14 Şubat’tı ve birkaç gün önce reddedilmiştim.
Yapacak daha iyi bir şeyim yoktu, kafamda kurduğum bütün planlar suya düşmüştü. Keşke plan yapmadan sorsaydım diye düşündüm. İyi kötü her şeyi kafamda kurma alışkanlığım var. Mustafa Denizlivari kafamda oynarım hayatı. Ara sıra dalgınlığım da bundan oluyor.
Akşamım boştu. Az cipsim vardı, bakkal kapalı, film kötüydü. Zaten film izlemek de istemiyordum. Kafamda bir şeyler kuruyordum yine. Muhtemelen beynimdeki DeLorean’a binip, zaman sayacını kızla tanıştığım günden öncesine ayarlayacaktım. Filmden gördüğüm kadarıyla, hiç tanışmamış olsak fotoğraftan silinirdi belki.
Film mi kötüydü, dibinde az kalmış cipsi filme yetiremem diye mi sinirlendim bilmiyorum. Hikâyenin burasında “Sinirlenip balkona çıktım ve bir sigara yaktım” diyebilmeyi çok isterdim. Çünkü filmi kapatıp odama gittiğimde aklıma yapacak daha iyi bir şey gelmedi. Kendimden nefret etmeme ramak kalmıştı artık. Yerdeki eşofman altını görüp katlayayım, dedim. Sonra vazgeçip giydim. Bayağı saçma bir hamleydi aslında ama iyi geldi. Bir de forma giydim üstüme. Gözümün önündeki mp3 çaları alıp ayakkabıları ayağıma geçirdim. Bugün düşünüyorum, eşofmanı yere atmamış olsam, mp3 çalarımın şarjı olmasa ya da parka yakın bir yerde oturuyor olmasam büyük ihtimal bakkaldan cips ısmarlayıp seyrederdim ben o filmi. Göbeğimin kenarlarından taşan depresif simide bakarak koşup koşamayacağımı düşünüyordum merdivenden inerken. Organlarımın büyük çoğunluğu “Filme ne oldu?” diye birbirine sorarken dışarı çıkmaya karar vermiştim ve yalan söylemeyeyim; merdivenlerden inerken sıcak apartmanın içinden çıkmak kadar saçma bir fikirmiş gibi geldi ki katlar bitmesin istedim. Bitti. Parka çıktım. Buz gibiydi!..
O akşam sadece 2.5 kilometre koşabildim. Yarım saatin ilk 10 dakikasındaki her adımda bu fikirden dolayı kendime küfrederek… Son 20 dakika öyle değildi ama. Ne mesafe, ne de nefes nefese kalışım önemliydi. Az önceki sıkıntılarımın hiçbirinden eser kalmamıştı. Koşarken serbesttim, koştuktan sonra zihnim bebek gibi olmuştu. “Koschmacht Frei!” idi.
İki senedir, en kötü ihtimalle haftada iki kere koşuyorum. Çok abartmayayım, koşmak hayatımı değiştirmedi. Yemem gerekenden daha fazla yediğim için aldığım kiloları verdirdi, sakinleştirdi, her şeye daha rahat konsantre olmamı sağladı, fitleştirdi, kendimi iyi hissettirdi. (Tamam biraz değiştirmiş…)
Koşarken sadece kulağınızdaki müziği ve etrafınızda aslında sizin için hiçbir şey ifade etmeyen şeyleri hissediyorsunuz. Biraz bilinç kaybı gibi. Ya da koşmak için ayırdığınız sürede farklı bir bilince ulaşıyorsunuz diyeyim. Benim hoşuma giden de bu; günlük bilincin yitimi, çok ufak bir zaman için de olsa farklı bir boyuta geçiş, kim olduğunu, neler yaptığını ve yapabileceğini gözden geçirmek… Koşarken birkaç gün önce yaşadığınız ve kaybettiğiniz tartışmayı kazanabiliyorsunuz, 10 sene sonraki halinizi hayal edip onu yaşayabiliyorsunuz ya da en basiti, her şey yolundaymış gibi düşünebiliyorsunuz. Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım kitabında dediği gibi: “Dünyada bilincini yitirmek üzere olan insanın gördüğü illüzyonlar kadar güzel hiçbir şey yoktur.”
Yalnız kalmanın zaman zaman ihtiyaç olmasından öte, bazı insanlar için yaşam biçimi olabileceği çok aklımıza gelmiyor.
Evet , yalnızlık bir insan için çok ciddi bir ihtiyaç ve bunu yapamıyoruz. Yalnız kalmak için fazla meşgul, fazla iç içeyiz. En basiti; kendimize ayırdığımız zaman içerisinde bile, birkaç kez sosyal medyayı kontrol etmek var. Koşmak, benim için işte tam da bu noktada devreye giriyor. Zihni berraklaştıran tarafı da tam olarak burası.
Sekiz sene hentbol oynamış ve sonrasında sakatlıktan dolayı bırakmış birisi olarak yeniden düzenli spor yapmak, kaybolan köpeğimi yıllar sonra bulmak gibiydi. Koşmaya başladığımda eşofman altı ve Arsenal formam vardı sadece. Etrafımdakilere koşuya çıktığımı söylediğim ilk birkaç haftada “Niye, rahat mı battı?” sorusu geliyordu ki bir bakıma haklıydılar. O dönemde ben de düşünüyordum “Rahat mı batıyor lan hakikaten?” diye. Bir iki ay içerisinde bağımlılık haline geldi ve “Anlayamazsınız” durumuna dönüştü koşmak.
Koştukça, koşucular ne yapar diye kafa yormaya başladım. Kitap, dergi, makale, diyet… Belki fazla abartılı geliyor ama hayatıma anlam kazandıran şeyden daha fazla zevk alabilmek için her şeyi yapabilirdim. Her gün koşabilmek, daha uzun koşabilmek… Koşmanın benim için başlarda sahip olduğu anlamı yitirmesinden korkup bir şeyler aramaya başladım. Emil Zatopek’in “Bir koşucu, kalbindeki hayallerle koşar” sözünü görünce, artık 2.5 kilometrelik dön-dolaşlı parkurumdan sıkıldığımı fark ettim. Hamster gibi sürekli aynı yerde dönüp dolaşmak baştaki keyfi vermemeye başlamıştı. Ayrıca belediyenin parka koyduğu jimnastik aletlerinde gece sporu yapan teyzelerle aynı yerde koşuyor olmak da biraz sinirimi bozuyordu. Ne için olduğu belirsiz ayakkabım, eşofmanım ve Arsenal formam da yetmemeye başlamıştı. Koşu ekipmanı ve zaman-mesafe ölçerli bir telefon olsa, bir hedef için koşmak kaçınılmaz olacaktı. Oldu da.
Vodafone İstanbul Maratonu’nun 15 kilometre koşusu için kayıt yaptırdıktan sonra Google Maps’i açıp 15 kilometrenin evimden nereye kadar uzandığına baktım. Normal şartlarda İstanbul trafiğinde arabayla 1.5-2 saatte gidilebilecek bir mesafeyi koşacağımı gördükten sonra ufak bir titreme geldiğini söyleyebilirim.
Hem, tek seferde maksimum 5 kilometre koşup duştan sonra su içmeye bile üşenir hale gelen birinin o mesafenin üç katını nasıl çıkaracağını hiç anlamamıştım. Ama dediğim gibi; daha fazla koşmaya ihtiyacım vardı. Hatta kendimi zorlamak istiyordum. Zorladım. Birkaç ay önce 2.5 kilometreyi yarım saatte koşup öleyazan biri olarak, Vodafone İstanbul Maratonu’ndaki 15 kilometrelik yarışı 1 saat 15 dakikada bitirdim. Emin olun, çizgiden geçerkenki kadar kendimi mutlu hissettiğim çok az an var.
Koşmak, tüm zihinsel ve fiziksel getirilerinin yanında kendinizi tanımanıza yol açan bir eylem. Kendinizi zorladığınızda neler olabileceğini görebilmek adına bulunmaz nimet. Eminim, her sporsever çok sevdiği sporun profesyoneli olmak, en üst düzeyinde yarışmak isteyip bunun hayalini kurmuştur. Toplu sporlarda bir profesyonel sporcu gibi hissetmeniz için stadyumda, ışıklar altında, iyi derecede bir yetenekle birlikte o sporu yapmanız gerek. Koşarken bir profesyonel gibi hissetmek için ise sadece koşacak bir alan ve kıyafet yeterli. Mo Farah’ın da ormanda koşuya çıktığını bilerek antrenman yapmanız, Tirunesh Dibaba’nın da antrenmanını bitirdiğinde sizin gibi hissettiğini bilmeniz belki de hiçbir zaman olamayacağınız biri gibi hissetmenizi sağlıyor. Onlardan biri gibi hissetmenizi… Ben böyle başladım.