Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GündemYorumSerena’nın Anlamı

Serena Williams kariyeri boyunca sadece rakiplerle savaşmadı. Onun zaferleri, ırkçılık ve ayrımcılığa da karşıydı.

*Claudia Rankine’ın kaleme aldığı bu yazı, The New York Times‘da yayımlandı.

Serena Williams kadar hayat dolu bir şampiyon nadir bulunur. Kazandığında havalara zıplıyor, kahkahalar atıyor, sırıtıyor, yumruğunu sıktıktan sonra gökyüzüne doğru işaret parmağını sallayarak bir numara olduğunu herkese hatırlatıyor. Neşesini herkesin gözü önünde yaşıyor. O neşe beni ayağa kaldırıyor, sanki ben de bir şey kazanmışım gibi sırıtarak ona bakıyorum. Belki de gerçekten bir şey kazanıyorum.

Bazı Afro-Amerikanlar ırkçılığı yenmek için daha çok çalışmaları; daha zeki, ‘daha iyi’ olmaları gerektiğine inanıyor. Beyaz Amerikalılar, ancak yüzde 150’lerini verdikleri zaman siyahların üstünlüğünün hakkını teslim ediyor. Bu üstünlüğün sahipleriyse, başarılarının hakkı verildiğinde adaba uygun hareket etme ve her türlü ırkçı taciz karşısında sonsuz bir hoşgörü gösterme zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyor. Üstün siyahlardan, tartışmalı hakem kararları sonrasında kendilerini toparlayıp bir maçı kazansalar bile duygusal olmamaları bekleniyor. Kazandıklarında hava atmamaları, hoplayıp zıplamamaları, yumruklarını sıkmamaları isteniyor. Kanye West’in daha net ifadesiyle “Siyah üstünlüğü, işte bu kadar bebeğim” deyip geçmeleri bekleniyor.

25 defa çıktığınız Grand Slam finallerinde yalnızca dört kez kaybederek 21 şampiyonluğa ulaştığınızı düşünün. İki kere “Serena Slam” yaptığınızı (üst üste dört Grand Slam şampiyonluğu), üstelik ikincisine ilkinden tam 10 yıl sonra, geçtiğimiz sene ulaştığınızı düşünün. Bu yılki US Open’ı kazanmanız halinde de turnuvayı beşinci kez zirvede bitirecek ve kariyerinizde ilk kez takvim Grand Slam’i yapacaksınız ki 1988’de, siz daha 6 yaşındayken bu işi başaran Steffi Graf’tan beri bunu yapabilen olmamış. Ayrıca, bu zaferle açık tenis tarihinin Amerika Açık’ı en çok kazanan oyuncusu olacak, sizi bizzat “yüzyılda bir gelen bir fenomen” olarak niteleyen efsanevi tenisçi Chris Evert’ı geride bırakacaksınız. John McEnroe tarafından “tarihin gördüğü en büyük oyuncu” olarak tanımlanan bir tenisçi olduğunuzu düşünün. Ama bütün bunlara rağmen, kötü hakem kararlarıyla boğuşmak zorundasınız. Öyle ki kararların video tekrarlarıyla gözden geçirilmesi kuralı tartışılırken, en çok konuşulan isim yine sizsiniz. Siyah kadınların aşırı erkeksi ve çirkin olduğunu iddia eden ırkçı eleştirilere göğüs germek zorunda olduğunuzu düşünün. Oynayacağınız bir turnuvadan önce yapılan basın toplantısında, Rusya Tenis Federasyonu Başkanı Şamil Tarpisçev’in sizi ve kız kardeşinizi “tek bakışla insanı korkutan biraderler” olarak tanımlamasıyla ilgili yorum yapmanızın beklendiğini düşünün. Düşünün.

Kazanmak kelimesinin kökeninde hem neşe hem de zarafet yatar. Serena’nın zarafeti, onu sessizliğe zorlamaya çalışanlara boyun eğmemesinden geliyor. O, vücudu hakkında yapılan ırkçı yorumlara asla susarak karşılık vermiyor. O, zaferin beyaz ışığına asla öylece teslim olmuyor. Onun üstünlüğü, zafer yolunda çektiği zorlukları gizlemeye tenezzül etmemesinden geliyor. Siyah insanlar için yazılı olmayan bir zorunluluk var: Vehameti ne olursa olsun, ırkçı saldırıları alçakgönüllü bir duruşla sineye çekmeye mecbur ediliyorlar. Çünkü beyazlar bu tip şeylerin çok da önemli olmadığına inanmak istiyor. Ama Serena bu kurala uymamakta diretiyor. Nasıl yapıyor bilinmez ama kendisinden ödün vermeden üstün olmayı sürdürüyor. Herkesin önünde, herkese yanıt olarak, hislerini istediği gibi yaşamaya devam ediyor.

Örneğin; bu yılki Wimbledon’da, İngilizlerin sevgilisi Heather Watson’a karşı oynadığı maç. İngiliz rakete verilen inanılmaz destek yüzünden oyuna bir süre ara verilince işaret parmağını uzatarak seyircilere döndü ve şöyle dedi: “Beni sınamayın.” Bir grup seyircinin ya da bir hakemin saygısız veya adaletsiz davrandığını düşünürse, bunu mutlaka ifade ediyor. İsterse basitçe “Hayır, hayır, hayır” diyor, isterse çok daha şiddetli bir yol seçiyor. 2009 Amerika Açık’ta çizgi hakemine dönüp “Yemin ediyorum, şimdi bu lanet topu alıp boğazından içeri sokacağım” demesi gibi. Ve bunları yaptığı sırada, gerçek Serena’yı görüyoruz. Bize neşesini, esprilerini ve evet, öfkesini böyle gösteriyor. Bu yaptıklarıyla bize insan olmaya dair bütüncül bir portre sunuyor. Buna katlanamayanlar, sıradışı yetenekleri olan sıradan bir kişinin insanlığını hoş göremiyor.

Serena Williams of the United States reacts after defeating Agnieszka Radwanska of Poland to win the women's final match at the All England Lawn Tennis Championships at Wimbledon, England, Saturday, July 7, 2012.. (AP Photo/Anja Niedringhaus, Pool)
Serena Williams, bu büyük galibiyet kutlamalarını onlarca kez yaptı.

James Baldwin, Everybody’s Protest Novel adlı denemesinde şöyle yazmış: “İnsanlığımız; bizim yükümüz, yaşamımız. Onunla çatışmak yerine, çok daha zor olanı yapmaya çalışmalı, onu kabullenmeliyiz.” Birinin kendisini, insanlığını kabullenmesi için “beyaz ırkçı” bakış açısını bir kenara koyması gerek. Serena kendini o bakış açısından kurtardı. Ama kurtulmuş olması, kişiliğine yapılan saldırılar karşısında duygulanmayacağı ya da incinmeyeceği veya üstün olma hakkı için mücadele etmeyeceği anlamına gelmiyor. Serena’nın hiçbir sorunu yok ama bir yandan “muhteşem bir tenisçi” olup bir yandan da ‘iyi’ olmasını bekleyenlerin kesinlikle bir sorunu var. Serena neden ırkçılığa karşılık vermesin ki? Kimin dünyasında ırkçılığa verilecek doğru karşılık ‘nezaket’ olabilir? Siyah üstünlüğüyle beyaz üstünlüğü arasındaki en önemli fark, beyazların üstünlüğe ulaşırken ırkçılıkla mücadele etmek zorunda olmamasından kaynaklanıyor. Bunu bir düşünün.

İki yıl önce kanserden kurtuluşumu ve 50’nci yaş günümü kutlamak için Serena’nın Amerika Açık’ta oynayacağı yarı final maçını izlemeye karar verdim. Williams’ın finale yürüyüşüne tanıklık etmeyi umuyordum. Pek çok şeyin kontrolüm dışında gerçekleştiği bir yılı geride bırakmıştım ve Serena benim için kazanmaktan çok, zafer yolunda sarsılmaz bir dürtüyle ilerleme azmini temsil ediyordu. Vücudumun zayıf ve güçsüz olduğu hissinden henüz kurtulamamıştım (hala da kurtulabilmiş sayılmam). Kanserin yanında, şiddeti sürekli olarak artan ırkçı saldırıların getirdiği yorgunluk da beni hırpalamıştı.  Bazen Trayvon Martin cinayeti gibi vahim, bazen de sıradan bir adamın kapıyı sertçe yüzüme kapatması gibi basit bir hareketti bu yorgunluğun kaynağı. Her gün görünmezmiş gibi hissetmek, bazı günler de sırf görünmez olmadığım için fiziksel veya sözlü şiddete maruz kalmak, beni yıpratmıştı. Serena’nın ikimizin de ortak gerçeği olan bu olaylara rağmen gösterdiği güç ve konsantrasyon, beni garip bir biçimde avutuyordu.

O haftanın pazar günü, kadınlar finalini izlemek için Arthur Ashe Stadyumu’nu dolduran seyircilerin büyük çoğunluğu Serena’yı destekliyordu. Ama hemen yanımda oturan beyefendi, uzun boyu ve heybetiyle dikkat çeken sarışın tenisçi Victoria Azarenka’yı tutuyordu. Amerikalı olup olmadığını sordum, “Evet, Amerikalıyım” diye yanıt verdi.

“Amerika Açık’tayız. Neden Belarus’tan bir oyuncuyu destekliyorsun ki” dedim.

Cevabı “Sadece maç daha yakın geçsin istiyorum” oldu.

Serena ikinci seti kaybetmişti. Final seti başlarken adama dönüp yüzümden okunan bir hayal kırıklığı içinde tekrar sordum: “Neden hala Azarenka’yı destekliyorsun?” Susma hakkını kullandı. Serena’nın galibiyete yürüdüğü anlar geldiğinde ise koltuğu boştu. İşte o anlar geldiğinde, itiraf etmekten başka çarem kalmadı. Serena’nın kazanmasına ihtiyacım vardı. Yalnızca sevdiği sporcuyu destekleyen bir taraftar olarak değil, asla kanıtlanamayacak bir şeyi kanıtlamaya çalışan bir insan olarak bunu istiyordum. Serena’nın üstünlüğü biz siyahlara (daha doğrusu, bu yazıyı yazan siyaha) bir katkı sağlayacaksa eğer, bu ancak onun kazanmasına duyduğumuz ihtiyaçtan bizi kurtarmak olabilir.

Serena Williams, right, and her sister Venus Williams of the United States shake hands after defeating Vesna Dolonc of Serbia and Olga Savchuk of Ukraine in a first round women's doubles match at the All England Lawn Tennis Championships at Wimbledon, England, Thursday, June 28, 2012. (AP Photo/Alastair Grant)
Williams kardeşler teklerde tam 28 Grand Slam şampiyonluğu kazandılar.

“Beni anlamıyorsun.” Serena Williams bu sözleri söylerken sesinde belli belirsiz bir sabırsızlık hissediliyor: “Ben sadece kazanmakla ilgileniyorum.” Bu yılın Temmuz ayıydı. Serena’nın West Palm Beach’deki evinde karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. Yüzünde “Sen de mi?” dercesine ürkek bir ifade vardı. Kırmak veya ortak olmak üzere olduğu tenis rekorlarından konuşmak istiyor, konuyu oraya getirmek için elimden geleni yapıyordum ama onun tavrı netti: Meselenin 22 Grand Slam kazanmak olmadığındaısrar ediyordu. Takvim Grand Slam’i yapıp Steffi Graf’ın 22 Slam kazanma rekoruna ortak olmadan önce, üst üste yedi maç kazanıp Amerika Açık şampiyonu unvanını savunmalıydı. Kazanması gereken zaferlerden bahsedilecekse onun aklına oynayacağı bu maçlar geliyordu.

Üzerinde evinin çevresini sarmış palmiye ağaçlarını anımsatan desenlerle kaplı pembe bir tulum vardı. Ancak onun boyuna ve vücuduna sahip birinin taşıyabileceği, hayli iddialı bir elbise giymişti. Felsefesini şöyle açıkladı: Her seferinde sadece önündeki hedefe bakarak, çok da ileriyi düşünmemeyi öğrenmişti. 2014’te 18 Grand Slam şampiyonluğuna yaklaştığı sırada “deliye döndüğünü” söylüyor ve ekliyordu: “Chris Evert ve Martina Navratilova’yı yakalamak zorundaymışım gibi hissediyordum.” Efsaneleri yakalayayım derken Avustralya Açık’ta dördüncü, Fransa Açık’ta ikinci, Wimbledon’da da üçüncü turu bile geçemeyecekti. Amerika Açık’ta taktiğini değiştirip öncelikle çeyrek final hedefine ulaşmaya odaklandı. “İkinci haftayı göreyim, sonrasına bakarım” diye düşünüyordu: “Böyle düşünmeye başlamamla beraber, 19’ncu Grand Slam zaferi geldi. Aslına bakarsan, 21’e kadar da bu şekilde geldim. Dolayısıyla, şu an kafamda 22’nci şampiyonluk yok.” Bu cümlelerin ardından su şişesinden bir yudum aldı ve sanki başka bir sorgulama hattına geçmem için zaman tanıyormuş gibi bana tepeden bir bakış attı.

Üç yıl önce Fransız tenis koçu Patrick Mouratoglou’yla çalışma kararı aldığında, yeni antrenörünün yöntemlerinin Amerikan ırkçılığına karşı bir panzehir olup olamayacağını merak ediyordum. Ne de olsa babası Richard Williams’la çalıştığı dönemde bu faktör, yaptıkları çalışmaları oldukça etkilemişti. Baba Williams, ırkçılığın Serena ve Venus’ün kazanacağı zaferlere engel olmasını istememişti. Otobiyografisi Black and White: The Way I See It’de çevre okullardan Compton’a, kızlarını çalıştırdığı kortlara otobüslerle bir sürü çocuk getirttiğini ve kızlarına nigger da dahil olmak üzere her türlü hakareti etmeleri için hepsine para verdiğini anlatıyor ve ekliyordu: “Bu işi parasıyla yaptırıyor ve gelen çocuklara en ağır küfürleri etmelerini tembihliyordum.” Bu, Baba Williams’ın kızlarını gelecekte karşılarına çıkacak zorluklara alıştırma yöntemiydi. Ama ırkçılığa böylesine odaklanmış olması, kızlarının kort içinde ve dışında iki ayrı cephede savaşması anlamına gelecekti. Kendi hayat tecrübemden de bildiğim gibi, böylesine bir teyakkuz hali insanı tüketir. İnsanın içindeki karamsarlık ve stres büyürken, hiçbir şey olmuyormuş gibi davranıp susmak her zaman daha kolaydır.

Mouratoglou, Serena’nın odak noktasını ırkçılık yerine (bir Grand Slam’e hazırlanırken, kıracağı rekoru düşünmemeye özen gösterdiğini belirtse de) rekorlara çevirmiş. Belki de bundan dolayı, 2001’de ırkçı hakaretlerle karışık yuhalanması yüzünden boykot etmeye başladığı Indian Wells’e bu yıl geri döndü. Serena artık sporcu olarak bırakacağı mirası büyütmeye yönelik kararlar alıyor. Mouratoglou 24 Grand Slam kazanarak tarihin bu konuda en başarılı oyuncusu olan Margaret Court’un rekoruna ortak olabileceğinden emin. Amerikalı tenisçi, yeni antrenörüyle ilk sohbetini hatırlarken gülüyor. Konuşmaya şöyle başlamış: “Ben rahatım. Tenis oynamak istiyorum. Kaybetmekten nefret ediyorum. Kazanmak istiyorum. Ama kafamda sayılar yok.” Mouratoglou bu bakış açısını kabul etmemiş: “Artık kafana sayıları sokmamızın vakti geldi.”

Ona kazanmanın nasıl bir his olduğunu sordum. Kazanmayı tamamen özgür olduğu bir alan; kule hakemlerinin farkında olmadan yaptıkları ırkçı saçmalıkların, vücuduna yöneltilen eleştirilerin, ‘doğal olmayan’ bir güce sahip olduğu söylemlerinin, çirkin bir insan olarak görülmesinin önemini kaybettiği, özgür bir alan olarak tanımlayacağını düşünüyordum. Indian Wells’teki yuhalama sırasında olduğu gibi, ırkçılık zafer anlarının anlamını yok etmediyse, kazandıklarının onu bir siyah olarak yaşamanın getirdiği stresten kısa bir an için de olsa kurtardığını tahmin ediyordum. Ama Serena tarihinden ve kültüründen uzaklaşmak gibi bir isteğinin olmadığını açıkça belirtti. Yalnızca zafere yürümeye odaklandığında bile, birilerini temsil ettiğinin farkındaydı. “Öncelikle kendim için oynuyorum” diyerek başladı anlatmaya. “Ama aynı zamanda kendimden çok daha büyük bir şey için de oynadığımı, çok daha büyük bir şeyi temsil ettiğimi biliyorum. Bununla gurur duyuyorum. Bunu seviyorum ve istiyorum. Ama işin en sonunda, korta çıktığımda önce kendim için oynuyorum.”

Serena’nın kazanması beklenen bir sonraki turnuva: Amerika Açık. Çizgi hakemlerinin skandal kararlarından uyarılara ve para cezalarına kadar en dramatik olayları yaşadığı turnuva. Kendisi de orada başına gelen bazı olaylar sırasında, kendini kaybettiğini itiraf ediyor. Örneğin, 2011’de oynanan bir maçta, kule hakemi Eva Asderaki oynanan bir ralli bitmeden “Come on” diye bağırdığı için kendisi aleyhine karar verince sinirden kendini tırmalamış ve hakeme başka tarafa bakmasını söylemiş.  Ancak son yıllarda seyirciyle aralarında bir bağ kurulmaya başladığını da söylemeden geçmiyor. “Artık olay çıkmayacak mı yani?” diye soruyorum. Sorunun cevabı gelmeden ikimiz de gülmeye başlıyoruz. Tabii ki her şeyi kontrol etmesi imkansız! Sonra Serena bir anda gülmeyi bırakıyor ve cevap veriyor: “Orada hiçbir olay yaşamak istemiyorum. Ama her zaman kendim olacağım. Ne olursa olsun kendim olmaya ve kendime karşı dürüst davranmaya devam edeceğim.”

İçimden “bundan şüphem yok” diyorum. Çünkü benim için Serena’nın zaferler kazanması kadar önemli bir şey daha var: Bir siyah gibi davranmayı bırakmadan duygusal anlamda bütüncül bir insan olmaya devam etmesi. Evet, kazanıyor ama kendini kaybettiği de oluyor. Şakalar yapıyor, sinirleniyor, hüsranı veya neşeyi, öfkeyi veya mutluluğu, kederi veya huzuru tam anlamıyla yaşıyor. Siyahların yaşama hakkına ölümle cevap veren bir toplumda, korkusuzca kendinden ödün vermemeyi sürdürüyor.

Serena Williams of the U.S., left, holds her trophy after her tennis victory against Maria Sharapova of Russia, right, on the final of the WTA Championships in Istanbul, Turkey, Sunday, Oct. 28, 2012. (AP Photo)
Serena’nın kendisine karşı olan dev üstünlüğüne rağmen, Maria Sharapova hâlâ dünyanın en çok kazanan kadın sporcusu.

Bu yılın Temmuz ayında, London School of Marketing (L.S.M.) pazarlanabilirliği en yüksek spor yıldızlarının bir listesini yayınladı ve 20 kişilik listede yalnızca iki kadın vardı: Maria Sharapova ve Serena Williams. Sırasıyla 12’nci ve 20’nci sıralardı. Tenis kortunda bariz bir şekilde Serena’nın gerisinde olmasına rağmen, (Serena’nın Sharapova’yla karşı karşıya geldiği maçlarda 18-2, Grand Slam şampiyonluklarında 21-5, dünya 1 numarasında kalma konusunda da 247 haftaya karşı 21 haftalık bir üstünlüğü var) Sharapova kort dışında rakibine karşı finansal anlamda avantajlı konumda demekti bu.  Forbes’un bu yıl yaptığı listeye göre; Rus tenisçi 29 milyon dolarlık yıllık geliriyle bir yılda 24 milyon Dolar kazanan Serena’yı geride bırakarak dünyanın en çok kazanan kadın sporcusu da oldu.

Chris Evert’a L.S.M.’in yaptığı listeyi sorduğumda şöyle yanıt veriyor: “Bence iş dünyası hala güzel yüzlü sarışın kızları seviyor”. Bu tercih, muhteşem kariyeri boyunca Evert’ın da çok işine yaradı. Röportajımız sırasında bu durumun ırkla da ilişkili olduğunu iddia ettim. Sonuçta, Serena da bir dönem sarışındı. Ancak tabii ki, milyonlarca tüketici için “doğru türden” bir sarışın değildi. “Maria iş ve iş kadını olmakla ilgili meselelerle çok genç bir yaştan itibaren çok ilgiliydi. Bu konuda çok sıkı çalışıyor” dedi Evert ve ekledi: “İş dünyasının bu konudaki tercihi, direkt olarak ırkla değil daha çok ‘belirli’ bir tip veya imajla ilgili.” Evert’a kortta kendini ispat etmek için çok yolu olan, uzun boylu ve sarışın tenisçi Eugenie Brouchard’ın Britanyalı spor dergisi SportsPro tarafından dünyanın en pazarlanabilir sporcusu seçilmesiyle ilgili ne düşündüğünü sorduğumda, cevabı “Görüyorsun işte” oldu. Evert’ın bu cümlesiyle, Serena’nın Forbes listesinde asla Sharapova’nın üzerine çıkamayacağı düşünceme bir an için katıldığını hissettim.

Sıralamadaki yerini sorduğumda, Serena şöyle cevap verdi: “Beyaz ve sarışın birini pazarlamak istiyorlarsa bu onların tercihi.” Sesindeki sabırsızlık geri dönmüştü ama sebebi ben miydim, yoksa liste mi ya da ikisi birden mi, bilmiyorum. “Benimle çalışmaktan keyif alan pek çok sponsorum var.” JPMorgan Chase, Wilson Sporting Goods, Pepsi ve Nike onlardan bazıları. “Burada oturup daha çok kazanıyorum, o halde listede üst sıradaki ben olmalıydım diyemem.” Söz, kortta ona rakip olamayan “rakibi” Sharapova’ya gelince, Serena diplomatik bir yanıt verdi: “Onun için mutluyum. Çünkü o da çok çalışıyor. Pasta hepimize yetecek kadar büyük.”

Global şirketler tarafından tercih edilmekle ilgili konuşulması gereken daha başka ve belki de daha önemli bir konu var: Kimin daha değerli, daha cazip ve ‘iyi bir hayata’ daha yakın göründüğü meselesi. Beyaz hayal pazarları; beyazlığı ve sarışınlığı mutlu bir hayatla eşleştirmeyi sürdürdükçe, stereotip düşünceler oldukları gibi kalmaya devam edecek. Serena en iyisi olmasına, herkesten daha fazla Grand Slam kazanmasına rağmen, Amerikan kültürü içerisinde bunu tam anlamıyla temsil etmesine (en azından pazarlama boyutunda) müsaade edilmiyor.

Ama Serena seçilen taraf olmakla ilgili tartışmalarla (bu alanda rakipleri kadar güçlü olmadığı için) pek ilgilenmeyip dikkatini ondan önce gelenlerle arasındaki ilişkiye yöneltiyor: “Halimize şükretmeli ve karamsarlığa kapılmadan yola devam etmeliyiz ki benden sonraki siyah kişi o listede ilk sıraya çıkabilsin. Belki de o kişi ben olmamalıydım. Belki de benden sonra gelen kişi oraya çok daha uygun olacak ve şu an onun için kapıyı aralıyorum. Tıpkı Zina Garrison’ın, Althea Gibson’ın, Arthur Ashe’in ve Venus’ün benim önümde araladıkları kapılar gibi… Ben de benden sonra gelecek kişi için bir sonraki kapıyı açıyorum.”

Serena’nın diğer Afro-Amerikan sporcularla arasındaki ilişkiyi öne çıkaran bu sözlerinden çok etkilendim. Beyaz olmanın getirdiği en önemli ayrıcalıklardan biri, beyazların başardığı işlerin yalnızca onlara ait olabileceği, olduğu ve her zaman öyle olacağı düşüncesidir.  Tenis kortlarına ev sahipliği yapan özel kulüpler, bu düşünceden dolayı 20’nci yüzyılın ikinci yarısına kadar azınlıklara kapalı kalmıştır. Serena bu sözleriyle bana kendine özgü bir fenomen olmasının yanında başka bir özelliği olduğunu da hatırlattı: O, kendisi gibi üstün olma hakkı için direnen köklü bir Afro-Amerikan geleneğinin son halkasıydı. Daha da önemlisi, bu direniş beyaz olmaya bir değer atfeden ve bu renk ayrımını sürdürmek için uzun süre çırpınan bir alanda gerçekleşiyordu.

Onun üstünlüğü, hepimiz için yeni bir tarih yazma kabiliyetiyle beraber geliyor. Sakatlanmadığı sürece (ve bu yılki U.S. Open’da ne yaşanırsa yaşansın) Graf’ın 22 Grand Slam’lik rekoruna ortak olmaması ve rekoru kırmaması için bir sebep yok.  Ben, Serena’nın kazanmasını istiyorum ama şunu da iyi biliyorum: Onun zaferleri, kendisinin başlatmadığı hiçbir şeyin sonunu getirmeyecek. O, bunun yerine yeni bir hikâye yazıyor. Kazanmanın ırkçılığı durdurma sorumluluğu taşımadığı, yalnızca kazanmak için kazandığımız yeni bir hikâye.

O hikâyede, Serena üstün olanın yalnızca kendisi olduğunu biliyor.

Çeviri: Anıl Can Sedef, Niko Yenibayrak (Şota’nın Tercümanları)

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce
Sıfır

Sıfır

3 sene önce