Efsane Steve Davis’e ulaştığımda henüz nasıl bir röportaj yapacağımızı pek kestiremiyordum. Evet, talebimi kabul etmişti ama onu bulmuşken soracak ne çok şeyim olduğunu sanırım bilmiyordu. Gülümseyen ses tonuyla, “2021’e kadar vaktim var” dediğinde derin bir oh çektim. Sohbet ilerledikçe ne özel bir karakteri olduğunu, spora neler kattığını ve şimdilerde emekli olsa dahi neler katmaya devam ettiğini gördüm. Hem karşılaştığı herkesi paramparça eden şampiyon Davis’i hem ikinci baharında maçlardan ziyade kalpleri kazanan Davis’i dinledim. Bu esnada kendimi yeşil çuhanın tarihinde zaman yolculuğu yaparken buldum. Şimdi sıra sizde…
Steve Davis’in hikâyesini Bill Davis olmadan anlatmak mümkün olmasa gerek. Bize babanızın snooker tutkusundan bahsedebilir misiniz?
Babamın otuzlu yaşlarında, yani 1960’larda tahmin edersiniz ki eğlenmek ve sosyalleşmek adına yapılabilecek şeyler son derece kısıtlıydı. Britanya’daki işçi sınıfı için bu açığın kapandığı yerler de sosyal kulüplerdi. Babam yerel kulübünde vakit geçirme amaçlı snooker ve dart oynayarak bu tutkuya sahip oluyor. Aslında dartta daha iyi fakat bir noktadan sonra atış mekaniğinde sorun yaşayıp snooker’la yakından ilgilenmeye başlıyor. İşi hiç kolay değil çünkü etrafta ne kendini geliştirmesini sağlayacak bir kaynak ne de iyi oyuncular var. Dürüst olmak gerekirse yeteneği de sınırlıydı ki belli bir seviyenin üzerine hiç çıkamadı. Örneğin yaptığı en yüksek seri 58’di. Ben hayatına girip snooker’a ilgi göstermeye başlayınca nasıl memnun olduğunu hatırlıyorum. Bir anda aynı ilgi alanına sahip olmuştuk. Ebeveynlerim snooker’ı zararlı bulmak yerine oynamama izin veriyordu. Herhalde tam tersi örnekler daha fazladır, ben bu açıdan şanslıydım.
‘İncil’ şeklinde tanımladığınız, oyunun öncü ismi Joe Davis’in How I Play Snooker kitabını o günlerde mi çalışmaya başlıyorsunuz?
Az önce kaynak yok demiştim ya, snooker’a dair bir şeyler öğrenmek çok zordu. Mesela en iyi oyuncuların nasıl oynadığını gösteren video kayıtlarına, görsel külliyata sahip değildik. O günlerde teknik detaylar konusunda tek rehberimiz bu kitaptı. Yazılı metinden snooker öğrenme işi de göründüğü kadar kolay değildi. Kendi dilimde okuyor olsam dahi onu idrak edip hayata geçirme noktasında zorlanıyordum. Yapabileceğimin en iyisini yaptım ben de. Tabii kitaptan bağımsız olarak zaten epey iyiydim, eğer orada anlatılan mükemmel teknik üzerine çalışmasam da pek fark etmeyebilirdi. Ancak iyi ki bunu yapmışım. How I Play Snooker‘ın günümüz oyuncuları için bile geçerli bir kaynak olduğunu düşünüyorum.
Dönemi için devrimsel olan kusursuz vuruş tekniğinizi kitaba borçlu olduğunuzu söylemek yanlış olmaz herhalde…
John Spencer, Alex Higgins, Ray Reardon gibi yetmişlerin en iyi oyuncularının dahi teknikleri problemliydi. Bu isimlerin hemen hepsi çok önemli bir hata yapıp vuruş esnasında kafa ve vücutlarını oynatıyorlardı. Sadece bu sebepten dahi Joe Davis’in yazdıklarının epey faydasını gördüm. Gerçi onun siyah beyaz görüntülerini izlediğimde kendisinin de neredeyse hiç sabit durmadığına tanık olmuştum. Herhalde “Dediğimi yap, yaptığımı yapma” diyordu bize. Ben de onu dinleyip vuruşta sabit olma hususu üzerine takıntılı şekilde gittim. Şimdilerde aşağı yukarı her oyuncu vuruş esnasında heykelmişçesine sağlam duruyor.
Bay Davis’le tanışma şansınız oldu mu?
Ben çok gençken o çok yaşlıydı ve beni tam anlamıyla oynarken izleme şansı bulamadı. Ama bir keresinde aynı tuvalette bulunduk. İlk Masters turnuvalarından bir tanesiydi; ya 1976 ya da 1977 senesi… Ben arkadaşlarımla seyirci olarak katılmıştım, Joe Davis ise organizasyonun onur konuğu olarak oradaydı. Artık son derece yaşlanmıştı, yanında ona bakan birkaç kişi daha vardı. “Aynı tuvalette bulunduk en azından” derim hep. Elini sıkmayı da çok isterdim ama malum, ellerimizin buluşması için en ideal yerde değildik.
Yetmişli yıllarda, snooker’ın kısa süre sonra nasıl patlayacağına dair tahmininiz var mıydı? Müthiş yeteneğinizin yanında doğru zamanda doğru yerde olduğunuzu da söylemek mümkün…
Biz sadece oyunu seven bir grup insandık ve snooker’ın böyle patlayacağını elbette tahmin edemezdik. Hatta şöyle söyleyeyim, snooker o denli büyük olana kadar burnumuzun dibindekini görememiştik. BBC’nin dünya şampiyonasını iki haftalık tam haliyle yayımlama kararı vermesi bir numaralı etken oldu. Geçmişte tek frame’lik Pot Black turnuvası yayımlanırdı, kendi çapında da kitlesi vardı ama 17 gün bambaşka bir şey. Wimbledon uzunluğundaki bir snooker organizasyonunun ilgi çekebileceğini o zaman gördük. Snooker’ı televizyonda denemeye değer bulup risk alan kanal yöneticileri büyük alkışı hak ediyor. Eğer ilk tepkiler kötü olsa muhtemelen o kadar ekran süresi bulamazdık ama insanlar bayıldı. Bence bu şaşırtıcıydı çünkü snooker doğası gereği sporların en hızlısı, en akıcısı değil; en büyük gücü ise dramaya sahip olması. Snooker’ı hep iyi bir kitaba benzetmişimdir çünkü izleyiciyi içine çektiği zaman hikâyenin akışına hapsedebilir. Seksenli yıllarda Britanya’nın snooker’la ilişkisi böyle gelişti. Evet, doğru zamanda doğru yerdeydim. Barry Hearn de öyleydi…
Günümüzde dünyanın önde gelen spor organizatörlerinden biri olan menajeriniz Hearn sık sık, “Steve olmasa bulunduğum yere gelemezdim” diyor. Siz onun hakkında neler söylersiniz?
Barry’yle birbirimizi, ikimizin de hangi yöne gideceğimiz hakkında fikri olmadığı bir dönemde bulmuştuk. Bambaşka karakterlerdik ve köşemde onun gibi bir arkadaşa, menajere sahip olmak harikaydı. Ben çok utangaç, içine kapanık, snooker’a odaklı bir çocuktum. O renkli, sosyal ve girişkendi. Soyunma odasındaki psikolojik varlığı mühimdi. Menajerlik becerileriyle bana kendimi daha önemli hissettiriyordu. Ben de masada üzerime düşeni eksiksiz yapmayı sürdürdüm, standardımı pek düşürmedim. Bu sayede onun elinde satabileceği kaliteli bir ürün oldu. İlk etapta ne olacağını pek kestiremezken gösteri maçları, televizyon şovları, reklamlar derken yepyeni bir dünyanın kapıları açıldı. Barry olmadan bunları asla yapamazdım.
Son on senede Barry Hearn idaresinde bulunan snooker’ın güncel gidişatını nasıl değerlendirirsiniz?
Snooker’ın Barry’nin kişisel yolculuğunda önemli bir rolü var. Oyuna geri dönmüş olması da bu bağlamda çok önemli. Biz de oyunun tamamını ona emanet etmekten mutluluk duyduk. Benzer başarılı işleri dart için de yaptı. Harika bir satıcı ve elindeki ürünlerin işleyişlerine son derece hâkim. Snooker’ın kaliteli ama doğru yönetilmeyen bir ürün olduğunu biliyordu. Yeteri kadar oyuncu, sıkıntılarını dile getirmeye başlayınca, genel bir isyan hali olunca, Barry şansını denemeye karar verdi. Seksenler ve doksanlarda da aynı sorunları yaşamıştık. Başımızda dar zihinli insanlar vardı ve oyunu onlar yönetmeye çalışıyorlardı. Barry ise fırsatların farkına varan, geniş görüşlü biri. Gerçek bir girişimcinin işin başına geçmesi meyvelerini verdi. Snooker artık tam anlamıyla globalleşiyor ve bu dünya şampiyonası gezegenin her noktasından bir şekilde izlenebilecek.
Peki snooker’ın Britanya’da milyonları peşinden sürüklediği yılların, yani seksenlerin bir numaralı figürü olmak yerine şimdinin yıldız oyuncusu olmayı tercih eder miydiniz?
Şu anda snooker için çok heyecan verici günler yaşıyoruz. Sporumuz muhtemelen dünya çapında hiç böyle popüler olmamıştı. Oyuncu olarak bugünlerde dünya şampiyonu olmak daha arzulanası bir şey çünkü gerçekten tüm dünyanın şampiyonu oluyorsunuz. Ben seksenlerde çok daha küçük bir grup ülkenin dünya şampiyonuydum. Şimdilerde zirvede olmak harika ama bir yandan da daha zorlu olurdu. Artık benim zamanıma kıyasla sayıca fazla üst düzey oyuncu var.
Sizi döneminizin en iyisi ve tarihin en iyilerinden yapan kazanma içgüdüsünden bahsedelim… Roger Federer, Tiger Woods, Michael Schumacher veya Steve Davis gibi ‘kazanma makinesi’ olmanın yolu nedir? Mesela bir seferinde “Masada zorba olmaktan hep keyif aldım” demiştiniz, işin sırrı ‘zorbalık’ olabilir mi?
Burada tek bir karakter ya da karakter özelliğinden bahsetmek güç. Adını koymakta zorlandığım bir şeye sahip olmak lazım. Belki daha evvel dediğim gibi, zorbalık şeklinde tanımlayabiliriz. Ayrıca geçmişe ya da geleceğe pek bakmamak gerekli ki bunun kazanılması kolay bir şey olduğunu düşünmüyorum. Gerçi spor psikologları artık insanları bu konuda eğitebildiklerinden bahsediyor ama o an olduğunuz yerde ve anda kalmak tahmin edilenden güç. Az önce tek tip bir karakter yok demiştim ama tek tip bir konsantrasyon var. Yani o bahsettiğin seviyedeki sporcuların hemen hepsi bu çelik gibi odaklanmaya sahip. Ayrıca ilginin merkezinde olmaktan keyif almak lazım. Son olarak, insanların ne dediğini önemsememek var çünkü eğer zirvedeyseniz kaybetmenizi isteyenler olacaktır. Bunu önemsemeyip anlayabilir ve hatta tadını çıkarabilirsiniz.
Aklıma The Rack Pack‘ten bir sahne geldi. Gösteri maçında rakibiniz olan çocuğu gerçekten ağlattınız mı?
Açıkçası o an tam olarak gerçekleşti mi gerçekleşmedi mi hatırlamıyorum ama benzerlerini yaşadım. Bazen gösteri maçlarına gidersiniz ve bu maçlar sadece eğlenmek içindir. Karşınıza genelde oynamak isteyen biri çıkar ki bazen bu kişi küçük bir çocuktur. Sorun şudur ki o çocuk genelde oynayamaz. Öyle ki, arka arkaya iki pot dahi yapamaz. Günün sonunda sizin tüm topları cebe atmanız gerekir ki iş bitsin. Siz potları yapmaya başlayınca seyircilerden biri “Çocuğa izin ver de biraz oynasın” diye bağırır. Sanki az önce o şansı vermemişim gibi… Muhakkak bir noktada frame’in bitmesi için o potları yapan kişi olmuşumdur. Bu da snooker’ın hikâyeler tarihine, ‘çocuğun oynamasına izin vermeyen acımasız piç’ olarak geçmeme neden olmuş olabilir.
BBC’nin seksenlerdeki çılgın snooker atmosferini anlatan The Rack Pack filmi hakkında yorumlarınız nedir?
Dönemi yansıtma hususunda yapılmış oldukça eğlenceli bir deneme diyebilirim. Belki tarihsel olarak yüzde yüz isabetli değil ama ağızda bıraktığı lezzet güzel. Bu tip filmleri ilgi çekici kılmak için işin drama tarafına çalışmanız gerekiyor, bu yüzden de bazı olayların olduğundan daha farklı yansıtılması söz konusu. İçinde benim olduğum bölümlerde yaşanan olayların doğruluğu ya da yanlışlığı üzerine konuşabilirim ki hiçbirine ciddi itirazım olmaz. Neden yapmasınlar ki? Ortaya gayet eğlenceli bir iş çıkarmışlar. Mesela o süt içme mevzusu var; ben her gece süt içmiyordum ama senaryoya bunu güzelce yedirmişler ve komik olmuş. Dediğim gibi, hikâyeler kötü değildir.
O zaman bize 1985 Dünya Snooker Şampiyonası finalinden bir hikâye anlatır mısınız? Mesela 9-0 öne geçmek üzereyken deneyip kaçırdığınız yeşil top…
Ahhh… Doğru söylüyorsun, tarihin en ünlü maçında yaptığım hatalardan biriydi bu. Gerçi koca maçı birkaç topa, vuruşa indirgemek zor ama o yeşili düşününce aklıma Rastlantının Böylesi ya da Kelebek Etkisi filmleri geliyor. Eğer orada riskli potu denemek yerine güvenli oynasaydım ne olurdu sorusunu hâlâ kendime sorarım. Gerçi şu açıdan da düşünebiliriz; o frame’i kaybettiğimde skor sadece 8-1 oldu ve bu dünyanın sonu değil. Maçı kaybetmemin nedeni daha çok Dennis Taylor’ın mücadelesiydi. Yaşanan ise ne kadar önde olursanız olun çizgi geçilmeden kazanmış sayılmayacağınızın kanıtıydı. Konsantre olmayı bırakır, endişelenmeye başlarsanız skor ne olursa olsun başınıza bunlar gelebilir. Maraton koşarken aklınız sadece finişte olmalı. Gerçi o finali ve hemen ardından 1986’dakini kaybettikten sonra üç Crucible şampiyonluğu daha kazandım. O kadar endişelenecek bir şey yokmuş demek ki. En azından Hendry gelene kadar…
Stephen Hendry, 1986’da o henüz 17 yaşındayken oynadığınız gösteri maçları serisini hiç unutmadığından bahseder. Hatta onu öyle farklı skorlarla mağlup etmişsiniz ki kaybetmekten ne kadar nefret ettiğini anlamış. Siz bu maçlar sırasında onun ne kadar iyi olabileceğini öngörmüş müydünüz?
Onlar benim açımdan sadece birer gösteriydi. İşin ucunda başarı yoktu, bana çalışanmışım gibi para ödüyorlardı ve amacımız eğlenceli maçlar oynamaktı. Yani benim perspektifimden bakınca rekabet yoktu. Stephen tarafına döndüğümüzde durum farklılaşabilir. Dünyanın en iyilerinden olan profesyonel bir oyuncuyla karşılaşmak onun için gelişme şansı olabilirdi. O maçlara nasıl baktığını, zihninde nasıl yer ettiğini anlıyorum bu yüzden. Ben onun ne kadar yetenekli olduğunun hep farkındaydım. Birinin çok iyi olacağını tahmin edebilirsiniz ama gerçekten ne kadar iyi olacağını zaman gösterir. Çünkü çok fazla umut vadedip duvara çarpan, beklendiği kadar gelişemeyen sayısız oyuncu var. Stephen benim yaptığım şeyin aynısını yaptı ve gelişmeyi asla bırakmadı. Sonuçta öyle bir noktaya geldi ki oyunu benden daha güçlü oynamaya başladı. Kazanmayı öğrendi, işin içine kendi karakterini katıp yeni bir stil yarattı.
Bu yeni stili nasıl izah edersiniz?
Seksenlerde oyun daha defansifti. Muhakkak atak oynandığı zamanlar oluyordu ama kesinlikle doksanlara göre daha savunma ağırlıklıydı. Snooker yıllar içinde sürekli olarak daha atak bir hal aldı, günümüzde tarihin en ofansif snooker’ını izliyoruz. Stephen Hendry snooker’ı sonraki aşamaya taşıyan basamak taşlarından biri oldu. Sporda, hatta daha geniş bakalım, rekabetçi olan her şeyde gelişim kaçınılmaz. Ben kendi adıma seri inşası, uzun pot gibi alanlarda önceki jenerasyonlardan farklı şeyler ortaya koydum. Stephen da tartışılmaz şekilde oyunu farklı seviyelere çekti. Mesela seri inşası yapbozunu benim çözdüğümden çok daha iyi şekilde çözüyordu. Benim için büyük problem doksanlarda, oyunumu yukarı taşıyıp yeni şeyler katma noktasında başladı. Bu son derece zorluydu. İyi snooker oynadığım dönemler de oldu ama ödülü eskisi kadar çok kupa değildi çünkü rakiplerim artık daha güçlüydü.
Artık zirvede olamayacağınızı anlama süreciniz nasıl gerçekleşti?
Sanırım böyle durumlarda yaşadığınız şok özgüveninize zarar verebiliyor. Çok uzun süre boyunca en iyi olduğunuzu düşünüyorsunuz, etrafınızda kendinize duyduğunuz güvenden örülü bir hare var ve bu şekilde diğerlerinden ayrışıyorsunuz. Fakat biri gelip sizden daha iyi olabileceğini gösterince o bahsettiğim hare ortadan kalkıyor. İlk kez nakavt olan bir boksöre benzetebiliriz mesela durumumu. Ben de bir daha eskiden olduğum boksöre dönüşemedim. Kendine güven, kazanılması da korunması da kolay olmayan bir şey. Bazen zihnen en iyi olduğunuzu bilirsiniz, buna inanırsınız ve işler kolaylaşır. En iyi olmasanız dahi bunu düşünmek bile aynı şekilde önemlidir. Biri gelip size öyle olmadığını söyler, sizden daha güçlü olduğunu gösterirse zihniniz şüpheyle dolmaya başlar.
Hendry’den nefret ettiniz mi?
Aslında nefret ettiğim şey o değildi, nefret ettiğim şey onun dünyadaki 1 numaralı oyuncu olduğu fikriydi. Zihniniz bu noktalara geldiğinde kendiniz hakkında daha çok fikir sahibi oluyorsunuz. Mesela bence Stephen, Ronnie O’Sullivan’la; benim onunla başa çıktığımdan çok daha iyi başa çıktı. Ben yerime birinin geçiyor olduğu fikrinden tiksinmiş ve bu düşüncenin içine hapsolmuştum. Stephen bunu daha kolay hazmetti. Ben olmamış gibi davranıyor, varlığını reddediyordum ama Hendry oyununu yükselterek yeni fenomenin karşısında durmaya çalıştı. Şimdi ise ona bakıyor ve benimle aynı yollardan geçmiş birini görüyorum. Artık düşündüğümden çok ortak yönümüz var ve birbirimizi anlıyoruz. İkimiz de dünyanın en iyisiydik, bir an geldi ve işler değişti. Bu aramızda bir bağ oluşturuyor.
Zirve günlerinde “Sadece kazanan sıkıcı bir robot” olarak nitelenen Steve Davis, artık kazanamadığı için mi snooker’ın en sevilen figürlerinden birine dönüştü?
Kaybedenin yanında olma hususu biraz insanın doğasıyla ilintili. Ben kendi adıma izleyicilerin beni sevmesi işine pek takılmadım. Uğruna oynadığımız birincil şey sevgi değil. Oynuyoruz çünkü sporu ve kazanmayı çok seviyoruz. Eğer insanların hakkınızda düşündüklerine fazla odaklanırsanız yanlış şeye kafa yormaya başlarsınız. Başka zihinlerde olup biteni kontrol edemezsiniz ama masada olup biteni kontrol etmek elinizdedir. Ben şanslıyım ki yolculuğumda hem kazanmanın hem de sevilmenin mutluluğunu yaşadım.
Ronnie O’Sullivan, John Higgins ve Mark Williams’ın kırklı yaşlarından sonra başardıklarını görünce aklıma hep iki isim geliyor. Bence siz ve Hendry bu yaşlarda daha fazlasını kazanabilirdiniz, buna katılır mısınız?
Bence de öyle ama neden yapamadığımız konusunda fikir üretemiyorum. Kırklarınıza girdiğinizde zihninizde bir şeyler değişiyor, fiziken bazı farklar geliştiriyor olabilirsiniz. Ancak bahsettiğin isimler bize bunun tam aksini söylediler. Neden olabilir? Diyelim ki Ronnie kendini fiziksel olarak çok fit tutmayı başardı ama John’un ya da Mark’ın öyle bir özel çabası olduğunu sanmıyorum. Bence spor salonuna gidip pek ter dökmüyorlardır. Tam nedeni bu değil gibi o yüzden. Belki yıl içinde daha çok turnuva, daha çok rekabet onların maç keskinliğini yüksek tutuyordur, bilemiyorum. Özellikle Hendry’nin 35’inden sonra pek bir şey kazanamamasını ben de garipsiyorum. Bana kalırsa kendine “Artık kazanamayacağım” demeye başlamıştı.
Yine de ilerleyen kariyerinizde büyük maçlara çıkmadığınızı söylemek haksızlık olur… 1997’deki Masters şampiyonluğu, 2005’teki Birleşik Krallık Finali ve 2010’daki Crucible macerası aklıma gelenlerin birkaçı. Bu başarılar ne kadar sürprizdi?
Pek beklemiyordum ama hepsi ağzımda nefis tat bıraktılar. Her şeyi kazandığım ve doğal olarak kazanmayı beklediğim günler vardı. Yıllar geçtikçe bu, yerini kademeli olarak şüpheye ve yeni hedeflere bıraktı. Sonra bir baktım ki bu anlar benim için çok özel olmaya başlamış. Seyirciler de bu durumda geçmişten farklı reaksiyonlar göstermeye başladılar. Bence Mark Williams’ın dünya şampiyonluğu da gayet benzerdi. Herhalde kendini müthiş hissetmiş olmalı çünkü hayatta belli bir noktaya gelince, geçmişte yaptığınız şeyleri tekrarlayıp tekrarlayamayacağınızı bilemiyorsunuz. Ayrıca sporun içinde bu denli uzun kalarak hata yapmadığımı da doğrulayan anlardı. Çok fazla hayal kırıklığı yaşasanız dahi yolun üzerinde karşılaşacağınız o tek heyecan her şeye değiyor.
52 yaşında, son şampiyon John Higgins’i Crucible’dan elediğiniz maçı başarılarınız arasında özel bir yere koyar mısınız?
Koyarım. Zihnimde müthiş yeri var ve o hissi hiç unutmuyorum. Başarıları kıyaslarken birini diğerinin önüne koymak çok zor ama kesinlikle favori anlarımdan biri. Sadece bir ikinci tur maçı olsa da kazanmayı hiç mi hiç beklemiyordum. Daha özel yapan şey bu. Bir yandan da favori olmadığınız zaman işler daha kolaylaşıyor, üzerinizdeki baskı azalıyor ama sonucu alınca hissettikleriniz hiç değişmiyor. Kariyerime geriye dönüp baksam ve 10 an seçsem, içlerinden biri muhakkak 2010’daki Higgins maçı olur. Sonraki turda Neil Robertson tarafından paramparça edilmiş olsam da sonuç değişmiyor. O kısmı unutmuştum bak şimdi hatırlattın…
“10 an” demişken, bir diğeri de snooker tarihinin ilk maksimumu olabilir mi? Dün o seriyi yeniden izledim de, son toplar gerçekten muazzam…
Sahi mi? Eğer o 147’yi tekrar izleyecek kadar sıkıldıysan dışarı çıkıp hayata karışmalısın evlat… Evet, evlerde bunaldık ama yine de daha faydalı bir uğraş bulabilirsin. Emin ol ben fazla hatırlamıyorum. Geçen hafta ne yaptığımı dahi pek hatırlamıyorum artık, 1982’yi nasıl hatırlayayım? Hisler biraz daha kalıcı, nispeten o heyecanı anımsıyorum ama ânı tam olarak anlatamam. Renklilerde pozisyonu kaybettim, çok zor vuruşlar yaptım. Salonda müthiş bir gerginlik vardı ve herkes başarmamı istiyordu. Gerçek zamanlı olarak yaptığım vuruşlar aklımda yok ama bunu TV’de, profesyonel seviyede başaran ilk kişi olmak hoştu. Kimsenin sizden asla alamayacağı bir rekor olması da ayrıca güzel.
Ödülü hatırlıyor musunuz?
Tabii, ödül olarak verilen Lada’ya ailem birkaç sene bindi. Kullanması epey zor bir araçtı, direksiyonu çok sertti. Kendimizi tank operatörü gibi hissediyorduk. Bir yandan da hiç bozulmadı, taş gibi sağlamdı. Yolun karşısındaki komşumuza sattık ve birkaç ay sonra o araba çalındı. Şimdi düşünüyorum da aslında saklayabilirmişim. Gerçi nasıl yapacaktım ki? Sonuçta kupa ya da madalya değil, koca bir metal yığınından bahsediyoruz.
Aileniz, özellikle de babanız en başından itibaren hep yanıbaşınızda ve emeklilik kararınızda sanırım vefatının payı büyük…
Kesinlikle, zaten kariyerimin son yıllarında babam için oynamaya devam ettim. Kesin bir yaş veremem ama o olmasa daha erken emekli olurdum. Rekabet etmek gitgide zorlaşıyor, keyif azalıyordu. Onu kaybettikten sonra doğru zamanın geldiğini düşündüm ve emekli oldum. Snooker’ı çok severdi, bu yüzden birlikte harika zamanlarımız oldu. Beni izlerken fazlaca keyif aldığını tahmin ediyorum. Hepimiz çocuklarımızla bir nedenden dolayı gurur duyuyoruz ki o da benimle duymuştur. Son âna dek snooker maceramın büyük parçasıydı. Bunu hatırladıkça mutlu oluyorum.
Emeklilik günlerinde hiç snooker oynuyor musunuz?
Artık pek oynamıyorum. Eğer gösteri maçım olursa istekayı çantadan çıkarıyorum ki bu ara onlar da bitti. Şimdilerde anne ve babamın evindeyim çünkü annemle ilgilenmem gerekli. Burada babamın snooker odası var ama hiç kullanmıyorum. O oda şu anda birçok evdeki depolar gibi; üst üste koliler falan yığılı… Açıkçası artık pek oynamaya hevesim yok.
Bir röportajınızda snooker izleyicisinin sizi büyükbaba gibi gördüğünden bahsetmiştiniz ki benim hissim de aynen bu yönde. Geriye dönüp baktığınızda mirasınız sizi mutlu ediyor mu?
Şikâyet edemem… Snooker’ı sadece oyuna duyduğu tutku için oynayan genç, utangaç bir çocuktum. Takıntılıydım, başka şansım yoktu; ben oyunu seçmemiştim, oyun beni seçmişti, ben de kendimi akıntıya bırakmıştım. Yani aslında sporun aile büyüğü olma niyetim falan yoktu ama işler böyle gelişti. Ben Joe Davis’e o kişi olarak bakardım. Şimdi kendim snooker’ı deneyen, oynayan, başarılı olan niceleri için büyükbaba kıvamındayım. Artık dünyanın farklı yerlerinde ilgi duyulan bir spordan bahsediyoruz. Oralarda insanlar snooker tarihine baktıklarında Steve Davis ismini görüyor. Bunu bilmek, hissetmek güzel. Üzücü olan ise artık birkaç gösteri maçı hariç her şeyin sona ermiş olması. Belki günün birinde küçük bir dünya turu yapar, snooker’ın sevildiği ülkeleri dolaşırım. Son bir gösteri için…
Hem belki yolum Türkiye’ye de düşer, kim bilir?
KISA KISA…
Tarihin en iyisi?
“Ben kendi adıma bunu tarih kitaplarında yazanlarla değil, sporu icra etme becerisiyle ölçüyorum. Bence herhangi bir sporun tarihteki en iyisi, aktif sporcu grubunun en iyisidir. Her spor istisnasız şekilde gelişiyor ve güncel oyuncular da kaçınılmaz gelişim nedeniyle öncüllerinin ötesine geçiyor. Kim daha çok kazandı, kim daha büyük bir kazanandı; bunlar da önemli ama yeterli ölçüm kriterleri değiler. Modern dönem sporcuları geçmiştekilerden çok daha becerikli. Bu nedenle snooker’da da Ronnie O’Sullivan, Judd Trump ve birçok aktif oyuncuyu tarihin en iyileri olarak görüyorum.”
Başka yol
“O müthiş vuruşları yapan oyuncunuzu, Semih Saygıner’i izlemiştim ve gerçekten inanılmazdı. Üç bantı ben de birkaç kez deneme şansı buldum ama pek iyi becerdiğimi söylemeyeceğim. Oradaki anlayışa ve kullanılan tekniğe snooker masasında ihtiyaç duymuyoruz. Pool’u ise epey oynadım hatta Avrupa ve ABD’yi karşı karşıya getiren Mosconi Kupası’na dahi katıldım. Şunu belirtmeliyim ki en üst düzey bilardocuların hepsi aynı özel yeteneğe sahipler. Bakıldığında Ronnie O’Sullivan, Efren Reyes veya Earl Strickland arasında pek fark yok. Sadece seçtikleri, hayatlarını adadıkları yol farklı. Her biri de birbirinden farklı oyun bilgileri gerektiren, zorlu branşlar.”
Dj Steve
“Müzik kariyerimi sadece ‘büyük şok’ olarak açıklayabilirim. Bunu asla tahmin edemezdim ama DJ olup, Glastonbury Festivali’nde sahneye çıktım. Bu noktaya geldiği için şanslı olduğum bir hobi sadece. Benden gelip DJ’lik yapmamı istemeleri çılgınlıktı. Ben de “Hayır” demek yerine gidip festivalde kendimi denedim. Çok eğlendim. Büyük bir snooker maçı öncesi heyecanlanmaya benziyor sahneye çıkmak. Sevdiğiniz müzikleri birkaç saat boyunca insanlara çalmak ve onların da beğenip dans ettiğini görmek müthiş. Hiç düşünmezdim bunun olacağını. Hayatta bir sonraki köşeyi dönünce yolunuza neyin çıkacağını hiç bilemiyorsunuz…”
*Bu röportaj, Socrates’in Ağustos 2020 tarihli 65. sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.