Spor ürünlerinde Adidas’ın hâkimiyetinin olduğu yıllar… Piyasa hacmi belli; karşılarına çıkan yok, bütün defileler, kampanyalar onların tekelinde. Turgay Demirel, o sıralar basketbolu yeni bırakmış. Bir fikir atıyor ortaya; “Reebok’ı Türkiye’ye getirelim” diyor.
Ben Setur’da çalışıyorum. Daha çok iç turizmle ilgileniyorum, departman müdürüyüm. Reebok, ayakkabı, falan filan alakam yok. Öğreniyorum ki yakın arkadaşım Erman Kunter, bunların ilk reklam filminde oynayacak ve onun aracılığıyla benim ismim de Turgay Demirel’e gitmiş. “Bak bu çocuk ABD’de uzun yıllar yaşadı. Dili iyidir, turizm olsun, ihracat olsun çok iş yapmıştır, al bunu” diyor Erman. Turgay Demirel’in aklında da pazara çok güçlü girmek var. Malum, Reebok’ın logo güzel ama isminde biraz sakatlık var. Böyle kocaman REEBOK yazıp altını pek doldurmazsan insanlar “Bu ne ya?” diyebilir. Nitekim Erman’ın oynadığı, “Bence de Reebok” reklam kampanyası çok başarılı oluyor. Ben de işleri biraz daha büyüten Turgay Demirel’le görüşmeye çağrılıyorum.
Setur’da kazandığımdan çok daha fazlasını teklif ediyor bana. Kabul ediyorum teklifi. Tabii şu detay önemli; Reebok Türkiye’nin pazarlamasını Turgay’ın şirketi üstlendiği için işe girdiğim yer Reebok’ın global ofisi değil, Turgay Demirel’in şirketi. Reebok’a ek olarak, yine Turgay’ın girişimleriyle basımına başlanan Fast Break dergisinin yayıncılığı gibi farklı işlerde de rol alıyorum. 1993 yazı, yine o dönemlerden biri… Milano’da o dönem bir Blacktop organizasyonu var, Reebok düzenliyor. Benim de aklımda “Acaba Fast Break için de bir şeyler çıkarabilir miyim?” sorusu… NBA’de Orlando Magic’le çaylak sezonunu geride bırakan 21 yaşındaki Shaquille O’Neal orada. Tabii, ben onu bizim okul tarihinin en unutulmaz maçlarından birinden, Aralık 1990’da oynanan Illinois-LSU mücadelesinden hatırlıyorum.
“Acaba bir kolej anısıyla içeri dalsam mı?” diye düşünürken çok eskiden tanıdığım Leonard Armato, yani Shaq’in menajerine durumu çıtlatıyorum. “Kesinlikle olmaz” diyor. “Ya Leonard, bak böyle bir dergimiz var. Bir fotoğraf çektirip dergiye ufacık bir kutu bile bassam yeter. Bir soru ya, bir soru!” diye tekrar ısrar ediyorum. Çünkü adam daha ilk sezonundan NBA’i kasıp kavurmuş, 23 sayı, 14 ribaund ve 3.5 blok ortalamalarla ‘Yılın Çaylağı’ seçilmiş… Leonard biraz beklettikten sonra, “Eh, hadi madem. Söyledim Shaq’e, Uzakdoğu’dan gelen bir gazeteci vardı. Uzakdoğu malum, çok uzakta olduğu için ona beş dakika verdi. Senin de beş dakikan var” dedi. İçeri girdim…
Blacktop için hazırladığımız Türk bayraklı beyaz bir tişört üzerimde. Ay-Yıldız’ı gören Shaq, “Müslüman mısın?” demişti. “Elhamdülillah” diye karşılık vermiştim. Güç bela izin alınan röportajın ilk cümleleriydi bunlar. Beklemediğim bir kıvılcım yakalamıştım.
Sonra hemen Illinois-LSU konusunu açtım. Şimdi, bunun lise çıkışında seçmesi muhtemel üniversiteler arasında Illinois de vardı. Ben de bunu bildiğimden, “Son üçte Illinois de varken neden LSU?” dedim. Güldü. 102-96 kazandığımız LSU maçındaki bir pozisyondan bahsettim. Rennie Clemons diye bir guard’ımız vardı, 1.80 boyunda. “Rennie, Shaq’ın üzerinden smaç bastı. O’Neal’ı poster yaptı” şeklinde haber çıkmıştı ama aslında öyle bir şey yoktu. Olsa olsa turnikeydi o. “Shaq’ı poster yaptın, vay be!” diyordu bizimkiler Rennie’ye. Esprili bir dille bunun saçmalık olduğunu anlattım, yine böyle birkaç hikâye soktum araya. Beş dakika oldu 15 dakika. Baktım yemek söylüyor, ben devam ettim. Odaya açık büfe yemek geldikten sonra da devam ettik. Bir saat, iki saat… Hatta akabinde Shaq’ın gitmesi gereken bir yer vardı.
Beni de oraya davet etti. Shaq’ın limuzininde o dönem asistanım olan Gülden ve Hürriyet’ten reklamcı iki kızla birlikte oraya gittik. Limuzin, Shaq, ben ve Gülden… Toplamda beş altı saat birlikte vakit geçirmişizdir. 1993 Ekim’de Fast Break‘te basılan röportaj böyle ortaya çıktı.
Bugün onunla benzer bir ortam yakalasam, herhâlde en başta kafasını tam olarak basketbola vermeyişinin üzerinde dururdum. Potansiyelinin belki de sadece yüzde 60’ıyla sahadaydı ve yine de tüm bu başarıları kazandı. Hall of Famer oldu. Birlikte geçirdiğimiz günde bile rahatlığını, esnekliğini, hatta plansızlığını göstermişti. Yani, kaç kişi beş dakikalık röportaja güçlükle onay verdiği kişiyle gününün geri kalanını geçirir ki? Albümler, filmler, televizyon programları… Shaq, elbette bu oyunu sevdi ama basketbolun onun için hiçbir zaman amaç olduğunu düşünmüyorum. İnsanüstü fiziği ve atletizmi onu biraz bu alana yönlendirdi ve Shaq de basketbolu bir araç olarak kullandı. Bugünlerde Shaqtin’ a Fool gibi bir program yapıp bununla özdeşleşmek isteyişi de bu tezi doğruluyor bence.
Profesyonel bir atletin birincil önceliğinin eğlenmek, hatta eğlendirmek oluşu bana tuhaf geliyor. Bunu asla eleştiri konusu etmiyorum; işin şov kısmında başrolü üstlenmek, Shaq’in ruhunda ve DNA’sında olan bir şey. Ama mesela kariyeri boyunca yüzde 50’yle serbest atış atmasını yadırgıyorum. Bu kadar yetenekli bir oyuncu, yıllar geçtikçe repertuvarına ne ekledi diye sorulsa net bir cevabım olmaz. Orlando-Los Angeles değişiminin ardından kilo aldı, daha da güçlendi ve atletizmini de korudu ama oyunu 20 senede biraz olsun çeşitlenemez miydi? Bu sorulara gelecek olumsuz yanıtlardan ötürü NBA tarihindeki yeri Wilt Chamberlain, Bill Russell ve Kareem AbdulJabbar’ın gerisi, Hakeem Olajuwon’un önü işte. Kötü bir konum mu? Elbette değil ama Shaq’in basketbola karşı hissiyatı biraz değişse sıralama çok daha farklı olurdu.
Mesela Orlando’dan ayrılışı… “Ben albüm yapacağım, film çevireceğim” diye LA’e gitti. Tak diye. Ne bir vicdan azabı ne başka şey… Penny Hardaway ağır sakatlıklar geçirmese, bu ikili korunabilse bugün Kobe Bryant’ın birkaç yüzüğü şu anki yerinde olmayabilirdi.
Tabii, Shaq da tüm bunların bilincindeydi. Penny müthiş bir oyuncu olsa da en verimli hâlinin bile Kobe Bryant seviyesinde bir oyuncu olamayacağı aşikar, Shaq da bunu görmüştür. Kobe’nin belki o sıralar biraz daha saygılı, anlayışlı yaklaşmasını bekliyordu ama öyle olmadı. Shaq’ın daha sonra da söylediği, “Benim de çok hatalarım oldu” cümlesi tamamen o yıllara istinaden. İkisi de diğeri olmadan bu şampiyonlukları yaşayamayacağını biliyordu ama itiraf edemediler işte.
Shaq’ın bazı yönlerden Magic Johnson’a benzediğini düşünürüm hep. Magic bir ara Eddie Murphy ve Arsenio Hall’la birlikte, “Hangimiz daha çok beyaz kadınla birlikte olacağız” diye bir yarışmaya katılmıştı, malum… AIDS teşhisinden sonra hakkında korkunç haberler çıktı ama biz hep sempatik, gülümseyen Magic’i gördük ekranda. Negatif yaklaşımına şahit olmazdık pek. Shaq de defalarca skandallara karışan ismini, kamuoyu gücü sayesinde, “Ah, tatlı Shaq! Sempatik dev yine yapacağını yaptı” haberleriyle temizledi. Yao Ming’le kendi dilinde dalga geçişi Çin’de çok büyük problem yaratabilecekken o olayı dahi sempatik yaklaşımıyla kontrol etti. Harvard mezunu değildi belki ama zekiydi ve karizmasını hep canlı tuttu. Şeytan tüyüne sahip olduğunu biliyordu.
All-Star hafta sonu da artık işin cılkının çıktığı yerdi. Maskesi, dansları, maç içi şovları, saha kenarındaki hareketleri ve hatta Mehmet’le bire biri… Shaq’in kariyeri boyunca All-Star hafta sonunda yaptıklarını herhangi başka bir oyuncu yapmaya çalışsa ya çok antipatik gözükür ya da organizasyonun hissedarı olduğu düşünülürdü. Shaq, doğaldı ve her defasında içindeki çocuğu serbest bıraktı. Burada belki babasının asker oluşu ve Shaq’in çocukluğunun gayriciddi ortamlardan tamamen uzak geçişinin de etkisi vardır, muhtemeldir.
Şeytan tüyü işte… Sonradan kazanılamayan, yaradılış gereği var olan bir çekicilik. Shaq, buna sahipti ve çoğu zaman All-Star hafta sonundaki maskenin rengi, serbest atış yüzdesinden önemliydi.
“ANNEM BEĞENMEZSE EVLENMEM!”
Shaq’la 1993’te Milano’da yaptığım ve Fast Break’te yayımlanan röportajdan bazı satır başları şöyle:
-İsmim Arapçadan geliyor. Babam Müslüman. Bu nedenle bu ismi seçmiş. Anlamı, ‘ufaklık’ demekmiş. Ben Müslüman olmayı düşünmüyorum. Türkiye hakkında fazla bilgim yok. Ancak güney sahillerinizin çok güzel olduğunu duydum.
-İlgi hoşuma gidiyor ancak profesyonel basketbolun bir iş olduğunun farkındayım. Havaya girmem veya şımarmam bana hiçbir şey kazandırmaz. Aksine çok şey kaybettirir. Daha çok çalışmam lazım. Eksiklerimi biliyorum ve bunları düzeltmezsem hiçbir zaman istediğim seviyeye gelemem.
-Şu ana kadar sadece üç pota kırdım. İsteyerek yaptığım bir şey değil, zaten bir gün bir yeri kafama gelecek ve o zaman da canım yanacak. Bu sezon biraz daha dikkatli olup gücümü kontrol etmeye çalışacağım.
-Evlenmek istiyorum ama buna en az 8-10 yıl var. Şu anda ciddi bir ilişkiye girecek zamanım bile yok. Zaten kızlar hep peşimden koşuyor ve ben de arkadaşlık yapacaklarımı dikkatli seçiyorum. Evleneceğim kızı ilk önce annemin beğenmesi ve sevmesi lazım. Anneme danışmadan adım atmam.
*Bu yazı, Socrates’in Şubat 2018 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.