Bu yazı ilk olarak Socrates’in Kasım 2016 nüshasında yayımlanmıştır. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.
Howard Beck, Lakers muhabiri olduğunda Melekler Şehri’nin en büyük takımı, eski başarılarından uzaktaydı. Ama yeni bir çağ kapıdaydı zira Shaquille O’Neal ile Kobe Bryant aynı takımda buluşmuştu. İnişli çıkışlı ama her zaman renkli bir lunapark yolculuğunun başındalardı. Öyle ki yıllar sonra Beck artık ülke çapında tanınan bir yazarken, Kobe ona şunu sormuştu: “Son maçımda salonda olacak mısın?” Beck’ten olumsuz cevap alınca şöyle demişti: “Bu yolculuğun başında vardın, sonunda da olmalısın.” Şimdi yolculuğun başını ve sonunu konuşmak üzere sözü ona bırakalım:
Lakers muhabirliğine 1997’de, Kobe henüz 19 yaşındayken başladım. Lige yeni geldiği için hakkında çok şey bilmiyordum. İlk olarak Palm Desert’taki antrenman kampında iletişim kurduk. İnanılmaz sıcak ve dost canlısıydı. Sohbet etmeye yatkındı. NBA’de yeni yeni haberler yazmaya başlayan biri olarak bu durum beni rahatlatmıştı. O sıralarda elbette takımın yıldızı değildi. Hiyerarşide Shaq, Eddie Jones, Nick Van Exel gibi isimlerin arkasından geliyordu. Daha çok geleceğe yönelik bir yatırımdı.
En başından itibaren, Michael Jordan’a benzer bir oyuncu olmak istediği çok açıktı. İkisi de aynı pozisyonda oynuyordu, aşağı yukarı aynı boydalardı. Ama bu da değil, Kobe her anlamda Jordan’ın sahip olduğu her şeyi istiyordu: Hükümdarlık, hâkimiyet, büyü, yüzük, popülarite, tarihin en büyüğü etiketi… 18-19 yaşında lige giren birisi için Jordan gibi davranmak, Jordan gibi konuşmak ve Jordan gibi oynamaya çalışmak -hele de Jordan kariyerini sürdürürken- oldukça iddialıydı. Şimdilerde lige gelen birinin “Yeni LeBron olacağım” demesi gibi. Hatta daha çılgıncası. Fakat Kobe olaylara ilk günden itibaren böyle yaklaştı. Ne yapacağını çok iyi biliyordu, oraya nasıl varacağını da… Ve hakkında söylenen kötü sözler onu iştahlandırıyordu.
Ölümünden sonra bahsettiğim hatırada olduğu gibi, daha ilk temasta antrenman sonrası seslenip “Howard, bana ihtiyacın var mı?” diyen gencecik Kobe’nin bu iletişim tarzı pek değişmedi. Ve bu durum onu modern spor dünyasında eşsiz kıldı. Hiçbir süper yıldızın Kobe’nin basınla kurduğu iletişimin benzerine sahip olduğunu görmedim. Ki aslında şimdilerde oyuncularla muhabirler arasında geçmişe nazaran daha fazla iletişim kanalı mevcut. Ligdeki ilk yıllarımda kimsenin cep telefonu yoktu. Şu an telefonlarımız, Twitter ve Instagram direkt mesajlarımız, e-postalarımız var. Ancak Kobe seviyesindeki herhangi bir oyuncunun medyayla bir daha böylesine yakın olabileceğini sanmıyorum. Kobe hakkında anlattığımız hikâyelerin çokluğunun temelinde de bu var. Başka sporcuların gazetecilerle bu kadar anekdotu olabileceğini tahayyül edemiyorum.
Basitçe, Kobe insanlarla iletişime geçmek istiyordu. Evet, bazen kendi hakkındaki mesajları netleştirmek içindi bu. Bazen de sadece meraklı olduğu için. Örneğin Zach Lowe’un geçen ay kaleme aldığı yazıya bakın. Kobe’nin birkaç yıl önce Zach’le iletişime geçmesinin nedeni kendisi aleyhine yazılan bir şey değildi. O daha ziyade Zach’in yorumlarını, oyuna bakışını merak ediyordu. Zach, pek çok NBA yazarına göre daha detaylı yazılar kaleme alır. Kobe de onun yazılarından birini okuduktan sonra Zach’le oyunla dair sohbet etmek istemiş. Son derece saygı duyduğum bir tutum bu. En nihayetinde çoğu sporcu, yazdığın şeye katılsın veya katılmasın, seninle soyunma odasında kısa bir süreliğine veya menajeri aracılığıyla iletişime geçer genellikle…
Yalnızca muhabirlerle değil, basketbol efsaneleriyle de iletişim halindeydi. Oyununa saygı duyduğu ve bir şeyler öğrenebileceği herkesle diyalog kurardı. Şimdilerde ‘oyunun öğrencisi’ sıfatı kolaylıkla dağıtılıyor ama Kobe, gerçekten oyunun öğrencisiydi. Detaylara takılan bir öğrenci. Bill Russell’dan Michael Jordan’a kadar herkesle iletişimi olmuştu. Zaten bu yüzden çıktığı seviyeler inanılmazdı. Oyunu farklı yönlerden görebileceği, anlayabileceği, çalışabileceği her şeyi deniyordu. Bunlar kalıtımsal ve entelektüel bir meraka sahip olmanın sonuçlarıydı.
Kariyeri boyunca Phil Jackson ile inişli çıkışlı bir ilişkiye sahipti. İnsanlar genellikle bu tarz ilişkilerin düz bir çizgide gidemeyeceğini anlayamıyorlar. Kobe-Shaq, Kobe-Phil ya da Kobe ile başka biri… Birlikte iyi ve kötü yıllar, iyi ve kötü aylar, iyi ve kötü haftalar geçirirler. Bu ilişkiler değişkendir. Ama ilk dönemde, beş senelik seride, Phil Jackson hem Shaq’ın hem de Kobe’nin hayatındaki en önemli kişilerden biri olmuştu. Ve tabii ki ikinci dönemde de; Kobe, Pau Gasol, Andrew Bynum ve Lamar Odom gibi isimlerin… Evet, pek çoğu yazılı halde olan malzemeye bakınca şunu görüyorsunuz, Kobe ve Phil defalarca çok sert tartıştılar, hatta Shaq- Kobe geriliminin son aylarında Phil, Kobe’nin yönetilemez olduğunu da ifade etti. Ama birbiri hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, birbirlerine ne derlerse desinler, aralarında yıkılmaz bir saygı vardı. Günün sonunda bu bağı öne koyup her zaman bir orta yol buldular. Phil, Kobe’nin yaptıklarından dolayı hüsrana uğrayabiliyordu ama onun nereden geldiğini gayet iyi biliyordu. Kobe kendisi hakkında söylediği şeylerden dolayı Phil’e kırılabiliyordu ama bir yandan da onu anlıyordu.
Zaten en başta Shaq’la ilk kez bir araya geldiklerinde çok zorlu bir dönem geçirecekleri barizdi. Phil’in bu iki büyük, inatçı egoyu yönetmesi gerekiyordu. Shaq oynadığı pozisyon ve fiziği gereği çok top kullanıyordu. Bu durum da onu odak noktası yapacak ve Kobe’yi hiç istemediği bir yere, ikinci plana itecekti. Shaq gidip Phil tekrar döndüğü zaman ise işler daha basitleşmişti. Artık egoların savaşı yoktu çünkü Pau Gasol öyle bir kişilik değildi. Shaq’ın hükümran sertliğine ve egosuna sahip değildi. Bu durum, Phil ile Kobe’nin daha sıkı bir dostluk bağı kurmasını sağladı. Artık aralarında büyük bir engel yoktu.
Ha, ikinci dönemde hiç mi sorun çıkmıyordu? Tabii ki çıkıyordu. Ama o dönemlerde Lakers muhabiri değildim artık, New York’ta yaşamaya ve çalışmaya başlamıştım. Orada olduğum zamanlarda ise Kobe ya takımın en genç oyuncusuydu ya da kilit oyuncular içerisindeki en genç isimdi. Brian Shaw, Ron Harper, Robert Horry, Rick Fox, Horace Grant gibi tecrübeli oyuncular takımda söz sahibiydiler. Hepsi Kobe’nin iş ahlakına, kararlılığına, tutkusuna saygı duyuyorlardı ama aynı zamanda Kobe’nin tabiriyle, bu ‘eski kafalılar’ genç dostlarına oyunu öğretmeye çalışıyorlardı. Ona, “Dinle genç adam, yeteneklerin inanılmaz. Sahada istediğin yere gidebilir ve her şeyi yapabilirsin. Ama bu seçenekler takımın için hep en iyisi olmayabilir. Biz de burada oynuyor ve senin gibi çalışıyoruz” diyorlardı. Aralarındaki sorunların ve muhabbetlerin kaynağı genelde bu konuydu. Fakat dönüp bakınca bunları Kobe gibi genç bir yeteneğe sahip herhangi bir takımın yaşayabileceği doğal sürtüşmeler olarak yorumluyorum. Onu en yapıcı ve efektif şekilde işletmenin yolunu bulmaya çalıştılar. Belki ilk günlerde bunu sağlıklı şekilde yapamadılar, hatta üçüncü senesinde belli sorunlar yaşandı ama takımdaki tecrübeli isimler zaten bu durumlar için vardır, Kobe’yi daha iyiye yönlendirmek ve zorlamak için. Kısacası, iyi ve kötü günler geçirdiler.
Takımı uzaktan takip ettiğim yıllarda gördüğüm kadarıyla Kobe de değişti. Forma numarası 8’den 24’e geçti, kendisine ‘Black Mamba’ demeye başladı. Ve biraz daha problem yaratan, sert köşeleri olan birine dönüştü, takım arkadaşlarını daha fazla zorladı ve fena halde agresifleşti. Smush Parker meselesi de o olaylardan biriydi. New York’tan görebildiğim kadarıyla Kobe, Shaq’tan sonra liderliği uç noktalarda ele almıştı. Mamba, takımındaki herhangi bir birey kendisiyle aynı kazanma hırsına sahip değilse ve ona ayak uyduramıyorsa bundan hoşlanmadığını açıkça belirtiyordu. Jordan gibi, takım arkadaşlarına uçurumun kenarına gidene kadar zorluyordu.
Açıkçası yeni Kobe’den hoşlanmamıştım. İlk yıllarında da sert köşeleri vardı ama Mamba kişiliği, sahaya koyduğu katı fiziksellik, çenesinin her zaman dışarıda olması ve basına kendini kapatmasından sonra onu kabullenmekte zorlandım. Neyse ki 2009’da Shaq olmadan kazandığı ilk yüzükten sonra işleri biraz dengeledi. Ters yüzünü gösterebileceğini kanıtlamıştı ve sürekli öyle dolaşmasının anlamı yoktu. Beşinci yüzük geldiğinde biraz daha yumuşadı. Ancak yine de Mamba Kobe benim için bağ kurulması zor bir figürdü.
Kobe hakkındaki genel algıyı açıklamak kolay değil çünkü halkın, oyuncuların, muhabirlerin gördüğü farklı Kobe’ler vardı. Ama mevzubahis genç kuşaklar olunca algıyı özetlemek daha basit. Onlara göre Kobe beş şampiyonluk kazanmış, tarihin en iyi oyuncularından biriydi. Jordan’a benzer bir oyunu olan, basketbola inanılmaz derecede saygılı ve tutkulu, fundamental’ı ve iş etiği tartışmasız biri. O nedenle DeRozan, Tatum, Irving, Embiid gibi yeni nesil basketbolcular Kobe’nin oyuna hükmedişine, işine yaklaşımına ve iletişim tarzına hayranlık duyuyorlardı. Medyanın gördüğü sert yanları ve bencilliği umursamıyorlardı. Gördükleri adam sahada sert, kabadayı tavırlara sahip olan biriydi ve bu agresifliğe hayranlık beslemişlerdi.
Ama dedim ya, kariyerinin sonlarında bu kalıplarını yumuşatmaya ve başlardaki haline dönmeye başlamıştı. Mamba personası gölgeye çekiliyordu. Gerçek Kobe yeniden oradaydı; sıcak, parlak, düşünceli, sabırlı. O, istediği yere gidebilmek için başka birisi olması gerektiğini düşünmüştü. Bu bir yolculuktu ve o yolculukta bu araca ihtiyacı vardı. Ama şimdi yeniden ipler gevşemişti. İnsanlar, onun kurduğu ailenin sıcaklığını ve kızlarına verdiği değeri hissedebiliyordu. Böylece ona yine farklı bir pencereden bakabildiler. Emeklilik dönemlerinde kısa filmiyle Oscar kazanması, medya projeleriyle gündeme gelmesi… Hepsi de bu geri dönüşe katkı yaptı. Kobe hep iyi bir hikâye anlatıcısıydı zaten.
Ölümünün ardından kaleme aldığım yazıda yer alan anekdotlar muhtemelen ona dair sahip olduğum en iyi anılar. Açıksözlülüğü, cömertliği, konuşmaya yatkınlığı… 2000 şampiyonluğu sonrası Staples Center soyunma odasında, masaj koltuğunda şampanyasını yudumlarken muhteşem bir gülümsemeyle bana dönüp, “Hey Howard tanıştırayım, bu Vanessa” deyip gelecekteki eşini tanıştırdığı an mesela. Daha önce hiçbir yıldızda görmediğim kadar sıcak bir tavırdı. Ya da 2001’deki şampiyonluk kutlamaları sırasında, bir tarafta Shaq liderliğinde ve şampanya eşliğinde DMX şarkısı söylenirken, Kobe’nin uzakta tek başına oturup derin düşüncelere dalması… Bu onun en derinde gizlediğini hep hissettiğim kırılganlığını dışavurduğu andı. Lige liseden adım atan, ABD’deki yaşıtlarından farklı büyüyen, İtalya tedrisatından geçen, NBA’in sert dünyasında hiçbir ego savaşında geri adım atmayan Kobe’nin harika çocukluktan starlığa geçiş öyküsünün başında tanık olduğum nadir bir kırılganlık ânı. Ne ironiktir ki hikâyesi de o en derine gömdüğü kırılganlıkla yüzleşip, kabullendiği ve yumuşadığı dönemde sona erdi.