Ne izledim?
Adı, başına “dahi çocuk” eklenmeden nadiren anılan Xavier Dolan’ın filmlerini hiç izlememiştim. Sekizinci filminin yapımını sürdüren 28 yaşındaki yönetmen/oyuncu/senarist/prodüktör/editör/kostüm tasarımcısı/model, benim için ‘Instagram’daki aşırı havalı çocuk’tu. Geçenlerde iki filmini izledim: 2014 Cannes Film Festivali’nde Jean-Luc Godard ile Jüri Özel Ödülü’nü paylaşmasına vesile olan Mommy ve geçen yıl aynı festivalde kendisine Büyük Ödül’ü kazandıran Alt Tarafı Dünyanın Sonu (Juste la fin du monde). Mommy, zar zor geçinen bir annenin durmadan olay çıkaran, gelgitli oğluyla baş etme çabasını anlatıyor. Diğer film ise genç bir adamın ölümcül bir hastalığa yakalandığını 12 yıldır görmediği ailesine haber verme denemesini.
İki filmi de izlerken ara ara kendimi hikaye dünyasına fena kaptırdığımı, karakterler adına onların dertlerine çözüm aradığımı, normalden daha hızlı düşünmeye başladığımı sonradan fark ettim. Bu kadar genç bir yönetmenin böyle bir etki yaratabilmesi sıra dışı bir şey. Diğer yandan, özellikle bazı müzikli, danslı sahnelerde, monitör önünde durup “Olamaz, şu anda felaket ‘cool’ bir şey çekiyorum” diye düşünen bir yönetmen canlandı gözümün önünde. Fazla hesaplı kitaplı ya da hevesli, biraz ergence bir tür gösterişçilikten rahatsız oldum. Dolan’ın gelecek yıl gösterime girecek, ilk İngilizce filmi olacak The Death and Life of John F. Donovan’ı bayağı merak ediyorum, doğrusu. Ara sıra Instagram’da filmle ilgili birşeyler paylaşıyor, bu arada.
Ne dinledim?
Dmitri Şostakoviç. 1975’te ölen Rus bestecinin en bilindik eserlerinden 2 Numaralı Vals’e denk geldim geçenlerde. Nedense Krzysztof Kieślowski’nin Üç Renk üçlemesinde yer alan filmlerden Beyaz’daki bir sahneye gitti aklım. İki adamın çocuklar gibi neşeyle buzda kaydıkları bu sahnede 2 Numaralı Vals’in çaldığından emindim. Sanki. Tabii ki yanılıyormuşum. O sahnedeki müzik, Kieslowski’nin muhteşem iş ortağı Zbigniew Preisner’in (aka Van den Budenmayer) bestesi The Party on the Wisla’ymış. Neyse, valsin böylece dikkatimi çekmesi sayesinde Şostakoviç bestelerine daldım. 1997’de ölen Rus viyolonselci Daniil Shafran’ın yorumlarını keşfettim. Dinlerken Şostakoviç ile aynı koyu yeşil ormanların yamacında, aynı karanlık denizin kıyısında, aynı gri gökyüzünün altında dolaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Karadeniz havasını hissediyorum… Ciddiyim.
Ne okudum?
Ümit Kıvanç’ın son kitabını: O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Alemin Basına Ettikleri. P24 Medya Kitaplığı’ndan çıktı. Ümit Kıvanç, politika üzerine yazılarını P24’ün yanı sıra Gazete Duvar ve kişisel web sitesinde yayımlıyor. Dünyada, özellikle Türkiye’de, neler olup bittiğini sabırla, sebatla anlatıyor. Gazeteciliğin haysiyetini kurtarmak ister gibi bir hali var. Yeni kitabında da öyle. Neoliberalizmin gemi azıya aldığı bir dönemde gazetecilerin itibarlarını nasıl koruyabileceklerine ilişkin fikirler çıkarabilirsiniz bu kitaptan. Birçok araştırmadan, konuyla ilgili kaynaktan haberdar olabilirsiniz. Türkiye’de herhangi bir konuya akılcı yaklaşıldığına tanık olmanın verebileceği beklenmedik ferahlık da cabası. Ama başlıkta yer alan üç bunalım gerekçesi üzerine, odağı daha belirgin, daha çok ayrıntıya giren üç kitap okumak da fena olmazdı.
Ne bekliyorum?
Dergiciliğin sevdiğim yanlarından biri insanı aylar, hatta yıllar sonra gerçekleşecek etkinliklerin atmosferine erkenden sokması. Socrates’in projeler departmanında 2018 Kış Olimpiyat Oyunları ve Paralimpik Oyunları için hazırlık yapmaya başladık bile. Oyunlar Şubat ve Mart’ta, Güney Kore’nin PyeongChang şehrinde düzenlenecek. Geçen yıl, Rio Yaz Olimpiyat Oyunları’nın yapıldığı Ağustos ayı için özel bir sayı hazırlamaktan çok mutlu olmuştuk. 2018 PyeongChang öncesi ve sırasında da çeşitli sürprizler yapmak istiyoruz. Umarım hem oyunlar şahane geçer hem de okuyucularımıza layık oldukları gibi bir yayın sunabiliriz.