Kaderlerini sadece birkaç saat ayırdı. Michael Phelps spor tarihine altın harflerle geçtiği 2008 Beijing macerasını gururla ve mutlulukla tamamladıktan az bir süre sonra dünya Usain Bolt ile tanıştı. ABD’li yüzücünün o olimpiyatta kendisine hedef koyduğu sekiz altın madalyayı elde edebileceği tahminler arasındaydı. 15 yaşında dünya sahnesine adımını atan ve ilk günden itibaren adı hep geleceğe dair kurulan cümlelerde geçen Phelps’in aksine Jamaikalı sprinterin ilk yükselişi kolay olmamıştı.
Bugün belki inanmak zor ama Çin’deki oyunlardan bir sene önce Usain Bolt ne yapacağı tam olarak kestirilemeyen bir adamdı. O da daha henüz bir lise öğrencisiyken parlamış, her sene 30 bin seyirci tarafından takip edilen, Jamaika’ya özgü liselerarası Champs yarışlarında kendisini göstermiş, alt yaş gruplarında hemen her seviyede rekorlar kırmıştı. Ama Phelps’in aksine Bolt yola bir makine disipliniyle çıkmamıştı. 200 metre eviydi ama 100 metrede neler yapacağı bilinmiyordu. Ve her zaman tecrübeli antrenörü Glen Mills’in sözünü dinlemiyordu. Ama o gün, Beijing’teki akşamüstünde Bolt tarihin en büyüleyici yarışını koştu. Elini kolunu sallayarak finişe geldi ve dünya rekoru kırdı. Bejing’in ilk haftasında herkes 8 rakamından bahsediyordu. Bu yarıştan sonra, ikinci haftanın öznesi 9:69 olmuştu.
İkilinin hayatı, spor kariyeri ve kaderi o günden sonra birlikte anıldı. Sadece Beijing’te değil, Londra ve Rio’da da Bolt ve Phelps isimleri yan yanaydı. Biri Jamaika’dan gelmişti ve bütün dünyanın dört senede bir yeniden hayran olduğu bir rahatlığa sahipti. Dersine hiç çalışmıyor, herhangi bir antrenman yapmıyor gibi görünüyordu. Öteki ise Baltimore doğumluydu ve yüzüne bakan herkes büyük bir ciddiyet ve gerginlik görüyordu. Bolt’un aksine Phelps hiç rahat değildi ve bir makinayı andırıyordu. Dünya dört senede bir ona da hayran oluyordu ama bu hayranlık Bolt’tan biraz daha farklı ilerliyordu. ABD’li yüzücü çoğu zaman suyun altındaydı ve yüzünün bir bölümünü sadece yarışlar öncesi havuza yürürken görebiliyorduk. Bolt ise her zaman ayaktaydı. Hareketlerine, tavırlarına ve gülümsemesine yakından bakma şansımız oluyordu.
Fakat ne olursa olsun, ikisi de kendi ölçülerinde büyüleyiciydi ve bütün zıtlıklarına, farklarına rağmen oyunlar sürecinde yaptıkları her şey modern olimpiyatları tanımlıyordu. Ve aslında etraflarında oluşturulan bu hale, bu büyük gürültü, sadece onlarla alakalı da değildi. Phelps ve Bolt, 100 senelik bir geleneğin son halkalarıydı.
Modern olimpiyat oyunlarının kurucusu olan Baron de Coubertin’in şapkasındaki çok sayıda tavşandan biri de gazetecilik. Eğitimci olarak kariyerine başlayan, Britanya’da gördüğü okullardan etkilendikten sonra kendini Fransız eğitim sistemini değiştirmeye adayan ve bu uğurda Antik Yunan’dan miras kalan olimpiyat oyunlarını canlandırmaya karar veren Baron’un gazetecilik kariyeri de bugün en çok hatırlanan yönlerinden biri. 1880’lerde olimpiyat fikrini canlandırmak için ilk çalışmalara başlayan Coubertin, bu amaç peşinde en önemli güçlerinden birinin kalemi ve konuşma yeteneği olduğunu anlamıştı. 1896 Atina’dan sonra Revue Athlétique dergisini kurmuş, hem hayata geçirdiği oyunlar hem de onun yıldızları hakkında yazmaya devam etmişti.
Kahramanlar ve onlara atfedilen özellikler ilk günden itibaren modern oyunların parçası olmuştu. 1896’da ilk maratonu kazanan Yunan atlet Spiridon Loues’in hayatı abartılı övgülerin ve biyografik bilgilerin merkeziydi. Tarihçi Richard D. Mandell bu modayı “Olimpiyat gazeteciliği gazetelere yansıttıkları olimpik atletleri her zaman yaşamdan daha da büyük, olduğundan daha da ilginç göstermeye çalışmıştı” diyerek yorumluyordu. Şampiyonlar, tıpkı Coubertin’in büyük bir hayranlıkla okuduğu Antik Yunan kahramanları gibi gösteriliyor, güçleri ve galibiyet yolları abartılı ifadelerin kaynağı oluyordu.
Olimpiyatın emekleme dönemlerinde basın için bir başka sorun da kamuoyuydu. Bu organizasyonu halkla buluşturmak gazetecilerin en büyük amacıydı ve bunu yapmak için farklı yollar arıyorlardı. Sahada, pistte, yolda yaşanan her şeyi büyük bir kahramanlık menkıbesinin parçası gibi sunmak, bunlardan biriydi. Bir başka olimpiyat tarihçisi, özelliklere oyunlara erken döneminden itibaren ilgi duyan ve bu stratejiyi izleyen ABD basınını şu ifadelerle anlatıyordu: “Spor sayfaları ve yazılarında, Amerikalılar gündelik hayatın kirinden, pasından uzak bu dünyayı okuyorlardı. Orada kahraman sporcular sadece muazzam başarılar elde etmiyordu, bunu insanüstü bir cesaret ve gösterişle yapıyorlardı.” Olimpiyat oyunları, günlük dertleri unutmanızı sağlayacak, sizi politik ya da ekonomik sıkıntılarından bir süre uzaklaştıracak ve her şeyi tanrıların savaştığı bir Antik Yunan tiyatrosu gibi sunacak devasa bir organizmaya böyle dönüşmüştü.
Bir asır sonra yeniden aynı yerdeyiz. Olimpiyat oyunları bir kez daha bizi farklı dünyalara götürmeyi başaran bir illüzyon görevini gördü. Bu sefer derimiz daha kalındı. Doping skandalları izlediğimiz sporlara daha farklı gözle bakmamıza neden olmuştu, artık dünya rekoru ya da benzeri bir performans izlediğimizde aklımıza gelen ilk şey tarihi bir ana tanıklık ettiğimiz olmuyordu. Daha çok “Acaba bu zaferin gerisinde ne var?” sorusu aklımıza geliyor, ilaçlardan ve rüşvetlerden örülü bir dünyanın bu başarıda kaynak olmamasını istiyorduk. Spor yönetimlerinin, dünya çapındaki organizasyonların skandalları da canımızı sıkıyor, iki taraflı olarak bize anlatılan hikâyelerin gerçekliğini sorguluyorduk. Yaşananlar, oyunlar çevresinde gördüğümüz her takım elbiseli yüzden şüphelenmemize neden oluyordu.
Bütün bunların ortasında önce Michael Phelps’i izledik. ABD’li yüzücü, kariyerinin son olimpiyatına arka arkaya altın madalyalarla başlamıştı. Bir makinayı andıran üslubundan bu kez taviz vermiş, kariyerinde ilk kez açılış töreninde ABD bayrağını taşımayı kabul etmişti. Beraberindeki sporcuların anlattığına göre Phelps ilk kez gerçek bir kaptan gibiydi. Başkalarına yardımcı oluyor, kendi yarışları dışında da ortaya çıkıyor, daha fazla gülümsüyor ve bütün süreçlerde hiç olmadığı kadar etkisini hissettiriyordu.
Havuz da bir kez daha bu etkiden nasibini aldı. Onu Londra’da mağlup eden Chad Le Clos’tan intikam almak için 200 metre kelebekte sahneye çıkan ABD’li süperstar, yarış bitiminde bütün dünyaya “Ben 1 numarayım” dedi. Gelin ve beni yenin. Bu onu yenebileceklerine inanan ve yarış öncesi önünde gölge boksu yapan genç rakiplerine verdiği bir mesajdı. Phelps duygularını gösterme konusunda hiç görmediğimiz kadar açıktı. 200 kelebekten çok az bir süre sonra yapılan 4×200 serbest yarışında da elinden gelenin en iyisini yapmış, altın madalyayı aldıktan sonra takım arkadaşlarına dönerek ne kadar yorgun olduğunu ifade etmişti.
ABD’li yüzücü Rio 2016 Olimpiyat Oyunları’nı beş altın, bir gümüş madalyayla kapattı. Son yarışı, 13 Ağustos’taki 4×100 serbestti. Bir sene önce alkollü araç kullanmaktan yakalan ve rehabilitasyona giren Phelps, tedavi sürecinde hayatının en kötü dönemini yaşamış, bir karar vermişti. Alkolü tamamen bırakmış, hayatını müstakbel eşi Nicole Johnson ve yeni dünyaya gelen oğlu Boomer’e adamıştı. Onu yakından tanıyanlar Phelps’in değiştiğini doğruluyor, bu değişimin bundan sonra sürmesini de istiyorlardı. Yine de kimse tam olarak emin değildi. 15 yaşından beri takip ettikleri bu adam her zaman bir maskeden ibaretti ve çoğu zaman robottan farksızdı. Bu hayat stili bazen canına tak ettiriyor ve hatalarının kaynağı oluyordu. Ve 13 Ağustos’ta artık olgunlaştığını, kariyerinin zirvesine yeniden ulaştığını düşündükleri Phelps son kez havuza girdi.
Aynı dönemde, Usain Bolt da Rio 2016’da ilk kez sahne almak üzereydi. 100 metre elemeleri yapılacaktı ve bütün gözler Jamaikalı sprintere dönmüştü. Daha önce olimpiyat tarihinde 100-200 dublesini iki kez yapan hiçbir atlet olmamıştı. Tabii Bolt’tan başka. Şimdi bunu üçüncü kez yapmak istiyordu ve son olimpiyat yolculuğuna Phelps’in vedasına denk düşen günde başlamıştı. Pistin buna ihtiyacı vardı. Dansçı kızların damga vurduğu ve Bolt’un gazetecilere “Yeterince şiddetli alkışlamadınız. Daha yüksek” diye serzenişte bulunarak giriş yaptığı basın toplantısından sonra herkes işlerin nasıl ilerleyeceğini biliyordu. Bolt gülümseyecek, rahat tavırlar sergileyecek ve yarış zamanı geldiğinde de altın madalya kazanacaktı. Öyle de oldu. Jamaikalı önce 100’de en büyük rakibi Justin Gatlin’i bir kez daha mağlup etti, arkasından 200’de Kanadalı Andre De Grasse’ın önünde rahat bir şekilde zafere koştu.
Bolt da tıpkı Phelps gibi yaşlanmıştı. 30’una gelmişti ve bugüne kadar herhangi bir sakatlık yaşamadan sezon geçirmemiş olmasını en büyük pişmanlığı olarak yorumluyordu. Ayrıca, artık eskisi kadar hızlı değildi. 200 metreyi kazandıktan sonra gazetecilere bunu itiraf ediyor, daha hızlı koşmaya çalıştığını ama bacaklarının buna cevap vermediğini söylüyordu. Aklı ve kalbi buradaydı, hâlâ eskisi gibilerdi. Değişen şey bacaklarıydı. Ve onları bir daha eskiye döndürme şansı yoktu. O da Phelps gibi son olimpiyatına çıkmıştı. Phelps’ten farkı hemen emekliliğini açıklamamasıydı. 2017 Dünya Atletizm Şampiyonası’nda Londra’da 100 metre finaline çıkacak, vedasını orada yapacaktı. Rio, olimpiyat tarihine el sallama fırsatını vermişti.
Gazeteler, televizyonlar, internet siteleri de bu fırsatı kaçırmadı. Rio’nun ilk haftasında sosyal medya Michael Phelps havuza girdiği an büyük bir fırtınaya kapılıyor, öteki zamanlarda ise kendi temposunda takibini sürdürüyordu. Muhteşem performanslar, hatıralara kazanacak başka anlar da vardı ama Phelps ile diğerleri arasındaki fark çok acımasızdı. Tribünler de aynı tepkiyi veriyor, ABD’li havuza yürürken göründüğü an büyük bir fırtına kopuyordu. Daha fazlası Usain Bolt’un gelişiyle oldu. Şatafatlı basın toplantısında Bolt’a soru sormak için mikrofonu eline alan Norveçli bir gazeteci Jamaikalı atlete dönüp, “Sana soracak sorum yok. Sadece seni ne kadar sevdiğimi söylemek istiyorum” ifadelerini kullanmış, öncesiyle sonrasıyla ortam basın toplantısından başka her şeye benzemişti.
Bu ilgi ve hayranlık, yazılanlara da yansıyordu. Hemen her sporcunun üzerinde dolanan şüphe gölgesi genelde Phelps ve Bolt’a yakıştırılmıyordu. 100 metre tarihinin en hızlı 30 derecesini yapan isimlerden Bolt dışında hepsi dopingliydi ama Jamaikalı hakkında negatif herhangi bir kanıt yoktu ve olsa bile muhtemelen kimse bunu görmek istemeyecekti. Güvenilirliğini kaybeden, skandallarla çalkalanan atletizm dünyasında şüpheyle bakılmayan tek isim oydu. Yüzme de dünya çapında güvenilirliğini kaybetmeye başlamıştı, FINA’nın politikaları birçokları tarafından eleştirilmiş, Lilly King-Yuliya Efimova kavgası Rio’nun en büyük gündem maddelerinden biri olmuştu ama kimse Phelps’in adıyla doping kelimesini yan yana getirmek istemiyordu. Bunun hayalini bile kurmak korkunçtu. İkili, tarihin en büyük olimpiyat kahramanları listesinde tepeye yazılmışlardı ve parçası olabilecekleri herhangi bir doping skandalı Lance Armstrong’un yarattığı etkinin benzerini yapabilirdi.
Michael Phelps ve Usain Bolt’un yolları 2008 Beijing’te yan yana gelmişti. Farklı ülkeleri, farklı kültürleri ve farklı spor anlayışlarını temsil ediyorlardı ama ikisi de büyüklüğün, tarih yazmanın, gelmiş geçmiş en büyüklerden biri olmanın yolunu bulmuştu. İkisini de izlemek büyüleyiciydi ve bugünlerde herkes Rio’da birbirine bağlı bu iki öykünün sonlanmasını üzgün bir şekilde izliyor. Rio sadece iki sporcu için değil, asırlık bir mit yaratma makinası için de büyük bir kapanış anlamına geliyor. Yeni yıldızlar doğabilir, yüzme de atletizm de kendine yeni kahramanlar bulabilir ama Phelps ve Bolt’un olimpiyat tarihinde kapsadığı yeri doldurmak imkansız. Tokyo 2020 geldiğinde yine gündelik dertlerimizden uzaklaşacak, başka spor kahramanlarını abartılı övgülerle karşılayacak, kendi mitlerimizi yaratacağız. Ama gözlerimiz bir kez daha bu iki ismi arayacak. Hiç bitmeyeceğini sandığımız bu maceranın gerçekten bitmiş olduğunu o gün tam anlamıyla fark edeceğiz. Şimdi kutlama zamanı. Özlem ve arayış daha sonra gelecek.