Socrates‘in temmuz sayısındaki Federer-Djokovic-Nadal tartışmasından bazı pasajları Wimbledon finali öncesi paylaşmıştık. Dev maç öncesi bir de o tartışmaya itirazları olan Nilgün Toker’in yazdıklarını okuyalım:
“Djokovic, Nadal, Federer söyleşisini okudum ve çok beğendim ama tartışan isimlerin arasında olup onlara biraz daha “derin” sorular sormak, onları azıcık daha kuvvetli bir tartışmaya zorlamayı isterdim; çünkü belki her birinin “temsil” ettikleri şeyi daha derinleştirebilirdik. Çünkü Nadal ve Djokovic her biri farklı tarzlarda da olsa bir yeni “imal edilmiş”, yani kapasiteleri oyuna göre biçimlendirilmiş oyuncular. Oysa Federer, oyunu biçimlendiriyor… İmal edilmiş değil, kendi kapasitelerini edimselleştirme yoluyla oyunu da kendinin kılarak orada bir “fark” dolayısıyla genişleme sağlıyor.
Doğal olarak oyunu geometrik bir mekan olarak düşünürsek, bu mekana göre kapasiteleri ideal bir biçimde biçimlendirilmiş olanın bu mekandaki gücü, kapasitesini kendi özgürlüğü içinde açığa vurana oranla daha etkili olabilir. Ama bu hangisinin “değer” kattığı sorusuna Nietzscheci bir yanıt verirsem, biçimlendirilmiş olan değil, kendini açığa vurandır. Nitekim bir makine olarak Nadal -ki o immature amatörlüğünü severim- aşınmaya başladığında gücü de azalıyor; bir makine olarak Djokovic ise aşınmadan kaçmak için sürtünmeyi engelliyor şimdilik… Bir de önemlisi Nadal, ama özellikle Djokovic’in oyunda yarattıkları rekabet ilişkisini bozan şöyle bir durum var: Onlar muhataplarını korkutuyorlar, tıpkı Serena gibi… Ne kadar iyi oynarlarsa oynasınlar şimdi kızacak ve saldıracak korkusuyla önde olduklarında bile gerginlikten hata yapıyorlar. Oysa Federer’in muhataplarına verdiği duygu korku değil, onların meydan okumasına izin veren ve bu bakımdan “denk” bir muhataplıkla süren ve “iyi “olanın kazanacağı bir oyunun garantisini veren bir duygu bu. Oyunun adaleti gereği, “iyi” olanın aranması gerekir, gücün ezmesinin beklenmesi oyuna ait bir şey değildir değil mi?”