Roger Federer’i ilk gördüğüm anı hatırlıyorum da… Sene 1998’di, gençler tenisinin prestijli turnuvalarından Orange Bowl için Miami’deydim. Tabii bu müsabakalar hiçbir zaman geleceğin kesin bir projeksiyonu değildir; zira çok iyi amatör oyuncular, profesyonel turun talepkârlığı karşısında cevapsız kalıp başarılı olamamıştır. Ancak yine de tarihin en büyük oyuncularından birçoğunun genç yaşlarda uğradığı bir yerden bahsediyorum. Genç İsviçreli ise o baskıyı hissediyormuş gibi değildi. Sanki kendisinin farkındaydı. Günün birinde kariyerinin nerelere gideceği konusunda henüz fikri yoktu, olamazdı da… Ama rahattı işte. Soyunma odasında diğer genç tenisçilerle şakalaşıyor, sempatik bir görüntü çiziyordu.
Size İsviçre’den gelen, saçlarını sarıya boyamış o komik çocuğu ilk izleyişimde neler gördüğümü söyleyeyim mi? Şu an Roger Federer denince zihninizde belirenlerin aynısını! Her şeyi çok kolaymış gibi gösteren bir yetenek, müthiş bir hareket kabiliyeti, kedi gibi bir çabukluk… 19 yıl önce o gün, hepsi aynen karşımdaydı. Zaten turnuvayı da kazandı. Hem de finalde, dönemin sağlam genç oyuncularından biri olan Guillermo Coria’yı geçerek. Kaliteli ve kompakt bir oyunu vardı ama hiçbir zaman bilemezsiniz; o yaşlarda hiçbir tenisçinin, büyük bir şampiyona dönüşebilecek meziyetleri geliştirmesi garanti değildir. Yetenekten çok daha fazlasına ihtiyaç vardır.
“Bu çocukta iş var” demiştim kendi kendime. Servisi fena değildi, file önüne çıkmakta problemi yoktu fakat gördüğüm en önemli eksikliği; henüz öldürücü bir vuruşunun olmayışıydı. En üst düzeyde başarılı olacak bir kuvvet görememiştim. Doğal yetenek ve ayak çalışması oradaydı ancak 17 yaşındaki Roger Federer’in büyük bir silahı yoktu. Az önce bahsettiğim meziyetlerden biri de budur. Filenin karşısından gelen topların hızı arttıkça, işler fizikselleşir. Yani Federer’in, sahip olduğu becerikli ama yeterince ateş gücü olmayan oyununu alıp fantastik kariyerini inşa edebilecek seviyeye çekmesi ilk büyük başarısıydı.
Şimdi Roger’ın tüm yaptıklarına, büyük bir fotoğraf gibi bakabiliyor ve her şeyi rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Profesyonelliğinin ilk yıllarında, oyununu arayan ama henüz bulmamış bir yıldız adayıydı. Aslında önünde idolleri Pete Sampras ve Stefan Edberg gibi, hatta daha bile başarılı bir kariyer duruyordu ama temkinliydi. 2001 yılında Wimbledon dördüncü turunda Sampras’ı yenişi onun için kilit nokta oldu. Orada kendisine, “İyi bir oyuncu olabilirim, Wimbledon’ı bir gün kazanabilirim” demiş olmalı. Biz de “Acaba?” sorularını o günlerde sormaya başladık.
Bu noktada çok önemli bir konuya değinmem lazım; Roger’ın bir şeyler başarmak için hiç acelesi olmadı. Kendine her ay sıralamada on basamak çıkmak, her geçen yılı daha yukarılarda bitirmek gibi hedefler koymaktan hep imtina etti. Örneğin Sampras’ı yendikten sonra çeyrek finali kazanamayıp 19 yaşında Wimbledon yarı finaline gidemediği için kendine yüklenmedi. Bir noktadan sonra zamanının geleceğini hep bildi. Uzunca bir süre ki bu 2000’lerin başına tekabül ediyor, oyununu olgunlaştırdı ve diğer büyük isimleri izledi. Gerisini zaten biliyorsunuz…
Ancak her şeyden önce, onu ilk izlediğimden beri hissettiğim bir şey var: Roger Federer, insanları baştan çıkaran bir tenis oynuyor. Bunu sadece ben söylemiyorum; birinci sınıf bir yazar olan David Foster Wallace da onu ‘ilahi bir deneyim’e benzetmişti. Ona baktı ve bunu gördü. Federer bir büyüye sahipti. Tabii bunu asla abartmamak lazım. Geçmişte de tenis oynarken harika görünen oyuncular oldu ama hepsi kazanamıyordu. Tıkanma, baskı, ne derseniz… Tanrıya şükür, Federer kazananlardandı. Hem de büyük bir asalet ve kolaylıkla. Tüm bunlar bir algı yarattı; insanlar gidip onu izlemek istedi çünkü raketle kimsenin yapamadığı şeyleri yapıyor, kortta adeta dans ediyordu. Bunu Wallace ve onu tarihin en iyisi olarak gören diğerleri için söyleyebilirim: Gözler yalan söylemez.
Az önce “Kazanıyor” demiştim ya, aslında Federer’i tanımlayan daha iyi bir kelime bulmak güç. Ocak ayının sonunda kariyerinin 18. Grand Slam şampiyonluğunu kazandı. 2012 Wimbledon’dan beri çok istediği şampiyonluğu aldı. Zaten rekor olan 17 ile 18 arasında ne fark var? Çok değil… Onun derdi de bu beş yılda hiçbir zaman sayılar olmadı. Amacı; sürekli ifade ettiği gibi, çok sevdiği teniste hâlâ iyi olduğunu kendisine ve tüm dünyaya kanıtlamaktı. Çünkü düşünsenize; beş dakikada bir yanınıza gelip “Ne zaman emekli olacaksın?” diyen birileri var. Pete Sampras da 2002 Amerika Açık’ı kazanmadan önce bu yollardan geçmişti. İnsanlar eski gücünüzde olmadığınızı görürlerse bunu sorarlar. En iyi cevap da kortta verilendir. Roger bunu yaparken “Tenisimden çok mutluyum, hayatımdan çok memnunum, yaptığım şeyi seviyorum, kazanabilirim” dedi. Böyle olumlu düşündüğünüzde de başarı zaten gelir.
Şimdilerde olmayabilir ancak Roger’ın kariyerinde de baskının yüksek olduğu dönemler vardı. Mesela 2009’da Sampras’ın 14 Grand Slam’lik rekorunun peşinde koşarken veya aynı yıl ilk Fransa Açık şampiyonluğunu ararken… Fakat şu noktadan sonra hissedeceği tek tedirginlik, “İyi oynayabiliyor muyum?” olacaktır. Şimdi sırada 19 var… Sizce baskı var mıdır? Hiç sanmıyorum. Bu noktadan sonra yapılacak her şey, pastanın üstünde bir çilek daha olacak.
Söylediklerimin aynıları, Roger’ın büyük rakibi Rafael Nadal için de geçerli. Bu ikilinin son dönemde başına gelen en güzel şey, “Nadal, Grand Slam sayılarında Federer’i geçebilecek mi?” sorusunun tekrar hayata dönebilmesi. Novak Djokovic, Andy Murray, Stan Wawrinka… Şimdiki diğer büyük isimler ne kadar iyi oynarsa oynasın, tenis tarihindeki yerleri çok sağlam olan iki efsaneden bahsediyoruz. Federer bunu zaten biliyordu, 10. Fransa Açık kupasını kazanan Rafa da aynı aydınlanmayı ve rahatlamayı yaşamış olmalı. Zira o da Roger’ın toprak kortta oynamayışı gibi, çim korttaki Queens turnuvasından çekildi. Peki neden? Artık o da öğrendi: Para, sıralama, kupalar… Eskisi kadar önemli değiller. Mesela sıradaki turnuva 1000 puanlık bir Masters mı? Artık istemiyorlarsa o 1000 puanla işleri olmayacaktır. Bir anlamda mutlu olma lüksleri var. “Ben Rafael Nadal’ım”, “Ben Roger Federer’im” demek, diyebilmek çok daha keyifli. Herkes onlara bayılıyor.
Bu noktadan sonra, Roger’ın spesifik bir hedefi kaldığını düşünmüyorum. Bence toprak kort sezonunu da Wimbledon’a daha iyi hazırlanmak ve 19’u kazanmak için değil, Wimbledon’da istediği tenisi oynayabilmek için pas geçti. Arada ciddi bir fark var. Mutlu olmadan en iyi tenisini oynayamaz ve üstüne toprak bulaşması onu mutlu etmeyecekti. Tabii bu kadar uzun ve sağlıklı bir tenis yaşamından bahsederken mutluluğun ne kadar önemli bir faktör olduğunu atlamayalım. 2002 yılında eski koçu Peter Carter’ı kaybetmesi dışında herhangi bir travması olmadı. O günlerde çok zorlandı ama sonrasında hayatı hep istediği gibi gitti. Kort içinde ve kort dışında… Roger kendinden hep çok keyif aldı. Şimdi bunu neden değiştirsin ki?
İşin psikolojik yönünden epeyce bahsettik ama bir de kaçınılmaz fiziksel taraf var. Ve evet, orada da durum gayet parlak görünüyor. Federer’in tenisinde herhangi bir yavaşlama belirtisi yok. Bence sağlıklı kaldıkça devam edebilir. Net bir şekilde, dört-beş yıl daha ilk 10 oyuncusu olabilecek bir seviye gösteriyor. Belki sıralamanın en tepelerinde olmaz ama 7’ler, 8’ler çok mümkün. Bugün, geçmişte olduğundan çok daha komple bir oyuncu. O kadar yetenekliydi ki eskiden bu kadar çeşitli bir tenis oynamaya ihtiyaç duymuyordu. Neden fileye gidecekti? Zaten geri çizgiden istediği her şeyi kolaylıkla yapardı. Vole veya kısa top gibi ince dokunuş gerektiren vuruşları da uzun zaman tozlu raflarda bekletti. Son yıllarda daha sık kullanmaya başlayışı ise zekice. Artık daha kısa maçlar oynamalı çünkü rakiplerin neredeyse hepsi muazzam savunmacılar. Örneğin Djokovic’e karşı dört buçuk saatlik bir düelloyu kazanma şansının az olduğunu biliyor… Roger’ın son sürümünde, kortta fazladan bir dakika bile geçirmek yok.
Biraz önce üstüne basa basa, “Artık baskı bitti!” demiştim ya; söylediklerimden, Roger’ın hiçbir şey yapamasa dahi devam edeceği anlamı çıkmasın. Zira kazanmayı sevmeden 18 Grand Slam’iniz olmaz veya 302 hafta dünya 1 numarası kalamazsınız. Sadece, 36 yaş sonrası hedefleri biraz daha ulaşılabilir seviyede olacaktır. Sıralamada çok gerilere düşmemek, Grand Slam’lerde hâlâ çeyrek ve yarı finaller görebilmek ve tabii oynadığı tenisten mutlu olabilmek gibi…
Geçmişte kimileri onu zaman zaman küstah olmakla suçlamış olabilir ama o sıradan bir tenisçi değil ve sıradanlığı kolayca kabullenemez. Pete Sampras da değildi; öyle hissetti, kabullenmedi ve emekli oldu. Roger Federer ise idolünden daha rahat bir karakter ve şimdilik yolculuğuna devam ediyor. Umarım, “Ne zaman emekli olacaksın?” diyen insanlar yeniden piyasaya çıkmaz. Ve umarım, Roger oyunundan keyif almaya devam eder. Çünkü o gittiği gün, tenis dünyası daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir boşluğun içine düşecek.