Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Saha DışıOfisten Öneriler #4

Socrates ofisinde ne okunuyor, ne izleniyor ve ne bekleniyor? İlhan Özgen seçimlerini yaptı.

Artık her pazar günü, Socrates ofisinden bir editör, o dönem dinlediği, izlediği, okuduğu şeylerden oluşturduğu seçkiyi, merakla beklediği bir spor etkinliği ile birleştirerek sunacak. Bu hafta görevi ben devraldım.

Ne izledim?

Au Revoir Les Enfants. Türkçeye Elveda Çocuklar olarak çevrilen 1987 yapımı film, olaylara farklı taraftan bakmayı sevenler için etkileyici bir yapım. İkinci Dünya Savaşı filmlerinde çoğu kez cepheyi ve çatışma bölgelerini izleriz. Savaş sırasında Nazi işgalindeki Fransa’da geçen film, din ağırlıklı eğitim veren bir Hristiyan okulunda saklanan Yahudi çocukları konu ediyor. Neredeyse silah ya da ölen insanları görmüyoruz. Başlarda, Sineklerin Tanrısı misali çocukların kurduğu ve büyüklerinkini aratmayan bir düzene sahip dünyayı izlerken, sonlara doğru İkinci Dünya Savaşı ve Nazi baskısı yüzünü gösteriyor. Sonu ise bütün savaş filmleri gibi vurucu tabii ki.

Spora dair ise en son, Danimarkalı yönetmen Jorgen Leth’in 1993 yapımı Michel Laudrup– en fodboldspiller belgeselini izledim. Leth, Laudrup’un kariyerini biraz sondan başa doğru ilerletmiş ve Barcelona’nın 1992-1993 sezonunda son haftada sürpriz bir şekilde yaşadığı şampiyonlukla açılışı yapmış.

Laudrup’un futbola nasıl başladığı ve -gariptir- asabi bir genç topçuyken nasıl mülayim bir saf yeteneğe dönüştüğünü anlattığı kısımlar ise sonlara saklanmış. Bence belgeseli ilginç kılan, o dönemi göz önünde bulundurduğumuzda çok iyi bir Barcelona kültürü anlatıcılığı görüyor olmamız. Kulübün kültürel ve sosyolojik yapısından, Johan Cruyff’un yerleştirmeye çalıştığı futbol düzenine kadar birçok şey anlatılmış. Zaman zaman Laudrup’un saha içi hareketleri, görüntülü analiz misali aktarılıyor. En çok hoşuma giden ise Mercedes’i ile turlayan Laudrup’un İtalya ve İspanya’daki kariyerini karşılaştırdığı kısım…

Ne dinledim?

Birkaç yıl evvel İstanbul’da canlı performanslarını da izlediğim, ABD’li saykodelik rock grubu Radio Moscow’un tek canlı albümü Live! In California’ya sarmış durumdayım. Canlı performanslarını doğaçlama üzerine kuran grubun ‘kirli sound’u, 1970’lerde çıkış yapan ABD’li Blue Cheer’ı; riffleri ise Black Sabbath ve Led Zeppelin’i andırıyor. 2000’li yıllarda bu tarz müzik yapmak isteyenler için pentatonik gamlar her zaman biraz dezavantaj olmuştur tabii, yapacak bir şey yok…

Yavuz Çetin’in Satılık albümündeki Benimle Uçmak İster misin? de benim için modası geçmeyenlerden. Yavuz Çetin’i müzikal anlamda en iyi anlatan şarkı bence. Zamansız bir şaheser, her dönemde gider…

Ne okudum?

Tarihi Yarımada, eski kuşaklar için ‘gerçek’ İstanbul demek. Bizim kuşak ve sonrası için ise ‘çöplük, kalabalık, varoş’ gibi sıfatlara sahip. Muhafazakâr olduğunu gururla söyleyen ülkenin muhafaza edemediği bu tarih, gün geçtikçe de bozulmaya devam ediyor. İkameti Tarihi Yarımada olan kaç kişi bunu kafaya takıyordur bilmiyorum ama en azından beni epey üzen bir mevzu bu…

Haldun Hürel, küçük yaşlarımızda 3 Hürel Grubu ile hayatımıza giren bir isim. 1980’li yıllarda akademik kariyerine devam eden; sanat tarihi ve İstanbul üzerine güzel eserler kaleme alan Haldun Hürel de benimle aynı dertten muzdarip. Bu yüzden kitapları, röportajları ve televizyon programları ‘kaçmaz’ listemin başında. Okuduğum son kitap da kendisinin kaleme aldığı 767 sayfalık Efsanevi İstanbul Yarımadası. Suriçi’ni mahalle mahalle gezen ve eski haliyle yeni halini karşılaştırarak sayfalara döken Hürel, kitabın büyük bölümünde yozlaşmadan ve bu bölgenin korunmamasından dem vurmuş. Nasıl kıymetli bir değere sahipken, elimizde yavaş yavaş bir hiçin kaldığını anlamak için yararlı bir kitap.

Ne bekliyorum?

Tek sayıyla biten seneler, futbolseverler için sıkıcı bir yaz anlamına gelir. Sıcak günleri çekilir kılabilecek ne Avrupa Şampiyonası ne de Dünya Kupası avuntumuz vardır. O yüzden bu yaz, “Bir an önce 2018 Haziran’ı gelsin” temennisi hâkim olacak bende.

Ama Serie A müptelası olarak alternatifli temennilerim var. Son yıllarda özellikle genç İtalyan futbolcularla kalkınmaya başlayan lig, buna rağmen hala ‘Nerede o eski Serie A, ah ah!” yakarışlarına sebep oluyor. Ligin, ilgi çekmesi için bence iki senaryo var. Ya Juventus, Şampiyonlar Ligi’ne uzanacak ya da Juventus dışında bir takım Serie A’da şampiyon olup, “Neler oluyor orada?” etkisi yaratacak. Umarım iki senaryodan biri gerçekleşir…

İlginizi çekebilecek diğer içerikler