Sam Apple’ın bu yazısı, ilk olarak 8 Mayıs 2015’te New Yorker’da yayımlanmıştır.
Çocukluğumu tek bir görüntüyle özetlemek zorunda olsam, Houston’daki banliyö evimizin annem ve babama ait yatak odasına gider, yataklarının hemen yanındaki duvara bantlanmış Moses Malone posterini seçerim. 1976-82 yılları arasında Houston Rockets’ın merkez oyuncusu olarak görev yapan Şöhretler Müzesi üyesi Malone, posterde bıyıklıydı ve kararlı bir şekilde ayık bir görüntü veriyordu. Basketbol toplarından oluşan bir Kızıldeniz’i Musa misali ortadan ikiye ayırmıştı. Posterin alt kısımda ise basit bir şekilde “Moses” ifadesi yer alıyordu.
Malone oradaydı çünkü vücudunun birkaç bölgesinde doku sertleşmesi görülen annem yoktu. MS hastalığı birçok vakada etkisini uzun yıllar göstermesine rağmen uzun dinlenme araları verir. Hastalık, annem için o kadar bağışlayıcı değildi. Öncelikle kol ve bacakları çalışmayı bıraktı. 1980’de, beş yaşına geldiğimde artık aklı da hastalığa karşı koyamıyordu. Nörolojisti, annemin düzelme ihtimali olmadığını söylediğinde, babam ona daha fazla evde bakmamaya karar verdi.
Bana, annemin hastalanmadan önce eğlenceli ve kendine özgü bir kadın olduğu söylendi. Hâlâ eminim ki sağlıklı olsa ve bizle birlikte yaşasaydı, babamın yataklarının yanına o basketbol posterini asmasını istemezdi. Muhtemelen birçok şeyi daha yapmasını da. Mesela, yemek odasındaki tüm mobilyaları kız kardeşim ve benim trambolin olarak kullandığımız siyah lastik bir zeminle değiştirmesini veya davetlilerin Cyndi Lauper gibi giyinmek durumunda olduğu partiler vermesini istemezdi.
Ancak annem orada değildi. Yemek odasındaki mobilyalar gitmiş, Moses Malone posteri gelmişti. Geceleri uyku tutmadığında babamın dev boy yatağının boş kısmına doğru sürünür ve uyuyana kadar Malone’a bakardım. Annem hastalandıktan sonra cumartesi günleri sinagoga gitmeyi de bırakmıştık. Babam, eşi gözleri önünde erirken Tanrı’ya şükredecek ruh hâline bürünemezdi. Sinagog yerine ibadetimizi Summit’te, Rockets’ın o dönem kullandığı salonda yapardık.
Babam Max Apple, bir yazardı ve 80’lerin başında Houston oyun kurucusu Calvin Murphy hakkında bir makale yayımlamıştı. Rockets’ın medya şefi yazıdan haberdar olmuş ve babama 1984-85 ile 1985-86 sezonları için basın kartı vermişti. Rockets hafta sonları iç sahada oynarken, ikimiz 114. bölümde otururduk. Görüşümüzün bir kısmı pota tarafından engelleniyordu ancak Akeem Olajuwon’ın (Müslüman olup adının başına ‘H’ harfi almadan biraz önceydi) her maçta ortaya koyduğu ve bize o dev adamın dünya dışından geldiğini düşündüren atletizmi görebilecek kadar rahattık. Deplasman maçlarında ise birlikte eski püskü koyu yeşil kanepemize kıvrılırdık. Babam bazen yatar ve uyuyakalırdı. Bu alışkanlık sekiz yaşındaki bana anlaşılmaz gözükürdü. Maç kolay bir galibiyete gidiyorsa uyumasına izin verirdim. Yakın gidiyorsa, dirsek darbelerimle onu ayık tutar, karnına doğru sürünürdüm. Bu ‘pozisyona girmek’ adını verdiğim ritüelimizdi. Rockets’a iyi şans getirdiğine inanıyorduk.
Otuz yıl önce, 1985-86 sezonunun başlamasına kısa süre kala babam New York Times Magazine’e, Rockets ve takımın bizim için arz ettiği önem hakkında bir deneme yazmıştı. Babamın Grand Rapids, Michigan’da geçirdiği çocukluğundan sahnelerle başlayan bu yazı, kendi babasıyla, yine Rockets olarak anılan bir minör lig buz hokeyi takımını izleyişlerini anlatıyor ve beni bir Houston Rockets taraftarı olarak yetiştirişine geçiyordu.
Yakın zamanda yazıyı bir kez daha okudum ve taşıdığı melankolik çizgide takılı kaldım. Babam gayet eğlenceli bir yazardı. Sonuca gidemeyen ama yazısına konuk ettiği objeler tarafından gıdıklanan satirik bir yazar. Ancak basketbolun hayatlarımızdaki rolünü anlattığı yazısında tek bir tane bile komik satır yoktu. Babamın okuldan sonra garajımızın önünde yalnız başıma basketbol oynama alışkanlığımı açıklama şekli şöyleydi: “Sam çantasının bırakır, bir bardak süt içer ve havanın kararışından sonra dönecek şekilde dışarı çıkar. Aç, yorgun, ıslanmış ve yalnızdır; ancak aynı hareketi bininci kez tekrarlar. Hayatın karmaşıklığına dair ufak bir hissi var. Yetişkinlerin tepkileri yakında onu Rockets’ın mağlubiyetlerinden bile daha çok sarsacak.”
Hafızamda bunların hepsi keyifliydi: Rockets, yemek masasının yerinde siyah lastik zemin, çılgın partiler… Annemin yıkıcı ölümünden sonra, babam beni alışılmış dozda basketbol ve absürt espri anlayışıyla iyileştirdi. Nasıl olduysa bütün yıllar boyunca bu çarenin, babamın kendi acısını neden dindiremediğini anlamadım.
1986’da babam Guggenheim Bursu kazandı ve bir yıl sonra Houston’dan New York’a taşındık. Plan altı ay kalmaktı ancak orada 2.5 yıl geçirdik. Bu sürenin neredeyse her gününü yeni arkadaşlarımla o dönem hâlâ geçerli olan şu soruyu tartışarak harcadım: Olajuwon mu Ewing mi? 12 yaşındaki Knicks taraftarlarından oluşan bir denizde Rockets’a bağlılığım, tanımlayıcı özelliğime dönüşmüştü. Her kış günü giydiğim parlak ve geçmişe baktığımda aşırı derecede şişkin olduğunu söyleyebileceğim kırmızı Rockets ceketim, karakteristiğimi daha da kuvvetli hâle getiriyordu.
1989 yılında Houston’a döndüğümüzde işler daha farklıydı. Bir süredir bitkisel hayata yakın bir durumda olan annem o yıl, 14. doğum günümden bir gün sonra hayatını kaybetti. Ardından babam yeni biriyle evlendi ve ben, babamın yazdığı denemede sahip olmamı beklediği bütün yetişkin duygularına sahip oldum. Endişelerim obsesif-kompulsif bozukluğa evrildi ve içerisinde anneme öbür dünyada mutluluk dilediklerimin de olduğu ufak dualar mırıldanmaya başladım. Babam ve ben hâlâ Rockets’a adanmış hayatlar yaşıyorduk, ancak maçlara gitmeyi bırakmıştık.
Lise hayatımın son iki yılı arasındaki zaman zordu. Hâlâ obsesif-kompulsif bozuklukla mücadele ediyordum ve kız arkadaşım intihar edince kendimi hatanın bende olduğuna inandırmıştım. Beni yıkıcı bir ilişki içerisinde olduğum konusunda ikna etmeye çalışması ve bana yardımcı olması için bir terapiste gitmeye başladım. Yardımcı olmuş gibi gözüküyordu. Son yılım bittiğinde işler daha iyi gidiyordu. Başka biriyle çıkmaya başlamıştım. Rockets ise o yıl play-off yapmış ve babam bilet almaya karar vermişti. O biletlerin, lise mezuniyeti hediyem olduğunu söyledi. Ancak onun da benim kadar maça gitmek istediğini biliyordum.
O sene Rockets’ın NBA Finalleri’ni görmesini beklemiyorduk, ancak mucize bir yol tutturmuşlardı. Batı Konferansı Finalleri’nin ikinci maçının son çeyreğinde, Phoenix Suns’a karşı 20 sayı farkı koruyamayan takım, ertesi gün yerel gazeteler tarafından ‘Nefessiz Şehir’ olarak niteleniyordu. Ancak savaşmaya devam ettiler. Rockets, şampiyonluk için Knicks’i yendiğinde ve Olajuwon-Ewing tartışmaları ilk ve son kez noktaladığında babamla birlikte Summit’teydik.
Rockets bir sonraki yıl tekrar şampiyon olduğunda bir katkı sağlayamadım ancak buna mistik bir bölgeden şahitlik ettim. Rockets özellikle etkileyici bir sezon geçirmiyordu ve play-off’a konferans altıncısı olarak girmişti. Rockets’ın tüm mucizelerini geçtiğimiz sene tükettiğini farz ederek -altıncı sıradan şampiyon olmak henüz gerçekleşmemiş bir şeydi- İsrail’de bir dergide staj ayarlamıştım. Babam, Times Magazine’deki yazısında babasıyla Detroit Tigers maçına gidişlerini, ortaçağ gezginlerinin Kudüs’e yaptığı hac yolculuklarına benzetiyordu. İsrail’de maç izlemek ise tamamen farklı bir hikâyeydi. Zaman olarak Houston’dan sekiz saat önde olan ülkede, Rockets benim için gece yarısında oynuyordu. Normal sezon sonrası takım yine inanılmaz form tutmuş ve NBA Finalleri’nde Orlando Magic ve durdurulamaz görünen Shaquille O’Neal’ın karşısına çıkmışlardı. Kudüs’ün nefes kesen tarihi manzarasına ve daha da önemlisi televizyona sahip evi olan bir aile dostumuzla birlikte kalıyordum. Dördüncü maçın oynandığı gece, güneş Kudüs’teki tarihi kalıntıların üzerinden henüz doğmuşken Rockets maçı Orlando’nun elinden çalıyor ve şampiyon olacakları yönündeki görüntü netleşiyordu. İslam dünyasının en kutsal noktalarından biri olan Mescid-i Aksa, o sabah ışığında Olajuwon’un finallerde sergilediği MVP performansı sonrasında özellikle daha güzel görünüyordu. O an her şey çok görkemliydi. O noktada Olajuwon’un dinine geçmediğime şaşırıyorum.
20 yıl içerisinde çok şey değişti. Artık Philadelphia’da yaşıyorum, Summit ise şimdilerde dev bir kilise. Bir oğlum var, Isaac. Babamın Times Magazine denemesini kaleme alırken olduğum yaşta ve bir zamanlar Olajuwon’a taptığım gibi, o da James Harden’a tapıyor. Rockets, Los Angeles Clippers ile zorlu bir play-off serisinin ortasında ve ben çoğunlukla Isaac’in maçlarda, kanepenin yan koltuğunda olmasını istiyorum. İzleyebilmek için geç saatlere kadar uykusuz kalıyor.
Yakın zamanda, yıllar sonra ilk kez Houston’a gittim. En eski ve yakın arkadaşlarımdan Mason yeni boşanmış ve annesini birkaç ay önce kaybetmişti. Houston’a hem Mason’ın yanında olmak, hem de annesi Susan’ı sevdiğim için gittim. Annem hastalandıktan sonra, Susan bana insanın kendi çocuklarına saklayacağı cinsten bir ilgi göstermişti. Bir gün tek seferde dört farklı çeşit brownie yapmıştı ve bunun bir test olduğunu söylüyordu, hangi tarifi en çok sevdiğimi öğrenecekti.
Houston’a vardığım gece Mason’la Rockets maçına gittik. Salona girmeden önce Hakeem Olajuwon heykeline uğrayarak saygılarımı sundum. Bu bir adamın heykeli değildi. Olajuwon kutsal yerlerdeki gibi bir heykeli reddetmişti. Onun yerine Olajuwon’ın formasını temsil eden 3.5 metreye yakın bronz bir levha vardı. Mason’la, boşanması veya annesinin ölümü üzerine pek fazla konuşmadık. Acı hâlâ tazeydi ve ben tam olarak ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. O gece birçok yabancıyla sevindim ve birkaç periyodik hayvani haykırışa izin verdim. Orada babamın da benimle birlikte sevinmesini gerçekten çok isterdim.
Houston’dan ayrılmadan önce oğlum için bir James Harden forması aldım. Rockets, şimdilerde Isaac’in de takımı. Ancak hiçbir zaman Rockets’a babam ve benim kadar feci şekilde ihtiyacı olmaması için dua ediyorum.
Çeviri: Emre Gürkaynak