Aslında her şey klişe bir şekilde başlamıştı. Anfield Road’un kapısındaki görevliye öğrenci olduğumuzu ama kartlarımızın yanımızda olmadığını söylemiş, buna rağmen bize verdiği indirimi şükranla karşılamıştık. Futbolla ilgili hemen her insanın yurt dışı seyahatlerinden birini stat gezisiyle süslemesi çok sıra dışı bir tercih sayılmazdı zaten. Müzeyi gezecek, Liverpool’un efsanelerinin öykülerini dinleyecek, fotoğraflara ve filmlere göz atacak, arkasından anlamsızca soyunma odasından çimlere çıkacak, burada oynayan bir futbolcu olmanın ne kadar özel bir şey olduğunu hayal edecek ve bunu asla gerçekten tadamayacağımızı unutacaktık.
Adet olduğu üzere görevliler de bu seyahati daha anlamlı kılmakla yükümlüydü. Onlardan birisi Bill Shankly’nin başlattığı bir geleneğin yıllar sonra Rafael Benitez tarafından nasıl canlandırıldığını anlatıyor, iki dakika sonra Pepe Reina’nın saç kurutma makinalarına ne kadar tutkulu olduğundan söz ediyordu. Şimdi, soyunma odasındaydık ve herkes Steven Gerrard’ın formasının asılı olduğu noktaya bakıyordu. Burada fotoğrafı çekilecek bir sürü anlamlı şey vardı. Mesela sahaya çıkan koridorun başındaki ‘This is Anfield’ yazısı gibi… Lâkin 8 numaralı forma en değerlisiydi. Bütün turistler gibi sırayla oraya geçiyor, pozumuzu verdikten sonra çimlere çıkıyorduk. Anlatılan hikâyeler de hâlâ bizimle birlikteydi. Fakat bu kez ton değişmişti. Görevlilerden birisi stadyuma dair kilitli bilgiler veriyordu; burada şu meslek grubu oturuyordu, şurada şu marş söyleniyordu. Aynı görevli, birkaç saniye sonra, şikayet eder tarzda şunları ifade edecekti: Şu karşıda da localarımız var, çok az ve darlar, Manchester United yeni localarından tonla para kazanırken biz şununla yetinmek zorundayız…
Bu cümleler o an kafama takılmıştı. Bir yandan önemli bilgiler edindiğimizi düşünüyor, bir yandan da “Sırası mı şimdi?” diyordum. Zira bu gezinin amacı, yolu Anfield’a maç günleri dışında düşen her fani gibi, özel bir tarihin parçası olduğumuzu hissetmekti. Bu tarihi yaşayamamıştık, şanslı olanlarımız tek kanallı siyah-beyaz televizyondan o dönemleri izleyen büyüklerinden bazı hatıralar dinlemişti, yine de bir noktadan o mazinin parçası olduğumuzu hissediyor, hiçbir şey olmasa bile Liverpool müzesinde ayrı bir salon ayrılan 2005’teki o İstanbul akşamının bizi bu geçmişe bağladığını hissediyorduk. Loca fiyatları ve öteki kulüplerin güncel başarıları biraz daha bekleyebilirdi.
Belki de bekleyemezdi.
Steven Gerrard da bu bağlantı merkezinin tam ortasında yerini almıştı. Daha yirmili yaşlarının başındayken etrafında büyük bir anlatı yaratılmıştı. Premier Lig tarafından pazarlama çağının göbeğine konulmuş, değişen dünyada ve vahşi kapitalizmde “bizim çocuk” imajının kahramanı olmuştu. Ama sadece bir imajdan ibaret değildi. 18 yaşındayken, aslında bir sağ bek arayışında olan Gerard Houllier tarafından akademide keşfedilmiş, 89. dakikada oyuna girdiği ilk profesyonel maçta kendi ifadesiyle “Kim bu çocuk?” bakışlarıyla karşı karşıya kalmış ama kısa sürede taraftarın sevgilisi olmuştu. Çok hızlı ve sertti, uzaktan şutları görkemliydi, onunla beraber oynayanların anlattığı üzere A takımla antrenmana ilk çıktığı günden itibaren yaşından çok daha olgun bir görüntü çizmişti ve geleceği parlaktı. En önemlisi de Liverpool’da doğmuş büyümüştü; aksanı, aile yaşantısı, hâl ve hareketleri Anfield Road’u dolduran yüzbinlerce insana yabancı gelmiyordu.
Köprü olduğu tek nokta bu da değildi. Gerrard’ın çıkışı başka bir bağlantıyı da beraberinde getiriyordu. İngiliz gazeteci Barney Ronay’in altını çizdiği üzere genç oyuncu ilk dönemlerinde orta sahada Steve McManaman’ın yanında yer almıştı. McManaman ilk maçına çıktığında Ian Rush’ın sürüklediği bir takımın parçasıydı, Ian Rush ise ilk maçında Phil Neal ile aynı formayı terletiyordu. Neal, Ian Callaghan’la birlikte oynamıştı. Callaghan’ın yerini aldığı Billy Liddell ise belki de Liverpool tarihinin en büyük figürü Bob Paisley ile yan yana forma giymişti. Gözünü kapatıp ondan geriye bu çizgiyi çekebilen bir taraftar tarihi yakınında hissedebilirdi. Gerrard da genç yaşta maharetlerini sergilemiş, bu kulübün gelmiş geçmiş en büyüklerinden biri olacağını kanıtlamıştı.
Bütün bunlar Steven Gerrard imajının oluşmasına katkıda bulunuyordu. Fakat bir yandan da büyük bir baskıyı beraberinde getiriyordu. Son şampiyonluğunu bir başka efsanesi Kevin Dalglish’in antrenörlüğünde 1990’da kazanan Liverpool, bir geçiş dönemindeydi. En azından öyle olduğunu, bugünlerin de geçeceğini hissediyorlardı. Bulundukları lig ve atmosfer değişmiş, rakipleri kendini yenilemiş, Kırmızılar ise oldukları yerde kalmıştı. Geçmişleriyle gurur duyarken geleceğe dair umutlu olmayı sürdürüyorlardı. Bugün bir süre daha gözardı edilebilirdi. Manchester United’ın kupalar konusunda onlara yetişmesine daha çok vardı. Yani, şimdilik.
Aynı geçiş dönemi Robbie Fowler, Steve McManaman gibi efsanelere ev sahipliği yapmıştı. Ama onların başarıları değil; tavırları, stilleri, karizmalarıydı bu statüyü getiren. Lig mücadelesinde de Avrupa’da da kulüp eski günlerin uzağındaydı. Daha sonrasında Michael Owen önderliğinde yeni bir nesil ortaya çıkmıştı. Owen, altyapılarda neredeyse 13 yaşından beri bir yıldızdı ve ismi o günlerde Gerrard’ın çok önündeydi. Fakat Real Madrid’e gidişi ve tepetaklak olan kariyeri işleri onun adına kolaylaştırmamıştı.
Steven Gerrard kalmıştı ama onun için de işler hiç kolay değildi. Liverpool, Jamie Carragher gibi başka hemşehrilerine de büyük bir sevgi besliyordu ama Gerrard’ın konumu hepsinden daha farklıydı. Ona kurtarıcı gözüyle bakılıyordu ve bu ağır bir yüktü. Yıldız oyuncunun ilk otobiyografisini okuyanlar, üzerinde baskıyı anlattığı satırların çokluğuna şaşırmıştı. Genelde sporcuların kendi imajları için çıkardıkları o yaşam öyküsü kitaplarından birinde bu kadar içsel, ruh halini anlatan cümleye yer vermesini garipseyenler olmuştu. Gerrard resmen başarısızlığının hesabını veriyor, üzerindeki baskının büyüklüğünü anlatmaya çalışıyor ve bunu yaparken hep aynı cümleleri kuruyordu: “Kötü hissediyordum, kafam karışmıştı, aklım dağınıktı..” Eight by Eight yazarı Ken Early, oturup bu cümleleri listelemiş, aynı kitabın 10 farklı yerinde Gerrard’ın gözyaşı döktüğünü tespit etmişti. Bütün bunlara karşın, kimilerine göre kariyerinin en unutulmaz anlarından biri olan, Liverpool formasıyla attığı ikinci gole (Sheffield Wednesday) sadece bir satır ayırıyordu.
Daha sonra, 2015’te Steven Gerrard’ın ikinci otobiyografisini yazma şerefine nail olan Güney Afrikalı gazeteci Donald McRae de buna şaşırmıştı. Belki de yıldız ismin kayan ayağı yüzünden kaçan Premier Lig şampiyonluğunun üzerinden çok geçmemişti ve ikili bu kitap için çalışmaya başlamıştı. McRae, buna rağmen Gerrard’ın 2005 finalinden daha çok o karanlık andan bahsetmeyi istediğini görmüş, şunları yazmıştı: “O gün öğrendim ki Steven Gerrard geçmiş ıstıraplarından saklanmayan biri. Bana, Chelsea maçından sonra arabasının arka koltuğuna oturup ağladığını anlattığı, sürükleyici bir ilk röportaj verdi. O kadar çökmüş hissetmiş ki, üç kızının onu bu şekilde görmemesi için eşi Alex’e, acısını yok etmeye çalışmak üzere evden uzak, sakin ve sessiz bir yere gitmeleri gerektiğini söylemiş. Mağlubiyetin çaresizliği kadar zaferin coşkusunu da bildiğini kendine kabul ettirmeden önce o birkaç günün ne kadar zor geçtiğini anlattı bana.”
Yirmili yaşlarının başındaki Steven Gerrard’ı izlemek sadece Liverpool’da yaşayan Anfield Road müdavimleri için özel değildi. Aynı yıllar, 2000’lerin başına denk geliyordu. Premier Lig müthiş pazarlama gücü ve İngiliz dilinin hegemonyasıyla bütün futbol pazarının tepesine dikilmişti. Dünyada futbol konuşulan hemen her ülkede gidişat böyleydi ve Türkiye de istisna değildi. Belki de 1990’larda yıldızlarının çeşitliliğiyle öne çıkan Serie A’nın güç kaybıyla birlikte İngiltere Lig zirveye kurulmuştu. NTV’nin başarılı yayınları, yığınla futbolseverin radarına giriyor ve “İşte Premier Lig bu” seslerinin eşliğinde birçok taraftar kendine kulüp buluyordu. Arsenal bir hayli popülerdi, Manchester United’ın zaten her zaman çok seveni vardı, Jose Mourinho’nun karizmasıyla ve yükselişiyle birlikte Chelsea de zirvedeki yerini almıştı. Bütün bu seçenekler arasında Liverpool’u tercih etmek mantıksız görünüyordu. Ama birçokları bunu seçiyor ve arkasından da her sene “Bu sene o sene” muhabbeti yapıyordu. Bu da doğal olarak alay konusu oluyor, Türkiye’deki Liverpool taraftarları bir dalga objesi hâline gelmeye başlıyordu. Değişmeye başlayan futbol yazınının ve blog kültürünün de bunda etkisi vardı. Bu ilgi, tepkiyi de beraberinde getiriyor, Liverpool’u tutanlar futbol romantikleri olarak bir büyük torbaya konulan yığının arasında en büyük hedef tahtası oluyordu.
Oysa her takımı tutarken yaşanabilecek süreç burada da geçerliydi. Tutmayı da geçelim, herhangi bir yıldıza ya da ekibe sempati duymanın gerisinde yatan karmaşık süreç burada da geçerliydi. Kimileri babalarından dinlediği öykülerin etkisiyle kırmızı formaya sevgi duyuyordu, kimileri herhangi bir oyuncuyu duyduğu ilgi nedeniyle takımla bağ kuruyor, kimileri de işçi sınıfı romantizmiyle Liverpool’u farklı bir noktaya koymaya başlıyordu. Bunlar belki onlarca farklı nedenden sadece üçüydü. Mesela kişisel olarak ben tamamen 1998 Dünya Kupası’nda Arjantin’e attığı golün de etkisiyle, Michael Owen aşkım yüzünden bu seçimi yapmıştım. Bu ilgim Liverpool’un Alaves karşısında 5-4 kazandığı 2001’deki sıra dışı UEFA Finali ile tavan yapmış, Owen’ın ayrılmasıyla da herhangi bir zarar görmemişti. İstanbul’daki Şampiyonlar Ligi Finali’nden sonra ise ortada sorgulanacak hiçbir şey kalmamıştı. Liverpool’u tutmak, belki de yaşayabileceğim en güzel spor deneyimini beraberinde getirmişti.
Böyle bir kupanın bütün tartışmaları bitirmesini beklersiniz. Fakat tam tersi oldu. O finalin ikinci yarısında inanılmaz bir oyun ortaya koyan, kimilerine göre İngiliz spor tarihinin en büyük başarılarından birinin başrolü Steven Gerrard, o maçtan sonra daha büyük tartışmaların odağı oldu. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir grup insan, onu gelmiş geçmiş en büyük orta sahalar arasında sayıyor; sadakatini, karakterini, azmini övüyordu. Öteki grup ise abartılan bir futbolcu olduğunu belirtiyor; kazandığı kupaların azlığından dem vuruyor, onunla aynı dönemde forma giyen başka Britanyalı futbolcuların elde ettiği başarıları daha kıymetli görüyordu. Müzesi kupalarla dolu olan, Avrupa tarihinin en başarılı kulüplerinden biri olarak kabul edilen Liverpool’un belki de en unutulmaz kaptanı, kupa kazanamadığı için eleştiriliyordu. Tarihle ve şehirle kurduğu köprü, onun aleyhine işliyor; imajının temeli olan sadakat, etrafında yaratılan gerilimin de kaynağı oluyordu.
Bütün bu bağlantı ve gerilim, 27 Nisan 2014’ü bize getirdi. O günün aslında tüm dünyada yıllardır bu anı bekleyen Liverpool taraftarları için kutlama zamanı olması planlanmıştı. Liverpool, çeyrek asırdan fazladır alamadığı lig zaferine doğru ilerliyordu ve Chelsea maçı bu yoldaki en büyük eşikti. Ama o gün hiç beklenmedik bir şey oldu. Zaten biliyorsunuz; ilk yarının sonunda, uzatma dakikalarında savunmadaki son adam olan Steven Gerrard’ın ayağı kaydı. Kaçırdığı top Demba Ba ile buluştu ve yenilen gol, haftalardır kurulan hayalleri de paramparça etti.
O an, sadece o maçla kalmadı, Gerrard’ın kariyerinin baş köşesine de kuruldu. Ayağının kayışı tezahüratlara konu oldu, bir sene boyunca gittiği her yerde, aynı marşlar 8 numaranın peşini bırakmadı. Gerrard, Liverpool’dan ayrıldığını ve Los Angeles Galaxy’ye gittiğini açıkladığında da benzeri cümleler kuruldu. Hatta geçen hafta, futboldan emekli olduğunu ifade ettiğinde de aynı hata gündemdeydi.
Buna kızabilir, efsanelerin geçmişlerinin temiz kalması gerektiğini savunabilirsiniz ama yapacak çok da bir şey yok. O hata da artık bu görkemli mirasın bir parçası ve aslında, biraz daha derinlemesine düşününce böyle olması kadar doğal bir durum yok. Zira attığı son dakika golleri, uzaktan füzeleri, 2005 finalinde başlattığı geri dönüş ya da sahadaki kusursuz performansları nasıl 17 yıllık pür Gerrard deneyimini bize anlatıyorsa o hata da aynısını yapıyor. O, kariyerinin başından itibaren süper bir futbolcu olmayı başarmıştı ama öyküsü asla bununla sınırlı değildi. Gerrard, bir köprü olduğu kadar bir gerilimdi; bir kazanan olduğu kadar bir kaybedendi; artıları kadar eksileri de vardı ve baskı bazen onu da paramparça ediyordu.
Bu sadece onun hikayesi değildi aslında, Liverpool’un da hikayesiydi. Evet, Kırmızılar efsanevi bir tarihe ve mirasa bağlıydı, şehirleriyle ve insanlarıyla kurdukları bağlantılar benzersizdi ama bütün bunlar bugünü tam olarak kurtarmaya yetmiyordu. Bu kulübü sevecekseniz buna alışmak da zorundaydınız. Liverpool artık çok fazla şey kaybediyordu; bazen sahada, bazen ise loca savaşlarında. Kulaklarınızı tıkayıp müzeyi gezebilir, eski başarıların görkemini sonuna kadar anlatabilirdiniz. Ama o ses oradaydı, size anlatmak için orada bekliyordu, her zaman da orada olacaktı. Ve ne olursa olsun, bazen mağlubiyetlerden bahsetmek, zaferlerden konuşmak kadar değerliydi. 17 yıllık Liverpool kariyeri Steven Gerrard’a belki de en çok bunu öğretmişti. Ve evet, hayatının en önemli anlarından birinde kayıp düşmüştü.