Scottie Pippen söyleşisi için Dubai’deki Sole DXB Sneaker Kültürü Festivali’ne giderken, “Keşke zamanlama tutsaydı da Kasım 2016 sayısındaki Michael Jordan özel dosyasına yetişseydi” diye iç geçiriyordum. Sonra sonra fark ettim; yoksa bu bir sorun ya da yanlış değil miydi? Zira Dream Team kitabında Jack McCallum tarafından bile ‘Gölge Adam’ lakabıyla anılan Pippen, aslında ‘Jordan’ın yanındaki adam’ olmaktan çok daha ötesiydi, bir süper yıldızdı. Karşısındaki sandalyeye oturduğumda bunu daha iyi anladım; yanında Jordan yoktu ama yıllar önce sahada akıcı basketbolunu oynarkenki kadar fit ve karizmatikti hâlâ. Hiç çıkarmadığı siyah güneş gözlükleriyle bir caz sanatçısı edasındaydı. Fark yaratmış ancak asla hak ettiği takdiri görmemiş bir caz virtüözü gibi…
Arkansas’ta bir evin arka bahçesinde, toprak sahadaki potada başlayan yolculuk, sizi NBA tarihinin en iyi 50 oyuncusundan birine dönüştürdü. Bu yolculukta dönüm noktaları nelerdi?
En önemlisi, tabii ki kendine inanmaktı. Çocukluğumdan itibaren özgüvenim hep yüksek olmuştu. Ailemin bu konuda rolü büyüktür. Tabii birçok dönüm noktası oldu o yolculukta. Ama hepsinde kendime inancım sayesinde doğru kararları aldım. Daha doğrusu, karar almakta ve o yolda ilerlemekte hep cesur oldum. Kolejdeki ilk senem önemlidir bu anlamda. Hiçbir üniversiteden burs alamamıştım. Central Arkansas Koleji’ne gittim. Boyum 1.85 metreydi. Lisede oyun kurucu olarak oynayıp başarılar elde etmiştim. O sene boyum bir anda çok uzadı. 2.03 metre oldum. Daha önce bir numarada oynadığım için, bu dramatik fiziksel değişime oyun tarzımı entegre edebildim. Uzun kollar, bacaklar, dev bir fizik… Oyun kurucu gibi top sürüp topa yön verebiliyordum. NBA’de başarılar elde edecek o oyuncuya dönüşmeye başladım. Normalde alt liglerde oynayan bir kolejdeydim ama bu sayede çok dikkat çektim. Her istatistikte etkiliydim. Sayı, top çalma, hepsi… Ve kolejden bursu da aldım. Özgüven ve hazırlıklı olmak; büyük bir oyuncu olmak için olmazsa olmazlar.
Basketbolun 1990’lardan 2000’lere geçişinin oyuncu bazında sembolüydünüz, bilhassa pozisyon tanımları açısından. Bu o günlerden mi geliyordu?
Farklı pozisyonları oynayabiliyordum. Bu o dönem NBA’de çok yaygın bir durum değildi. Oyuna her yönden etki etmek gibi bir yaklaşımım vardı, çok yönlülük ve çeşitlilik katıyordum. Hem savunmada hem de hücumda… Michael (Jordan) ile oynadığım senelerin getirdiği o yüksek rekabetçi olma güdüsünü de eklediğimizde de zaten kokteyl tamamlanıyordu. Pozisyonların, özellikle de benim oynadığım 2-3 numara pozisyonunun çok yönlülüğü basketbola bambaşka bir boyut kattı. Evet, bunda öncülerden biri olduğumu söyleyebilirim.
Çok da kolay olmadı ama değil mi? Sam Smith’in Jordan Rules kitabında irdelediği, Bulls ile ilk şampiyonluğa ulaştığınız senede karşılaştığınız sorunlar var… Bunların temeli neydi?
Her şeyden önce takım olmaya ve kendi kimliğimizi bulmaya uğraşıyorduk. Birbirimizle iletişim kurmaya çalışıyorduk. Bunları yaparken da olgunlaşmamız ve birbirimize güvenmemiz gerekiyordu. Genç ve hırslıydık. Bunu sahaya yansıtmamız lazımdı. Karşımıza çıkan engelleri aşmak da bizi zorluyordu doğal olarak.
O yıldan sonra da Jordan ile birlikte tarihin en iyi savunma ikililerinden birine dönüştünüz. Aslında skorer olarak bilinirken savunmada bu uyumu oluşturmak zor oldu mu?
İkimizin de kazanmaya ve rekabet etmeye doymayan bir yapısı vardı. Hep daha iyisini istiyorduk. Her geçen gün birbirimizi daha iyiye ve yukarı taşımak için zorluyorduk. Bu bazen yüksek frekansa ulaşabiliyordu ama gerekliydi de… Her gün antrenmanda ya da maçta birbirimizle de rekabet ediyorduk. O rekabet hissi savunmada da büyük bir uyuma ve ekstra çabaya dönüşüyordu. 90’larda sert olmak zorundaydınız. Başka yolu yoktu. Biraz Detroit Pistons ile yaşanan gaddar serilerin de etkisi vardı. O frekansa çıkmamız gerekiyordu. Bunun için de birbirimizi, hatta takım arkadaşlarımızı sürekli zorlamalıydık.
90’lar demişken, Patrick Ewing’in üzerinden bastığınız smaç hâlâ farklı hatırlanır. Bir semboldür. O smaç öncesi karar anınızı hatırlıyor musunuz?
Her zaman kazanmak ve yüksek seviye rekabet için oynadım; başka bir amacım olmadı. Ve hiç korkum da olmadı. Kendime sınır da koymadım. Hep çembere gitmeyi amaçladım. Hele ki Knicks gibi, maçların farklı yoğunlukta geçtiği rakiplere karşı. Rekabet doruktaydı. O smaç da o anlardan biriydi. Karşı karşıyaydık; Pat ve ben. Tek yol vardı. Sonrasını biliyorsunuz zaten.
1995-1996 Chicago Bulls takımı, tarihin en iyisi olarak gösterilir. Neden?
Kazandığımız maç sayısının bunda etkisi çok fazla. Rekor senesiydi sonuçta. Ayrıca, belli bir stille kazanıyorduk. O güne kadar görülmemiş bir şeydi bu. Üstelik iki konferansta da iyi takım sayısı çok fazlaydı. 90’lar bambaşkaydı. Sezon sonunda şampiyonluğu kazanmamız da tarihin en iyi takımı olarak hâlâ en önde olmamızda etken. Golden State Warriors geçen sezon şampiyon olsaydı bakış açısı değişirdi belki.
O Bulls takımındaki en özel karakter kimdi? Farklı etkiyi yaratan kimdi?
Hiç kuşkusuz Dennis Rodman’dı. Farklı kişiliği bir yana, o da kazanmak için yaşayan bir oyuncuydu. Michael ile bize başka bir tamamlayıcı rol sunuyordu. O dönemde problemlerini çözüp kafasını tekrar basketbola vermesi dönüm noktasıydı bizim için. Kendisi için de tabii. Çünkü öyle olduğunda takımı
için sahada yapmayacağı şey yoktu. Kendini en basit pozisyon için yere atmayı göze alan savaşçılığından tutun, rakibin sinirlerini bozmasına kadar. Daha önce yaşadığı sorunların nedeni belki de takım arkadaşları tarafından güven duyulan biri olmamasıydı ama o yıl, özel bir takıma sahiptik. Kendisine güven duyduğumuzu hep hissettirdik.
Houston’da istediğinizi bulamayıp Portland’da eski günlerinize döndünüz. Orada kendinizi daha genç mi hissetiniz?
Daha genç hissettiğimi söyleyemem. Ama etrafımda çok iyi genç oyuncular vardı. Beni daha iyiymiş gibi gösteren de onlardı. Houston’da ise çok büyük ama savaşma isteği azalmış oyuncular vardı. Portland bende yeniden rekabet patlaması yaratmıştı. Herkes çok istekliydi. Fakat son bir şampiyonluk gelmedi, ne yazık ki…
Phil Jackson’ın kitabında bir cümle var: “Bu genç adamların aralarında bir bağ kurup kendilerinden yüce bir şeye odaklanmaları beni duygulandırıyor.” Bu size göre ne kadar önemli?
İşin kilit noktası bu zaten. Bulls’taki ilk sezonla ilgili anlatmaya çalıştığım da buydu zaten. Bir takımı bu şekilde bir araya getirebilirsiniz. Bireysel güçlerinizi kendiniz için değil de takım için sahaya yansıttığınızda şampiyon olabilecek takımın temeli atılmış oluyor zaten. Phil bunu bizimle çok yaşadığı için en iyisini biliyor tabii…
Geçtiğimiz yılki Warriors ile 1995-1996 Bulls arasındaki kıyaslamalara gelirsek… Bugünkü basketbolu 20 yıl önceyle kıyaslamak zor mu? Oyun nasıl değişti?
Oyun, son dönemde devasa bir değişim gösterdi. İşin savunma tarafında oynamaktan her zaman büyük gurur duymuş biri olarak, oyunun tamamen sahanın diğer tarafına taşındığını söyleyebilirim. Basketbol artık hücuma odaklanmış durumda; her şey daha fazla sayı ve daha fazla şut atmak üzerine. Oyuncular çok daha özgürler ve artık 80’ler veya 90’larda olduğu kadar fiziksel mücadeleye yer yok. Ama son kertede hâlâ aynı oyundan bahsediyoruz. Sadece, basketbolun daha adil bir hâle gelmesi için fiziksel mücadele biraz daha sınırlandı. Ayrıca, artık uluslararası oyunculara daha açık bir lig var. Onlar da oyuna çok daha uyum sağlamış durumdalar ve eğer iyi bir şutörseniz kesinlikle NBA’de oynayabilirsiniz.
Peki sizce küreselleşme basketbolu nasıl etkiliyor?
1992 Barselona Olimpiyatı’nda oynadığımız zamanı hatırlıyorum da bence Avrupalı sporcular 90’lardakilere göre çok daha yetenekliler. Çok yönlü oyuncular hâline geldiler. Onlar hep
iyi şutörler olarak bilinirlerdi ama bazı kural değişiklikleri, onları daha etkili oyunculara dönüştürdü. Basketbol gelişmeye devam ediyor ve sporcular da küresel olarak daha çok tanınıyorlar. Oyuncular da tıpkı NBA gibi bunu kendi lehlerine kullandılar. Taraftarların oyuna duydukları heyecan sayesinde basketbolcular kendi markalarını yaratma şansı buldular. Onların kendilerini sosyal medya vasıtasıyla nasıl tanıttıklarını görmek heyecan verici ve bu durum hem basketbola hem de taraftarların bu dünyaya daha entegre hâle gelmesine yardımcı oldu.
Sizi gerçekten heyecanlandıran, oyunu değiştirme potansiyeline sahip bir basketbolcu var mı?
Bugünkü basketbola baktığımda LeBron James ile Stephen Curry bu sorunun cevabı gibi gözüküyorlar. Arkalarından Anthony Davis ve Kevin Durant tarzı; çok atletik, şut atabilen, pozisyonlarını yeniden tanımlayan uzunlar geliyor. Takım olarak Cleveland Cavaliers ile Golden State Warriors ayrı bir seviyedeler. Kadrodaki yıldız isimlerle çıtayı bambaşka noktalara çekecekler. Şu an dünyadaki en iyi iki takım kesinlikle onlar ve ne başka bir oyuncunun ne de başka bir takımın onların ötesine geçebileceğini sanmıyorum.
Popüler kültürün bir parçası olmak, şarkılarda adı geçen ya da ünlü isimlerle çeşitli yapımlarda rol alan birine dönüşmek nasıl bir duygu?
Bu hususlar yolculuğun bir parçası. Geriye dönüp bakıyorum, mesela bizler ayakkabılara bugünkü kadar odaklanmış değildik. O dönemki ayakkabılar tamamen performans odaklıydı, artık bir yaşam tarzının da dışavurumu konumundalar. Oyunun küreselleşmesinden ötürü artık şarkıcılar ve yapımcılar da basketbolun büyüsüne kapılmış durumdalar. Benim zamanımda, ayakkabılarım parkenin dışında meşhur değildi ama bugünün dünyasına baktığınızda, ayakkabılar performanstan ziyade yaşam tarzına odaklanmış durumda.
Muhteşem bir kariyeriniz var. Aynı yıl hem NBA hem de olimpiyat şampiyonluğu yaşamayı iki kez başaran tek oyuncusunuz… Diğerlerinin üzerinde tuttuğunuz bir başarınız ya da her şeyden ayrı yerde duran bir anınız var mı?
Her şeyin nasıl başladığına dönüp baktığımda, en büyük başarılarımdan biri kolej bursu kazanmaktı. Yolculuğumu bu başlattı. Hiçbir zaman dışarıda kalmak istemedim; sürekli ilk sırada bitirmeyi, zirvede olmayı amaçladım. Bu düşünce yapısı kariyerimi de şekillendirdi. Her zaman daha iyi olmak, en iyi olmak istedim.
Oyuna âşık olmanıza ve bu kadar fazla çalışmanıza sebep olan faktör neydi?
Basketbolu ilk günden itibaren sevdim. Bu sporu izleyerek büyüdüm ve basketbol oynayan birçok arkadaşım vardı. Genç bir oyuncu olarak kariyerimin bir noktasında benim de aynı yolu seçeceğimi fark ettim: Büyük bir kolejden burs kazanmak ve devamında NBA’de oynayıp en iyi basketbolculardan biri hâline gelmek. Burs alamadığım dönemde dahi kendime inandım ve odaklanmaya devam edersem işlerin yola gireceğini düşündüm. Asla havlu atmadım. İnandığım şeylerden hiçbir zaman vazgeçmediğim için sonunda hayatım değişti.
*Bu yazı ilk olarak Ocak 2017 sayısında yayımlanmıştır. Bütün sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.