Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GündemOtoparkta Bıraktım Gözyaşlarını

Marko Marin, savaştan kaçan bir ailenin çocuğu. Hayat şartları onu ve ailesini ne kadar zorlasa da, o en tepeye çıkmasını bildi. Annesi, babası, Birgit Teyze'si ve bir tencere sarmanın desteği ile...

Marko Marin’in üstlendiği tüm görevlerin arasında hiç tartışmasız en zoru buydu. Bu genç adam, hayatının birçok bölümünde zor misyonları üstlendi ama hepsini birer birer başarıyla çözdü.

Oturdukları apartmanın arkasındaki otoparkta, babasını, birebir yaptıkları futbol maçlarında yenmeyi başarmıştı. Yetersiz, güçsüz ve çelimsiz göründüğü için kendisine şans vermeyen insanları utandırmayı başarmıştı. “Hem futbol hem okul olmaz” diyenleri, profesyonel futbol oynarken okulu da yüksek derecede bitirerek utandırmayı başardığı gibi. Küçük yaşta, üstelik 2. Lig futbolcusuyken Almanya Milli Takımı’na yükselmeyi başarmıştı. “Oynayamaz” dedikleri Bundesliga’da yıldız olmayı başarmıştı.

Ama bu görev? İmkânsız gibi görünüyordu ilk başta. Ama biliyor musunuz, Marko bunu da başardı!

“Dolmayı biliyorsunuz,” diye başladı sözlerine… “Hani biberli olan… işte o dolma gibi ama bibersiz işte. Anlatabildim mi?”

Karşısında o anda ağzı sulanan medya mensupları, anlaşmışçasına aynı anda kafayı sallayıp, Marko’nun tarif etmeye çalıştığı yaprak sarmayı hayal ediyorlardı. Ama bibersiz tabii ki! Öncelikle yaprak sarmasını biber dolmasından yola çıkarak tarif etmek önemli bir meziyet. Bir de sarmanın ne olduğunu bilmeyen Almanlara, ne olduğunu bu şekilde anlatmayı başarmak açık bir yetenek emaresi. Ve Marko Marin’in bu görevi de başarıyla tamamlaması, onu kısaca özetleyen güzel bir örnek.

Marin, 26 yaşında. Türkiye’de birçok futbolcu için ‘genç’ yakıştırması yapılan bir yaş kategorisinde. Almanya şartlarında ise profesyonel futbol hayatının 10. yıl dönümünü doldurmak üzere olan eski bir milli futbolcu. Kariyerinin önemli bir bölümünde işler iyi gitti; yakın tarihteki kısmı ise şanssızlıklar, yanlış kararlar ve geri tepmeler ile dolup taşan bir serüven oldu. Ama iyi dönemlerinde de kötü dönemlerinde de Marko Marin’i anımsarken, ‘yetenek’ kelimesi konuşmaları hep süsledi.

‘Yetenekli’ olarak lanse edilmek, ilk etapta olumlu bir şey tabii ki. Yetenekli bir müzisyenden beklentileriniz vardır. Güzel şarkılar bestelemesi, bir enstrümanı herkesten daha farklı çalma meziyetini göstermesi gibi… Öğrencilerde de durum böyledir; onun yüksek tahsil yapma, en iyi okullarda okuma potansiyeline inanırsınız. Sporcudan ise kendi dalında çıkış yapmasını, en iyilerinin arasına girmesini beklersiniz. Fakat 26 yaşındaki bir futbolcuyu hâlâ ‘yetenek’ olarak tarif ediyorsanız, gelişiminin bir yerinde sıkıntı yaşadığı aşikârdır. Ancak enteresan olan şu ki; aslında bu tarif de Marin için tam tamına uygun değil. O ki, yetenek sınıfını bir dönem atlatıp, önemli bir güç olarak yoluna devam etmişti ama sonradan tekrar inişe geçti.

Buna rağmen hâlâ pes etmeyip kariyerine doğru bir yön vermek istemesini, yeteneğinin dışında ona armağan edilen en önemli özelliklerden birine borçlu: Hırsına! Baba Ranko Marin, oğlu için “Marko her zaman hırslıydı, her zaman en iyisi olmak için çalıştı” diyor. Yetenekli bir adamın aynı zamanda çalışkan da olması mükemmel bir birleşim esasında. O hırslı yeteneğin etrafındaki insanlar için de son derece tehlikeli bir karışım. Ranko, oğlunun Frankfurt’un toprak sahalarındaki günlerini şöyle hatırlıyor: “Bir dönem sonra mahalledeki arkadaşları, Marko‘yla artık futbol oynamak istemiyorlardı. O kadar iyiydi ki, diğerlerini futbol oynamaktan soğutmuştu.”

Bu yüzden Marko’nun yeni oyun partneri babası olmuştu. Ranko da eski amatör bir futbolcuydu ama geçim sıkıntısı, memleketteki iç savaş derken, futbol kariyeri için yeterli bir zemin bulamamıştı. Ranko‘nun tüm ilgi odağı oğluydu ama o da mahalledeki çocuklar gibi bir dönem sonra pes etmişti: “Oturduğumuz apartmanın arkasında bir otopark vardı, orada her gün futbol tenisi oynuyorduk. Marko hep kazanmak istiyordu ama kazanmasına izin vermiyordum. Defalarca ağlayarak eve gitti. Daha da hırslanıyordu. Bir gün beni paramparça etti, ağır bir yenilgi almıştım. Yanlış anlamayın, 14 yaşındaydı! O gün onunla bir daha futbol oynamayacağıma yemin ettim. Benim de bir gururum var!”

Önce mahalledeki çocukları, sonra da babasını futboldan soğutan Marko, yeteneğini en az onunki kadar özel olan çocuklarla yarıştırıyordu artık. Oğlunu Eintracht Frankfurt altyapısına yazdıran Ranko, Marko yüzünden ağlayarak eve giden mahalle çocuklarına burada da şahit olmasa da, yine oğlunun farklı bir çıtada futbol oynadığını görüyor ve bazı tehlikelerin de farkına varıyordu: “Marko bugün futbolcuysa, bunu yüzde 90 oranında yeteneğine borçlu. Ama teknik bir futbolcu olmak ile saha palyaçosu olmanın arasında ince bir çizgi var. Sahada tek başına bir şeyleri elde edemeyeceğini öğrenmek zorundaydı.” Frankfurt altyapısı bu açıdan iyi bir okul oldu.

Çocukluğu boyunca topun tek sahibi olan birinin, paylaşımcı olmayı öğrenmesi zor. Türkiye’de sayısız yetenekli futbolcunun çıkış yapmakta sorun yaşamasındaki yegâne sebep belki de bu. Takım gibi düşünmek, tek başına yıldız olmayacağını bilmek, herkesin size “En iyisi sensin” dediği bir ortamda bile birey olarak değil, bir parça olarak hareket edebilmek, gelişim çağındaki birçok sporcu için kolay değil. Marko açmıştı gözlerini, nadir de olsa yanındakileri görüyordu ama sıkıntı şuydu ki; onu görmeyen bir kulüp vardı. Frankfurt’un altyapı sorumluları ufak tefek Marko’nun yeteneğine inanıyor ama bir gün büyük bir futbolcu olmasına ihtimal vermiyorlardı. Üst yaş grup kurmaylarına “fizik olarak yetersiz” raporları gidiyordu.

Neyse ki diğer kulüpler aynı fikirde değildi. Bugün Almanya’nın en önemli kulüplerinden biri hâline gelen Wolfsburg, cazip bir teklif sunmuştu onun için. Hamburg, Mönchengladbach ve diğerleri de sıraya girmişti. Ve tam bu dönemde Marin ailesinin hayatını ciddi şekilde etkileyen bir şey oldu: Ahşap eşya satan bir mağazada çalışan baba Ranko, işini kaybetmiş ve Frankfurt kulübüne iş başvurusu yapmıştı: “İki yıldır işsizdim, çaresiz kaldım. Yardımcı olmaları için kulübe başvurdum ama takınılan tavır acayipti, ben de Marko’nun kaydını iptal ettim.”

Bunu duyan kulüpler hem baba hem de oğluna teklif yapmaya başlarken, onlar tercihlerini Gladbach’tan yana kullandı. Artık Marko altyapıda oynuyor, Ranko da kulüp adına Güney Almanya’da oyuncu izliyordu. Ancak asıl zor günler şimdi başlıyordu. Marin ailesi, 1991’de Balkanlar’daki savaştan dolayı memleketleri Bosanska Gradiska’dan kaçmışlardı. Bugünün Bosna’sında, 22 bin nüfuslu şirin bir şehirde sakin bir hayat sürdürüyorlardı ama savaş oraya da uğramadan gitmek zorundaydılar. Tam bu dönemde Saraybosna’daki Almanya Büyükelçiliği, hastaneleri için hemşire arıyordu. Anne Borka, iş başvurusunda bulunup kısa süre içinde olumlu bir dönüş alınca, kapılar gitgide açıldı ve aile, elçiliğin bir yardımlaşma programı kapsamında kendisini Almanya’da buldu. Ranko’nun ağabeyinin de yaşadığı Frankfurt’a yerleşen Marinler, küçük bir dairede yaşıyor ve her şeyi birlikte yapıyorlardı.

Ancak Marko’nun Mönchengladbach’a transferi her şeyi değiştirdi. Almanya’nın en önemli altyapılarından birine sahip olan bu kulüpte, genç oyuncular kulübün tesislerinde kalıyor, okul eğitimlerini de kulübün himayesinde görüyor. Kısacası gençler ‘özgürleşme’ hedefiyle ailelerinden tamamen kopartılıyor.

Ranko, Mönchengladbach’taki ilk günü şöyle hatırlıyor: “Marko’yu tesislere götürürken eşim yol boyu ağladı. Giderken de dönerken de… Oğlumuzu başkalarına teslim etmek kolay değildi ve az kalsın vazgeçiyorduk.” O dönem Marko için de çok kolay değildi. Her gün evi arayıp annesi ve babasını ne kadar özlediğini söylüyordu. Hatta bazen günde birkaç defa… Bu noktada imdada Birgit Lintjes yetişti. Marko’nun kaldığı yurdun müdürlüğünü yapan Lintjes, Marko gibi evini özleyen çocuklara çokça şahit olmuş biriydi. Ancak Marko farklıydı, 16 yaşındaydı ama boyu o kadar kısaydı ki diğerlerinden daha ufak duruyordu. Sevgiye daha fazla muhtaç gibiydi. “Küçük Fırtına” lakabını taktığı Marko’ya bazen özel yemekler yapan Lintjes, belki de Marko Marin’in futbol hayatını o dönemde kurtardı. Anne Borka, Birgit’e eşlik edip bazen oğluna en sevdiği yemeği getiriyordu: Sarma. Bazen yurttaki tüm çocuklara yetecek kadar sarma yapan Borka’nın içi ancak bu şekilde rahat ediyordu. Mutluluğu sarmada ve Birgit’te bulan Marko, sahada da hünerlerini çok bekletmeden göstermeye başlamıştı. Kısa süre içinde önce B Genç, sonra A Genç kategorilerinde oynayan Marko, Gladbach’ın 3. Lig’de oynayan ikinci takımında forma giymeye başlamıştı. Dur durak bilmeyen tempolu driplingleriyle herkesi büyüleyen genç oyuncu bu sefer A Takım’a çağrılmıştı. Henüz 18 yaşındaydı ve artık bir Bundesliga futbolcusuydu. Kısa süreliğine de olsa forma şansı bulan Marko, takımı o sene küme düşse de ertesi sezon ikinci ligin yıldızı olmuş ve hatta Joachim Löw’ün de gözüne girip A Milli Takım’a çağrılmıştı. Ancak Marko’nun ünü o dönem herkese ulaşmamış olacak ki, dönemin milli takım kalecisi Jens Lehmann, kampta kendisine el uzatan yeni oyuncuyu tanıyamamıştı. “Otelde bir görevli mi, taraftar mı, oyuncu mu bilemedim ama bozuntuya vermedim” diyen Lehmann, Marko’yu akşam üstü sahada görünce kim olduğunu öğrenmiş oldu.

“Kariyerimin o döneminde her adım doğru zamanda geldi” diyen Marko, artık daha büyük hedeflerin peşinde koşmak için Gladbach’tan ayrılma kararı almıştı. O dönemlerde daha çalkantılı, daha başarıdan uzak bir görüntü çizen Gladbach, Marin’in gitmesine tepkili olsa da Werder Bremen’den gelen 8 milyon Euro’luk bonservis bedeline de sevinmişti mutlaka. Bremen ise o dönemlerde, daha büyük hedeflerin peşinde koşmak isteyen potansiyelli oyuncuların ara taşı olarak kullandığı çok iyi bir adresti. Ancak Bremen’in bu hüviyetini kaybettiği dönem, Marko’nun geldiği dönem olacak ki çok iyi bir ilk sezonun ardından işler iyi gitmemeye başlamıştı.

Ailesinden daha da uzaklaşan Marko, saha içinde de istediklerini yapamıyordu. “Bazen iyi olmadığını hissediyor, saçma sapan bir fıkra anlatmak için onu arıyordum. 30 saniye sürüyordu konuşmalarımız, Marko’nun güldüğünü duyunca rahatlıyordum” diyen baba Ranko, elinde sarma tenceresiyle devamlı oğlunun yanına gitmeye de ihmal etmiyordu.

Valeriy Lobanovski’nin bile kıskanacağı bir sakinlikle teknik direktörlük hayatını sürdüren Thomas Schaaf, çok iyi bir antrenör. Bremen’i Şampiyonlar Ligi’nde bile hücum futbolu oynatma cesareti vardı, takımını şampiyonluklara taşıdı bu şekilde. Ancak futbolun nankörlüğü ona da uğramıştı; eski başarıları kimse hatırlamıyor, herkes yeni başarılar istiyordu. Bu nedenle futbol felsefesine bir dönem sonra sırtını dönüp, biraz daha sonuç odaklı oynatmaya başlamıştı ve Marko gibi saha içinde anarşik futbol oynayan oyunculara çok fazla yer yoktu. Mesut Özil’in de Real Madrid’e gitmesi bir dönemi kapatmıştı artık. Marko için gitme vaktiydi. Bundesliga’da onu isteyen birçok kulüp vardı ama o dönemde Chelsea’nin kapıyı çalması ve ciddi bir teklif yapması herkesi şaşırttı. Sadece Marko’ydu şaşırmayan: “İngiltere bana son derece uygun bir lig. Rakipler sert olabilir, Bundesliga’dan daha acımasız defans oyuncuları olabilir. Bu yüzden onlardan daha hızlı olmalıyım, çok basit.”

Ancak işler istediği gibi gitmedi. Londra’ya sakatlıkla giden Marko, saha dışında da huzuru bulamadı. Ailesiyle eskisi kadar irtibat halinde de olmayan genç oyuncu, saha içinde de Eden Hazard, Oscar, Juan Mata, Andre Schürrle gibi oyuncularla savaşmak zorundaydı. Ve başarılı olamadı. Ama dedik ya; Marko yetenekli olduğu kadar hırslı da… Çok iyi bir sözleşmesi olması, onun için önemli bir etken değildi. Otoparkta babasını yenemediği için ağlayan, Frankfurt’ta takım arkadaşlarını küstüren, Gladbach’ta 17 yaşında kanatları süpürürken Joachim Löw’e “Sanırım onun kadar hızlısını görmedim” dedirten Marko’nun yedek kalma gibi bir niyeti yoktu.

Önce Sevilla’ya kiralık gitti, İspanya Ligi ona yatkındı ama orada da sakatlıklara boğuşup, kısmen forma şansı buldu. Büyük idolü Dejan Savicevic’in büyüdüğü lig olduğu için küçükken Serie A’yı düşleyen Marin, bu sefer Fiorentina’nın yolunu tuttu ama orada da konsepte uymayınca tek bir lig maçı oynamadan geri döndü. Son serüveni Anderlecht oldu, “Artık burada kendimi göstermek istiyorum“ dedi. Tıpkı Trabzonspor’daki ilk basın toplantısında dediği gibi… Ama orada da yapamadı. Yeteneğine herkes inanıyordu. Bir anda patlama yapan genç Alman’ı gören, “Bu adam dünyanın en iyi futbolcusu” diyebiliyordu. Ama o an sadece bir an ise, size olan güven de kayboluyor.

Marko Marin 26 yaşında. Bir zamanlar onun için “Alman Messi’si” diyen vatandaşları çoktan sırtını döndü. Milli takıma son gidişinin üzerinden beş yıl geçti, o artık bir milli takım eskisi. Ama Türkiye’de hâlâ genç. Ve belki de bu yüzden burası onun için doğru adres. Marko Marin’in, Marko Marin olabileceği bir adres burası. Her şeyden önemlisi; sarmayı anlatmak için artık dolma biberine işaret etmesine gerek yok.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

4 sene önce
Sıfır

Sıfır

4 sene önce