Malcolm Kerr, 18 Ocak 1984’te Beyrut Amerikan Üniversitesi’ndeki (AUB) odasından çıktığında karşısında iki silahlı adam buldu. 18 ay önce aynı üniversiteden rektörlük teklifi geldiğinde aldığı riskin farkındaydı. Fakat bu aynı zamanda hayalindeki işti. 20. yüzyılın başlarında ailesiyle birlikte Beyrut’a taşınmış, eğitimini burada almıştı. Meşhur yer, Malcolm Kerr’e sadece Ortadoğu tarihini ve Arapçayı öğretmemişti, aynı zamanda Ann ile tanışmasını da sağlamıştı. Fakat takvimler o kara günü gösterdiğinde karşısına iki silahlı terörist çıktı.
Bugünlerde 80 yaşına merdiven dayayan Ann Kerr-Adams, o tarihi “kendi 11 Eylül’üm” olarak tanımlıyor. Hayatını eğitime adayan Ann, 1954’te öğrenci değişim programıyla gittiği Amerikan Üniversitesi’nde yeni bir dünya ile tanışmıştı. AUB, servi ve tropikal ağaçlarla dolu kampüsüyle yarım asır önce Ann’i hayran bırakmıştı. Genç kadın, Malcolm ile orada tanışmıştı. İkili kısa süre sonra evlendiler ve dünyayı dolaştılar. Kaliforniya’da bir evleri vardı fakat zamanlarının çoğunu uzakta geçiriyorlardı. Tunus, Mısır, Fransa, İngiltere, Lübnan tutkularının onları götürdüğü yerlerden bazılarıydı.
Kerr ailesi, şiddetin dinmediği Ortadoğu topraklarında barış ihtimalinin onları bulup bulmayacağını sorguluyordu. Bu yüzden 1982’de AUB’dan gelen teklifin Malcolm Kerr’ün yaşamındaki anlamı farklıydı. Hayatını bu sorunlar ve çözüm fırsatları üzerine kurmuştu. Kitaplar yazmış, iki tarafta da varolan önyargıların yıkılması için çalışmıştı. Steve, yıllar sonra ESPN’e verdiği bir söyleşide, babasını hayatı boyunca Camp David anlaşmasının imzalandığı günde olduğundan daha heyecanlı görmediğini söyleyecekti.
ABD’nin dış politikası gereği o yıllarda bölge üzerine uzmanlaşan birçok isim ortaya çıkmıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan burslarla birlikte birçok öğrenci Arap coğrafyasına gidiyordu. Hükümetleri de onlara destek veriyor, yeni açılan okullarla da bu ilginin artmasını sağlıyordu. Elbette gönderilen herkesin derdi saf barış değildi. Dünya böyle işlemiyor. Lâkin rahle-i tedrisini Ortadoğu’da alanlar içerisinde en parlak isimlerden biriydi Malcolm Kerr. Hem de her zaman ülkesinin ondan beklediğini yapmıyordu. İsrail konusunda ABD’nin yürüttüğü tavizsiz destek politikasını her zaman benimsemiyor, Edward Said’in “Oryantalizm” kitabı ortalığı kasıp kavurduğunda modaya uymayıp eleştirilerini gizlemiyordu.
Ona ölümü getiren üniversiteye “Evet” cevabı verdiğinde Malcolm’ın birkaç tahmini vardı. Lübnan’da süregelen yedi yıllık iç savaşın sona ereceğini düşünüyor, karısı Ann ile birlikte bölgede fark yaratabileceğine inanıyordu. İkisi de eğitim aldıkları koridorlarda onlarca farklı yerden insanla tanışmışlardı ve dış politikadan ziyade kültürün bölgeye barış getireceğini düşünüyorlardı. Onlara göre öğrenci değişimi programları sonucu buraya gelen Amerikalıların yapması gereken de buydu. Gerçekten de aldığı riski biliyordu, kendisinden önce AUB’da aynı görevi yapan David Dodge kaçırılmıştı. Bu yüzden aile içinde gidip gitmeme kararı tartışıldığında oğullarından John gitmemesini istemişti.
Malcolm Kerr öldürüldüğünde çocuklarının hepsi gezegenin başka yerlerindeydi. En küçük oğlu Andrew onunla birlikte Beyrut’taydı ve haberi radyodan işitmişti. John, Mısır’da çalışıyordu. Susan yeni evlenmişti ve Tayvan’a taşınmıştı. Steve ise basketbol kariyeri edinebilmek için Arizona’da okuyan, adını yavaş yavaş basketbol dünyasında duyurmaya çalışan bir isimdi. Daha sonra o trajik ana şahitlik eden arkadaşlarının anlattıklarına göre, babasının ölümünü duyar duymaz odasından dışarı çıkmış, koşmaya başlamıştı.
Steve Kerr’ün basketbol kariyeri edinebileceği en başta kimsenin aklından bile geçmiyordu. Her zaman çok iyi bir şutör olmuş, hızıyla ve zekasıyla oyunda fark yaratmış, ağırbaşlı ve nazik tavrıyla çalıştığı bütün koçların kalbini kazanmıştı. Fakat kısaydı, çok atletik değildi ve fiziğinin NBA’de oynayacak kalibrede olmadığı herkes tarafından kabul görüyordu. Los Angeles’taki lisesinden mezun olduğunda Steve Kerr’ün aklında basketbola devam etmek vardı. Birçok üniversite ile görüşüyor, çoğu tarafından sıcak karşılanmıyordu. Dışarıdan bakıldığında bu çocukta gelecek olduğunu gören pek kimse yoktu. Hatta kadrosunda bir kişilik yer olduğu için onu Arizona’ya alan koç Lute Olson bile ondan yana pek inançlı değildi. Akıllı, karakterli bir oyuncuydu fakat o günlerde bu NBA kariyeri almanızı sağlayan nedenlerin başında gelmiyordu.
Daha sonra işler pek çevresinin beklediği gibi gitmedi. İyi anlamda. Steve Kerr, Arizona Wildcats’in en büyük starlarından birine dönüştü, 1988’de Final-Four’a çıkan kadronun yapıtaşlarından biriydi. Şutları ile fark yaratmış, kısa sürede okulun en popüler yüzlerinden birine dönüşmüştü. Peşinden çoğumuzun yakından bildiği bir kariyere sahip oldu. 1990’ların ortasında yolu Chicago Bulls’a düştü, bir antrenman sırasında kavga ettiği Michael Jordan’dan yumruk yiyerek ününe ün kattı, sonrasında gelen üç şampiyonlukta Phil Jackson’ın vazgeçemediği görev adamlarından biri olarak pay sahibi oldu. 1997 NBA Finalleri 6. maçında attığı son saniye üçlüğü kariyerinin jeneriklere malzeme olmasını sağladı. Arkasından San Antonio Spurs’e gitti, orada Tim Duncan’dan yumruk yemedi, Gregg Popovich yönetiminde yine işini yaptı. Hiçbir zaman star olmadı ancak hep oradaydı, katkı vermeye, “o şutu” sokmaya hazır bir şekilde bekledi.
Steve Kerr perşembeyi cumaya bağlayan gece, Golden State Warriors’ın başında kariyerinin en önemli maçlarından birine çıkacak. 2015 NBA Finalleri’nde rakip Cleveland Cavaliers. Her yerde Marc Jackson’dan takımı devralan Kerr’ün savunmada ve hücumda yaptığı devrimden bahsediliyor, yardımcıları Ron Adams ve Alvin Gentry ile birlikte takımda kurduğu düzenden söz ediliyor. Dağınık bir şekilde duran parçaları nasıl birleştirip mükemmelleştirdiği yazılıp çiziliyor. Bütün bu övgüler sırasında da söz elbette hep Kerr’in karakterine geliyor. Aynı sıfatların arka arkaya geldiğini görüyorsunuz. Zeki, akıllı, uslu. Fakat bu onun için yeni bir durum değil. Sadece Warriors macerasında ya da babasının ölümüyle ilgili makalelerde değil, 1980’lerin sonunda üniversitede okurken da böyle tanımlanıyordu.
Ve Steve Kerr’ün kariyeri sadece bir kurban hikâyesi olarak tanımlanamazdı. Evet, bir insanın hele bir de 18 yaşında bir genç adamın görüp görebileceği en büyük acılardan birini yaşamıştı. Ancak, üniversitede bile verdiği söyleşilerde normal bir insan olduğunu, normal bir hayat sürdüğünü ve kendi yaşıtlarından farklı olmadığını söylüyordu. Bugün bu söyledikleri yaşadığı acının yanında dipnot olarak görülebilir lâkin onu anlamak için karakterinin öteki yönünü de görmek lazım.
Bobby Knight üzerine yazdığı kitapla ünlenen John Feinstein’in kariyerindeki mühim eserlerden biri de A Season Inside. Kitabında 1987-1988 NCAA Sezonu’nun izini süren Amerikalı yazar, kolej basketbolunun perde arkasını anlatmaya çalışır. Uğradığı duraklar arasında Arizona da vardır. Ve elbette babasının hikâyesi ile birkaç sene evvel manşetlere çıkan, sonra yeteneği ile kendisini kanıtlayan ve yavaş yavaş NBA gözlemcilerinin radarına girmeye başlayan Steve Kerr kitapta başroldedir. Orada medyanın bize aslında pek yansıtmadığı yüzünü görürüz. Hepimiz gibi, çocuk yüzünü. Üniversite bitmek üzeredir ve bütün o spot ışıkları altında genç oyuncunun saf yönleri ile tanışırız. Feinstein’ın okulda olduğu dönemde annesi Ann Kerr de Steve’i ziyarete gelmiştir. Steve, annesinin varlığından ötürü ne kadar mutlu olduğunu defalarca belirtir. Ann ile derslere birlikte giderler, evi toplarlar.
O günlerde Steve hakkında medyada çıkan yazılar birbiri ardına övgülerle doludur fakat o bundan sıkılmaya başlamıştır: “İnsanların beni böyle sevmesi elbette güzel ama gerçeği söylemek gerekirse bazen bundan sıkılıyorum. Yani, eğer bir daha beni Huck Finn ya da Tom Sawyer’a benzeten yazı okursam kusacağım. Yaşıtlarımdan herhangi bir farkım yok. Eğlenmeyi, bira içmeyi seviyorum ve gerçekten asshole gibi davrandığım zamanlar da oluyor. Ailem, hakkımda yazılan ve ne kadar büyük bir karakter olduğumu anlatan yazıları bayağı komik buluyor.” Bunu söylediğinde babasının ölümünün üzerinden dört yıl geçmiştir.
Annesi, aileden gizlice, Malcolm Kerr’ün ölümünden sonra Beyrut’a geri dönmüş, kocasının vurulduğu üniversitede ders vermeye devam etmiştir. Arizona’ya oğlunu ziyarete gelmesi bu yüzden büyük haber olur. Feinstein’ın yanında başka gazeteciler de Ann ile konuşmak ister. Ann de ailenin geri kalanı gibi Steve’in “kahraman” imajı ile dalga geçer. NBA yolundaki oğlunun ailenin en tembel üyelerinden biri olduğunu, seyahatleri sevmediğini, yataktan sabahları çıkmaktan pek hoşlanmadığını anlatır. Bitirirken övgülere geçer: “Yine de onun özel bir çocuk olduğunu düşünüyorum. Gerçi bütün çocuklarımın özel olduğunu düşünüyorum.”
Yine de Steve Kerr, 20’li yaşlarının başında dahi bir lider olarak görülür. Onu başta takımı almakta tereddüt eden Lute Olson bu özelliğinden çok etkilenmiştir. Ona göre Steve’in takım arkadaşları üzerinde müthiş bir etkisi vardır. Yıldız oyuncusunu Feinstein’a, “Hayatımda gördüğüm en iyi lider” diye tanımlar: “Takıma yeşilin aslında turuncu olduğunu söylesin, yine de hepsi ona inanır.” Gerçekten de bu etkisi anlaşılmaya başlanmıştır. O ise buna katılmaz. O kadar da büyük bir lider olmadığını, hakkında söylenenlerin gerisinde farklı bir nedenin yattığını söyler: “Benim neden lider olduğumu anlamak istiyorsan, basitçe açıklayayım. Geçen yaz Fransa’ya gittik. Takımda benden başka Fransızca konuşan kimse yok. Bir kıza yazmak istedikleri her seferde ben çevirmenlik yaptım. İşte bu yüzden lider oldum.”
Elbette liderliğini ve sert karakterini açıklayan tek sahne o değildir. Kerr’ün parkedeki etkisi de tartışılmazdır. Babasının ölümünden iki gün sonra maça çıkmış, kolej basketbolu kariyerinin en iyi sınavlarından birini gözyaşları içinde Arizona State’e karşı vermiştir. 7’de 5 isabetle 12 sayı attığı o gecede Arizona, Olson yönetimindeki ilk büyük zaferini alır ve Feinstein’a göre o gece Steve Kerr efsanesi doğar. O maçtan dört sene sonra bir başka Arizona State mücadelesinde bu kez rakip seyircinin bir kısmının tepkisi ile karşılaşır. Arizona’nın yıldızına “Baban nerede?” diye bağıran gerizekalılar yüzünden okul yönetimi özür metni yayınlar. Steve ise bu metne gerek kalmadan intikamını parkede alır. Sadece ilk yarıda altı tane arka arkaya üçlük atar ve takımının farklı galibiyetinde başrolü oynar.
Steve Kerr efsanesi gündemde kalmayı sürdürüyor. Babasının ölümü, aile hikâyeleri, suikastin arkasında olduğu düşünülen İran’a karşı açtıkları dava, Golden State Warriors’ın başındaki kariyeri derken sürekli o sıfatları duymayı sürdürüyoruz. O ise, tıpkı geçmişteki gibi, hayat hikâyesinin fazla büyütülmemesi gerektiğine inanıyor. Aslında hiçbir zaman büyütülmemesi gerektiğini düşünüyordu. Bu yüzden 13 Mart 1988’de bütün bu şampiyonluklardan, başarılardan önce şunları söyledi: “Benim için, bütün bunlar büyük birer meselelermiş gibi gelmiyor. Muhtemelen böyle söylememin nedeni bunları yaşamış olmam. Uzun süre boyunca insanlar bana bir kurbanmışım gibi baktı. Şimdi ise yavaş yavaş bana bir insanmışım gibi bakıyorlar. Böyle olmasını tercih ederim. Çünkü gerçekten de kendimi diğer çocuklardan farklı olarak görmüyorum.”
Steve Kerr bunları söylediğinde 23 yaşındaydı. Birkaç satır sonrasında babası hayattayken ailecek yaptıkları Beyrut tatilinden söz ediyordu. Savaş tüm hızıyla sürüyordu, ailesi ile havalimanında sıkışmışlardı ve zorlukla kaçabilmişlerdi. Dönüş zamanı geldiğinde Steve için esas tehlike başlayacaktı. Suriye’den Ürdün’e tek başına, kendisi için ayarlanan bir taksi yardımıyla gitmişti. Sekiz saatte. Canını kurtarabilmiş, evine dönmüştü. Onu havalimanına yetiştiren taksici ise dönüş yolunda kafasından vurularak öldürülmüştü. Arka arkaya okunduğunda bütün bunlar gerçeküstü geliyor. Fakat hepsi gerçek. Bu yüzden NBA Finali’nin ne kadar büyük bir olay olduğunu söylediklerinde muhtemelen Steve Kerr “Abartmayın” diyecektir. Büyüklük tasladığını düşünmeyin. Onun için bir başka normal gün daha.