Bu yazı, ilk olarak The Undefeated’de yayınlanmıştır.
Eşim ve ben yakın bir zamanda ilk çocuğumuzun bir erkek olacağı haberlerini kutlarken, Amerika neşemi umutsuzluk, kızgınlık ve korkuya çevirdi. Boğazına bir polis diz çökmüşken, hayatının son anlarında George Floyd’un “Nefes alamıyorum” diye tekrar edişini izledik. Floyd’un annesi için bağırışını dinlerken eşimin neler hissettiğini yalnızca hayal edebilirdim. Çünkü kendisi de bu vahşi dünyaya aynı renkte bir çocuk getirmek üzereydi.
New York Knicks’ten ayrıldıktan sonra yeni bir düzen kurmak, tanıdık yüzler ve yerlere yakın olmak için memleketim Los Angeles’a geri döndük. Ne yazık ki, büyüdüğüm şehirde benim gibi gözüken insanlara karşı polis şiddeti de benim için oldukça tanıdıktı.
Profesyonel sporlar, birçok Afrika kökenli Amerikalı için daha iyi bir yaşama bilet olmuştur -ama ayrımcılık ve nefretten kaçış için bir bilet değil. Basketbol, çocukluk arkadaşlarım ve benim yaşama şeklimizdi. 1991 yılında, Los Angeles’ın doğu bölgesindeki bir okul olan Fremont Pathfinders’ta oynayan bir 11. sınıf öğrencisiydim. Hollywood filmlerini aratmayacak bir sezon geçirmiştik. California eyaletinde bir numaralı takımdık, sezonun bir bölümünde ülkenin en iyi beşinci takımı olmuştuk ve son üç yılda ikinci kez şehir şampiyonluğunu kazanmıştık.
Bu, sezonumuzun mihenk taşı olmalıydı. Takımca eyalet şampiyonluğu için hazırlanırken, çıkan haberler dünya görüşümü sonsuza dek değiştirecekti. Los Angeles Sports Arena’da şehir şampiyonluğu kupasını kaldırmamızdan yalnızca birkaç gün sonra, Rodney King’e Los Angeles polisi tarafından kameralar önünde yapılan acımasız davranışları izledim.
Mayıs ayının sonlarında Floyd’un Minneapolis’teki görüntülerini izlerken düşünebildiğim tek şey annemle beraber King’in korkunç bir şekilde dövülüşünü izlediğimiz gündü. Bu görüntüler, ben ve basketbolu seven arkadaşlarımın ortada hiçbir sebep yokken polis tarafından kenara çekildiğimiz zamanları aklıma getirdi. Sıklıkla, kafamın arkasına bir silah dayanmış ve dizlerimin üzerine çökmüş bir şekilde bana sonsuz gibi gelen bir süre boyunca sokakta bekletilirdim. Polis parmaklarımızı kırarcasına sıkardı ve o kadar sıkı kelepçelerdi ki ellerimizdeki hissi kaybederdik. Eğer yakınırsan ya da savunmaya geçersen bu direndiğin anlamına geliyordu, ki bu da bacaklarının arkasına yediğin bir cop ya da Los Angeles Polis Teşkilatı’nın siyahi erkeklerin nefes darlığı yaşamasına neden olan meşhur boğaz sıkmasına maruz kalman demekti. Bu yüzden Floyd’un hayatı için yalvarışını, annesi için bağırışını ve tekrar tekrar “nefes alamıyorum” deyişini izlerken açıklayamadığım bir ürperme bedenimi sardı.
King’e atılan dayakta dört polis işin içindeydi, dört tanesi daha Floyd’un öldürülmesinde yer aldı. Los Angeles o zaman yangın yerine dönmüştü ve şimdi de yanıyor. Tek fark, bugün teknoloji sayesinde daha çok insan adaletsizlikleri gördü ve hareket tüm dünyayı saran bir hal aldı. 1992 yılında Los Angeles’taki ayaklanmalarda ben de bütün protestocularla sokakta olurdum, arkadaşlarımla beraber adalet için bağırarak ve eninde sonunda hiçbir şeyi değiştirmeyerek.
Şu an burada, sözüm ona “hayatını kurtarmış” bir siyahi adam olarak oturuyorum. İnsanlarımın tıpkı 30 yıl önce olduğu gibi tekrar acı çekişini izliyorum. Ama eğer kitleni sesini yükseltmek için kullanmayacaksan hayatını kurtarmış olmanın ne anlamı var ki? Polis tarafından orantısız şekilde hedef haline getirilen, tarif edilemeyecek kadar korkunç ayrımcılığa uğrayan ve ne kadar yüksek sesle bağırsalar da kimsenin duymadığı kardeşlerine, kuzenlerine, arkadaşlarına destek çıkmazsan ne anlamı var? Bundan yıllar önce ben de bir sessizdim ve şimdi sesimi duyurabilecek bir pozisyondayım. Ama aynı zamanda başka bir zor durumdayım. Geçimimi tehlikeye atabilecek bir durum.
Ne kadar güçlü, zengin ya da ünlü olursanız olun ırkçılık, siyahi erkeklerin kaçınılmaz olarak karşısına çıkan bir engel. Colin Kaepernick ulusal marş sırasında diz çöktükten sonra spor dünyasından birçoğumuza soruldu “Siz ne yapacaksınız?” Takımıma liderlik yaparken, Kaepernick’i desteklemek adına diz çökecek miydim? Benim için cevap basitti: Eğer takımım diz çökerse, ben de diz çökerim. Bu durumun bazılarını öfkelendireceği kesindi, kendime şunu sordum “Çenemi kapamalı ve sadece koçluk mu yapmalıyım?” O dönemde takım diz çökmemeye karar verdi ama büyük bir parçam diz çökmediğim için pişmanlık duyuyor. Eğer daha fazlamız diz çökmeye karar verseydi bir ülke olarak bugün nerede olurduk? Bilemiyorum. Aynı zamanda bir yanım da protesto etmenin kariyerimi riske atacağından korkmuştu. Tıpkı adaletsizliği protesto ettikleri için kariyerleri zarar gören Kaepernick, Mahmoud Abdul-Rauf ve Muhammad Ali gibi.
Tüm vatandaşlar barışçıl bir şekilde protesto etme hakkına sahiptir. Yine de burada oturmuş, birçok Afrika kökenli Amerikalı meslektaşımın yaptığı gibi, düşüncelerimi açıkça dile getirirsem karşılaşacağım sonuçlar için endişeleniyorum. İnsanlarımızı bu savaşta yalnız mı bırakacağız yoksa geçimimizi mi riske atacağız? Bu soruna gelmeden önce karşımıza çıkan bariyerler var ve bunlar baş antrenör ya da üst düzey bir yönetici olmayı zorlaştırıyor. NBA eşitlik ile ilgili meselelerde hep en ön saftaydı, fakat tıpkı toplumun geri kalanı gibi daha kat etmemiz gereken çok yol var. Üstelik ABD başkanının adaletsizlikler hakkında konuşan ve barışçıl bir şekilde protesto eden siyahi sporculara “aptallar” ve “o**pu çocukları” dediğini duymak da insanı rahatlatmıyor.
Hiç kimse haksızlığa karşı sesini yükseltmekten korkarak yaşamamalı. Geçmişi veya şimdiyi silemeyiz, ama insanlarımız için geleceği şekillendirmek bizim sorumluluğumuz. Polis şiddeti, ceza yargılama sistemi, sağlık hizmetleri, gıda ayrımcılığı, eğitim ve ekonomideki eşitsizlikler ya da silah şiddeti, bize ihtiyaçları var. Topluluklarımıza zarif ve ağırbaşlı bir şekilde liderlik edebilmeliyiz. Daha da önemlisi, çocuklarımız bize “Baba, yardımcı olmak için sen ne yaptın?” diye sorduğunda gözlerinin içine gururla bakabilmeliyiz.
Oğlumu içine getirdiğim dünya işte bu. Vicdan ve nüfuz sahibi tüm beyaz insanlar bize destek çıkmadığı, bizle yürümediği, oy kullanmadığı ve bizle diz çökmediği sürece bu sorunlar hiçbir yere kaybolmayacak. Aksi takdirde nefret ve ayrımcılık bizim boğazımıza çökmeye devam edecek. Her ne olursa olsun, henüz doğmamış oğlum ve ağabeyi Kyle için daha iyi bir dünya bırakmaya çabalamak benim görevim.
Çeviri: Hasan Al