*Madison Keys’in kaleme aldığı bu yazı, The Players Tribune‘da yayımlandı.
Çeviri: Aras Yetiş (@arasyetis)
Eğer tenise benimle aynı dönemlerde aşık olduysanız, Kim Clijsters, Lindsay Davenport ve Williams’ları izleyerek büyümüşsünüz demektir. Dolaysıyla onlar gibi oynamak için çalışırsınız.
Ama kahramanınızla oynamaya nasıl hazırlanırsınız?
Gerçekçi olmak gerekirse hazırlanamazsınız. Sadece başlamadan hemen önce çok gergin olursunuz. En azından 17 yaşında, gelmiş geçmiş en büyük tenisçilerden biri olan Venus Williams ile oynarken benim için öyle olmuştu.
İki yıl önce Charleston’da Venus’le ilk kez oynamıştım. Korta adım attığımda onu ısınırken gördüm ve cool görünmek için çaba sarfettim. Bu bana hiç iyi gelmedi. Bu çok büyük bir şeydi, kendimi zihinsel olarak çok daha iyi hazırlamalıydım.
Tenisin en heyecan veren -ve en korkutucu- şeyi, küçük bir çocukken televizyondan izlediğin kişiler ile oynama şansı bulabilmektir. Nasıl bu noktaya gelebilmiştim ki?
Maç duygusal bir gelgit gibiydi. Çok yavaş ve tutuk başlamıştım. Hem heyecanlıydım, hem de Venus servisime sürekli bir şekilde hücum edip, harika return’ler gönderiyordu. Maçın ortalarında kendimi toparalayabildim ve kendi oyunuma konsantre oldum. Ama çok geçti tabii ki, iki sette kazandı.
Maç sonrası tuhaf bir şey oldu. Hayal kırıklığı yaşadığımı düşünüyor olabilirsiniz ama aslında cesaretlenmiş gibiydim. Kendimi ilk kez profesyonel tenisin en üst seviyesine ait hissettim. Başarmıştım işte, oradaydım. Beni yenmişti ama zaten gelmiş geçmiş en iyilerden biriydi o. Benim o günden çıkardığım ders ise, her maça aynı şekilde davranmam gerekliliğiydi. Filenin karşı tarafındakinin kim olduğu ile ilgilenmek yersizdi. Bu maç, beni hem oyun hem de psikolojik olarak daha iyi olmayı istemeye itti. Venus ayarında bir oyuncu ile yeniden karşılaştığımda bu duygusal çöküntüyü yaşamak istemiyordum.
Ben buna ‘sıfırlama’ diyorum. Mental durumumu sıfırlayıp, oynadığım tenisi istikrarlı bir hale getirme konusunda dersimi almıştım.
Tabi bu dersi sadece kendi kendime almadım. Bu konuda Lindsay Davenport’a teşekkür etmeliyim. Kariyerimin dönüm noktası, onun antrenörüm olabilmesiydi. Geride kalan yedi ayda, Lindsay’nin o çok yoğun (dört çocuk annesi olmak, televizyon yorumculuğu, hocalık ve daha fazlası) takvimine dahil olabildiğim için öyle şanslıyım ki. Eğer eski bir dünya 1 numarası size zaman ayırıyorsa, ona tüm dikkatinizi vermeniz lazım.
Lindsay’nin, oyunu teknik olarak anlayabilme becerisi çok yüksek. Zayıflıkları ve avantajları, daha önce kimseden görmediğim kadar iyi analiz ediyor. Birini oynarken izledikten çok kısa süre sonra hemen avantaj ve dezavantajları önünüze sıralar. Mesela benim çapraz backhand’imin gelişime ihtiyaç duyduğunu görmüştü. Çalışmamızın ilerleyen döneminde ise fileye daha hızlı gitmem gerektiğini söyledi. Antrenmanlarımız çok tipiktir aslında. Eşi Jon benimle oynarken, Lindsay ise arkamda sürekli olarak konuşarak oyunumu analiz eder. Sizi ve başarmak istediklerinizi bu kadar iyi anlayan birisi ile çalışmak inanılmaz bir deneyim.
Ama kesinlikle bana en büyük katkısını, oyunun mental tarafını anlamam üzerine yaptı. İşte ‘sıfırlama’ kavramı bu şekilde oyunuma girdi. Tenis bir momentum oyunu ve o sayede kötü oynarken bile geri dönme şansları bulabiliyorsunuz. Eğer momentum yakalarsanız, onu elinizde tutmaya çalışırsınız. Eğer yakalayamamışsanız ise onu bulmak hiç kolay değildir. Bir oyun iyi oynarsınız ancak hemen sonrasında üç çok basit hata ile oyun kaybedebilirsiniz. Bu bir döngü haline gelebilir.
Lindsay ile günlerce üzerine çalıştığımız şey, daha dirençli olmaktı. Özellikle de bu yılın hemen başında Avustralya Açık’ta yaptığım basit hatalar serisinden sonra. İkinci turda, Casey Dellacqua karşısında yine o döngünün içine girmiştim. İlk seti ve daha kötüsü oyunumu kaybetmiştim. Sonra kaybedecek bir şeyim olmadığını düşündüm. Kimse tenisin mental olarak ne kadar zorlu olduğundan bahsetmez. Eski ben, yani Lindsay hayatıma girmeden önceki halim, bu durumda çöküşe geçerdi. Ama maçta kaldım. Lindsay hem geri dönebilceğime inandı, hem de benim de inanmama yardımcı oldu.
Avustralya Açık çeyrek finali, o döneme kadar bir Grand Slam’de çıktığım en üst noktaydı. Bilin bakalım karşımda kim vardı? Venus Williams. 6 yaşında kahramanım olan kadın ve Charleston’daki maçın bir rövanşı.
Lindsay maç öncesi rahat olabilmem için beni çok cesaretlendirdi. Stratejimi de çizmişti. Venus çok güçlü ve derin vuruyordu ve hızlıca erken toplar alabiliyordu. Yani kritik nokta, puanların direksiyonunda benim olmam ve devamlı olarak hücumda kalmaya çalışmamdı.
İkinci maçımıza çıkarken, heyecanlı olmadığımı söylemeyeceğim ama Charleston’dakine göre bunu çok daha iyi kontrol ettim. Bu maçın hissiyatı bambaşkaydı. Geride olması gerektiği kadar çok baskı görmüyordum ve ileriye çok daha rahat çıkabiliyordum. Ayrıca bir yıl öncesinden çok daha rahat hareket ediyordum. Her şeyin yolunda gittiği günler vardır ya, bu onlardan biriydi. Evet yine hatalar yaptım, ancak her seferinde dönmeyi ve ‘sıfırlama’yı başardım.
Venus’ü yendiğimde, bunu algılamam biraz zaman aldı. Aman tanrım, başarmıştım.
Bunu tam olarak idrak ettiğim nokta, Lindsay’nin koşarak gelip beni tebrik ettiği andı. “Seninle gurur duyuorum, maçla harika başa çıktın” demişti bana. Bence skordan ve oyundan ziyade mental yeterliliğimden bahsediyordu.
Sonra bana sarıldı ve Tennis Channel kabinine geri döndü. “Şimdi gidip maç anonsunu yapmalıyım.”
Lindsay bugünlerde çok meşgul bir kadın. Beni dikkate değer bulduğu için çok mutluyum ve elimden geldiğince gelişerek, onu yanıltmamalıyım.