final, muhtemelen hangi tarz rekabetin daha değerli olduğunu gösterdiği için tarihîydi; Federer 18. Grand Slam’ini kazandı diye değil, eyleme tarzının en yüksek ifadelerinden birini gösterdiği için öyleydi. Kendinden farklı yeteneklere sahip olana saygı duyan, yeteneğin çeşitliliğini kabul eden ve ‘farklı olan’ın dünyamızı genişlettiğine dikkat çeken bir oyuncu; aslında oyunu kahramanlar, yani özgür eşitler dünyasında sahnelemek gerektiğini düşünen bir oyuncudur. Sahneye ilişkin tasavvuru, eyleme tarzına da içkindir. Federer, iyi oynamazsa kazanamaz; çünkü oyunu inat, dayanıklılık ve hınçla belirlenmiyor. Bu ‘iyi’nin kimi zaman güç karşısında yenik düştüğünü de biliyoruz ama her kazandığında, gücün tahakkümünden yorgun düşmüş biz insanlığa, iyi ve güzel olanın da kazanabileceği umudunu aktarıyor. Bu belki de onun oyununun temsil ettiği en yüksek değer; yani gücü nesnelleştirmeyi ilkesi hâline getirmeyenin de kazanabileceğine dair verdiği ışık…
Nasıl olur da fiziksel bir zamanda ve mekanda gerçekleşen bir oyunun aktörü, tüm bunları aşan bir değere sahip olabilir? Üstelik kapitalist piyasanın ağır araçsallaştırması altındaki bir alanda var olan bir sporcu -kendisinin de bu piyasadan epey pay aldığını da kabul ederek- tüm bu araçsallaşmanın dışında, nasıl kendinde ve kendisi için bir anlam açığa vurabilir? Bunların yanıtı, oyunun iyisine olan bağlılıkta bulunabilir. Kendi eylemini, kapasitesini en iyi biçimde açığa vurmak olarak tanımlayan bir oyuncu, aslında oyunun ahlakını temsil ediyordur. Kastettiğim, Federer’in özel ahlakı değil; oyunun ve rekabetin içermesi gereken ahlak.
Bu maçın tarihiliğini sağlayan öznenin sadece Federer olduğunu da söylemek istemiyorum; Federer’e kendi kapasitesinin sınırını gösteren ve onu bu sınırı aşmaya zorlayan bir muhatap olarak Nadal’ın da bu rekabetteki önemli malum. Oyuna içkin birçok değeri temsil ettiği, dayanıklılığı, hızı, direnci ve tenis sporuna özgü birçok kaliteyi temsil ettiği açık ve ‘özel’ bir yere sahip olduğu da kesin. Ancak her koşulda, Nadal’ın oyunu güce dayalı. (Bir gücün sınırları her zaman daha güçlü olmaya yönelmenin kendisindedir ve bu çoğunlukla yıkıcıdır.) Belki de bu yüzden hep özlenen ve istenendir Federer-Nadal oyunu; çünkü gücün daha yüksek temsilleri var sahnede. Ancak yine de ‘iyi’ oynamaya bağlılığı ilke edinmiş bir oyuncu olduğu için, sadece kazanmayı değil de aslen oyunda olmayı amaç bellediğini her fırsatta gösterdiği için ve en önemlisi de oyununda ‘biricik’ olan bir nitelik bulunduğu için, bu rekabete rengini veren Federer’dir.
Eğer Federer kendi zamanını aşan, tarihe kaydedilen bir oyuncuysa (ya da öyle olacaksa) onun oyununun temsil ettiği bu biricikliğin ne olduğunu belirlemek gerek. Başkalarında olmayıp onda olan şey nedir? Sanırım onu seyrederken duyduğunuz hazzın, bir sanat eserinden duyduğunuz hazza yakın olması; kendine özgü, biçimlendirilmemiş, aksine ancak eylem sırasında görünür olabilen özgür bir performans seyretme hazzı. Oyunun düzenine göre hesap yapan bir akılla değil de estetik bir görüyle kapasitesini ortaya koyan bir oyuncunun performansını izlemenin seyircide uyandırdığı yargının tek ifadesi var sanırım: Güzel.
Karanlık zamanlardan geçerken güzeli görme şansını yakalamak ve iyinin de kazanabileceğine şahit olmak, kimi seyircide başka bir dünyanın mümkün olduğu duygusunu bile uyandırabilir. Ki Federer, sırf bunun için bile tarihe yazılabilir ve zamansız ilan edilebilir.
*Bu yazı Socrates’in Mart 2017 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.