Bu yazı ilk olarak Socrates’in Ağustos 2020 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
FIBA sıralaması, bir ülkenin basketbol kültürünü ölçme adına çok önemli bir parametre sayılmaz. Ama bir yandan da yıllardır tepedeki ülkeler pek değişmezler: ABD, İspanya, Sırbistan, Fransa, Litvanya… Yani durup dururken Belçika’yı falan göremezsiniz orada. Çekoslovakya’nın dağılışından beri basketbolda söz sahibi olmaya uzak kalan Çekler’in kaderi, 2006’da bir adamın Tel Aviv’den ülkeye gelişiyle değişti. Yeni listede dokuzunculuğa çıkan Çekya, bugünlerde kıtanın en istikrarlı basketbol ülkelerinden biri…
Antrenörlük kariyerinize dair şimdiye kadar birçok şey yazılıp çizildi ama oyunculuk döneminiz hakkında fazla veriye ulaşmak mümkün değil. 1980’lerden doksanların ortalarına kadar; 15 yıl kesintisiz Beitar Tel-Aviv forması giymiş, İsrail 1. Ligi tarihinin en skorer oyuncuları arasında yer alan biri olarak, neler hatırlıyorsunuz o periyottan? Nasıl bir oyuncuydunuz?
Sizin bir skorer vardı… Türk. Çok estetikti. Seksenlerde de oynamışlığı vardır yanlış hatırlamıyorsam. Benden çok daha iyiydi ama stillerimiz benziyordu diyebilirim. Neydi adı ya?
Erman Kunter mi? Ya da belki, ucundan kıyısından, Harun Erdenay?
Yok, yok… Perde çıkışlarını kovalardı hep, topsuz hareketi müthişti. Dilimin ucunda ismi… Kutluay… Kutluay evet. Hatırladım; galiba dönemi yanlış söyledim ama tarif ettiğim oyuncu İbrahim Kutluay’dı. Onu düşünün, birkaç seviye aşağı çekin kaliteyi ve işte ben. Öyle bir oyuncuydum.
Nasıl başlamıştınız peki?
Dürüst olmak gerekirse; İsrail’deki birçok kişinin aksine çocukluğumdan şikâyet edemem. Basketbol, futbol ve kızlar… Eğlenceli bir dönemdi. Tel Aviv’deydik ailemle birlikte ve 14 yaşına kadar futbol ile basketbolu birlikte götürdüm. Beitar Tel-Aviv’de basketbol oynayarak başlamıştım ama sonrasında Maccabi Tel-Aviv’in futbol takımına geçtim; orta sahada oynuyordum ve iyiydim de. Annem bir gün yanıma gelip, “Neno artık birini seçmek zorundasın. 15 yaşına geliyorsun. Bana sorarsan, seçimin basketbol olmalı. Haberlerde sürekli görüyorum futbolda birileri sakatlanıyor. Basketbol daha iyi” dedi. Sonuç malum…
Seksenlerin ortasında bir de ABD’ye gidiş hikâyenizi de duymak isterim. Mercyhurst Koleji’nde oynamayı kabul edip sadece bir yıl kaldıktan sonra Tel Aviv’e geri dönmeniz biraz tuhaf geldi…
Türkiye’de nasıldı bilmiyorum ama 1980’lerde profesyonel olmaya çalışan basketbolcular, âdeta kulübün tapulu malları gibiydi. 19 ve 21 yaş altı milli takımların kaptanlığını yapmıştım; yani yaşıtlarıma oranla göz önündeydim denebilir. Koleje gittim ve sadece bir yıl kaldım çünkü ben iyi oynayınca Beitar geri dönmemi istemişti. Dönmeseydim üç yıl ceza yiyecektim; zira İsrail’deki federasyon kararına göre bonservisinizi elinde bulunduran kulübün dışında bir yerde, kulübün izni olmadan basketbol oynarsanız böyle bir yaptırımla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bugünkü aklım olsa dönmez ve ABD’de kalıp devam ederdim. Üç yıl daha okurdum, ülkemde de profesyonelliğe geçmezdim. Ama o yaşlarda sağlıklı karar veremiyorsunuz. Ne yapalım, döndük geri…
Zvi Sherf, Pini Gershon ve Moshe Weinkrantz gibi birçok saygın antrenörün gençlik dönemlerinde Beitar’da piştikten sonra Maccabi’ye geçtiğini görüyoruz. 2020 itibarıyla faaliyetlerini durdurmuş olan kulübünüzün geçmişini nasıl anlatırsınız?
Beitar hiçbir zaman tepeye oynayan bir takım olmadı. Buna rağmen Tel-Aviv’de Maccabi’nin en büyük rakibiydik o dönemler. Saydığın isimlerden Pini Gershon, ben oradayken genç takım antrenörüydü mesela, çok gidip geldi. Uzun yıllar kalmamış olsa da Muli Katzurin’le de orada tanıştım. Antrenörlüğe gerçek anlamda adapte olmamda etkisi çok büyüktür. Henüz basketbolu bırakmamışken, 1993 yazında 5-6 yaşındaki çocuklardan oluşan bir grubu çalıştırmaya başlamıştım. Tabii ona antrenörlük diyemezsiniz; dememeniz gerekir, daha çok o çocuklara basketbol sevgisi aşılamaktı benim işim… 1995’te oyunculuktan emekliye ayrılınca çocuklardan, gençlere geçtim. Bir yandan da birinci ligde Bnei Herzliya’da yardımcı antrenörlük yapıyordum… 1998-2000 arası bu dönem; başantrenör Hanoch Mitz’in görevine son verildiğinde de kendimi birinci koltukta buldum. 2006’ya kadar farklı takımlarda gidip geldim; Ramat Hasharon’la ikinci ligde şampiyon oldum, Bnei Herzliya’ya geri döndüm, Elitzur’u çalıştırdım… Muli Katzurin, 2006 yazında “Neno, ben Nymburk’un koçu oluyorum. Gel yardımcılığımı yap” diye telefon ettiğinde ise hayatım değişti.
Hayatta evinizden dışarı çıkmadığınız sürece bir şey öğrenmeniz mümkün değil. Nymburk’a bu yüzden gittim.
2005’te Herzliya’yı kupa finaline taşıdığınızı düşünürsek bu kararı almanız şart değildi sanırım… Yani, ikinci adamlığa geçmeden başantrenör olarak devam edemez miydiniz?
Edebilirdim tabii. Hangi seviyede olurdum; orası meçhul ama iş bulurdum. Muli beni aradığında, her şeyden önce Avrupa’da bir takımın parçası olma fikri hoşuma gitmişti. Dürüst olalım, bu hayatta evinizin çatısı altından dışarı çıkmadıkça pek bir şey öğrenmek mümkün değil. Biraz sahte oluyor o kazanılan tecrübeler; karakteriniz oturmamışken “Ben oldum” diyebiliyorsunuz. Doğal sonuç bu. Gidip görmeli, kendinizi insanlarla mukayese etmelisiniz. Nymburk’a gitmek de hayatımda verdiğim en iyi karardı. Pardon… Eşim Türkçe bilmiyor ama işi yine de garantiye alalım, onunla evlenme kararı aldığımdan beri yaptığım en iyi tercihti diyelim… Evet, böyle daha iyi oldu.
Çekoslovakya dağılmadan önce ülkede ciddi bir basketbol kültürünün var olduğundan söz etsek de bağımsızlık kazanıldıktan sonra, yani 1990’ların başından itibaren yirmi yılı aşkın sürede hiçbir turnuvada başarı gelmedi. Lubos Barton, Jiri Welsh gibi iki kariyerli oyuncuya rağmen Çekler neden Muli Katzurin & Ronen Ginzburg ikilisi bu ülkeye gelene kadar bir yapı oluşturamadı? Siz neyi değiştirdiniz?
O dönem verdiğimiz bir röportajdan hatırlıyorum; 2006 civarında Prag’daki ofiste bir çalışma görmüştüm. Bizim ülkeye geldiğimiz yıl, Çek Cumhuriyeti’nde basketbol en popüler beşinci spordu. Basketbol milli takımı yirmi yıllık sürede sadece iki kez EuroBasket’e katılabilmiş, onlarda da sırasıyla 11. ve 15. olmuştu. Dünya Şampiyonası’na zaten hiç gidilememişti. Futbol, tenis, buz hokeyi ve birkaç kış sporunun arkasındaydı basketbol. Milli takımın başarısıyla bu durum değişti, basketbol ikinci sıraya çıktı.
Biz ne yaptık? Doğrusu bunu “İsrail’den iki adam geldi ve her şeyi değiştirdiler” diye değerlendirmemek gerekir. Bir temel vardı, Nymburk gibi amiral gemisi sayılabilecek bir kulübü kullanarak bu temelin üzerine kat çıktık. 2006-10 arası Muli’nin asistanlığını, 2010-13 ve 2015-2017 arası da iki ayrı dönemde takımın başantrenörlüğünü yaptığım Nymburk’ta toplam dokuz lig şampiyonluğu, sekiz kupa zaferi kazandık ama… Ligde rekabet var mıydı? Eh, pek yoktu. Ama biz 1 milyon dolar civarında seyreden oyuncu bütçesiyle Eurocup’ta iki kez son sekize kaldık. Birinde Muli başantrenördü, diğerinde ben. Milli takımın iskeletini oluşturduk. Scouting transferleriyle EuroLeague’e Blake Schilb, Howard Sant-Roos, Chasson Randle gibi oyuncular verdik. Görev Muli’den bana, benden de asistanım Oren Amiel’e geçti. 14 yıllık periyotta, mütevazı bütçelerle oynayıp Avrupa’da rekabetçi kalabilen ve sadece üç tane koç değiştiren bir yapı… Bu istikrarın milli takıma sirayet etmemesi beklenemezdi.
Peki milyarder Miroslav Jansta’nın takım sahibi olduğu dönemde Nymburk’un görece yeterli kaynakları olmasına rağmen neden düşük bütçelerle mücadele edildi?
Kestutis Kemzura’nın benden görevi devraldığı 2013 yazıyla birlikte çılgın harcamalar yaptılar aslında. Tre Simmons, önceki sezon 180 bin dolara oynarken yeni kontratını 500 bin dolardan yaptı. Darius Washington’a yine acayip bir para verildi. 2013-2015 arasında 4 küsur milyon doları görmüştür Nymburk bütçesi. 2015 yazında ben geri döndüğümde bütçeyi de eski seviyesine çektik. Geçmişten farkı, 2017’de ben takımdan ayrıldığımda oyuncu bütçesi 700 bin dolara kadar inmişti. Jansta sonra da sattı zaten kulübü.
Biraz milli takım özelinde konuşmaya başlayacak olursak, Çek Cumhuriyeti programını nasıl anlatırsınız? 2015’te EuroBasket’te son sekize kalmakla başlayıp 2019 Dünya Kupası’nda altıncılığı gören milli takımda nasıl bir düzen var? Bilhassa federasyon nelere dahil oluyor, nelerden uzak duruyor?
Federasyon, birtakım kulüplerin altyapılara ve genç koçlara yatırım yapmasını sağladı ama bu ligdeki rekabetçiliği artırmadı. Ligin zayıflığı daimi. Tomas Satoransky’nin çıktığı takım olan USK Praha ve Nymburk odaklı bir plan yaptık ama milli takım için maalesef eldeki havuz çok genişlemedi. Satoransky-Vesely odaklı düşünsek bile; ki Jan son iki turnuvada bizle birlikte değildi sakatlığından ötürü, milli takım çekirdeği yaşlanıyor. Burada federasyonun basketbolu sevdirmek için attığı adımları düşünerek, sporun sokakta daha çok çocuk tarafından oynanmasını ummaktan başka çaremiz yok. Tabii eğer uzun vadeyi düşünüyor ve konuşuyorsak… Yoksa tabii ki bugün itibarıyla elimizdeki en değerli genç yetenek olan 2000’li Vit Krejci’nin üzerine titriyoruz; onun beslenme programıyla ilgileniyoruz, boş zamanında ABD’ye gidip kendini geliştirmesi için gerekli masrafları üstleniyoruz. Bunu söylemem garip olabilir ama bu ülkede insanlar zaten çok iyi niyetli, alçakgönüllü ve çalışkanlar. Aşağı yukarı herkeste bu böyle. Farklılar.
Nasıl yani?
Niyetim ülkemi kötülemek değil, sen de Türkiye’densin anlayacaksın şimdi söyleyeceğimi. Yunanlar, Türkler, İsrailliler ya da İtalyanlar… Biz benzer kültürlerden geliyoruz. Tel Aviv’de ya da İstanbul’da hayat hızlı akıyor; herkes her şeyi hemen önünde istiyor. Bu yemek yerken de böyle, başarıyı ya da başarısızlığı hazmederken de… Prag’da işler öyle yürümüyor. Rüzgâr, hatta rüzgâr değil bir yel esintisi var… Yavaş yavaş, sindire sindire ilerliyoruz. Orta Avrupa’daki bu bakış açısına alışmak zamanımı aldı ama şu anda kendimi bu mantaliteye yakın hissediyorum.
Petr Benda’ya “Emekliliğinde ne yapacaksın?” diye sorduğumda “Beden eğitimi öğretmeni olacağım” demişti.
Mesela bir hikâye anlatayım. Buraya ilk geldiğimde Petr Benda, ülkede en çok para kazanan oyunculardan biriydi. Yanılmıyorsam açık ara farkla en çok kazanan yerli oyuncuydu hatta. Bir gün, antrenman çıkışı sohbet ediyoruz… “Petr, bitirdikten sonra ne yapacaksın?” diye sordum. İsrail’de bu soruyu benzer profilde bir oyuncuya sor, alacağın cevap “Şu adaya yerleşirim. Burada tatil yaparım. Artık hayatı yaşamanın vakti geldi” olur. Petr bana dedi ki… “Ben devlet okullarında beden eğitimi öğretmeni olmak istiyorum. Şimdiye kadar öğrendiklerimi çocuklara bu şekilde aktarabilirim…” Düşünün işte. Biri yanlış, diğeri doğru diye değil, aradaki fark bu. Neredeyse 15 senedir buradayım ve gerek Nymburk, gerekse milli takımda her oyuncumla çok uzun süreler video kaset izledim. Saatlerce bireysel çalıştım ve bu taleplerin çoğu da onlardan geldi. Türkiye ya da İspanya gibi bir ülke değil burası ama basketbolun iki vazgeçilmez unsuruna sahipler; çalışkanlar ve karakterliler. Herkes de birbirini seviyor, birbiriyle vakit geçirip yardımcı olmak istiyor… Daha dün gibi aklımda; milli takımdaki ilk idmanlarımızda Tomas Satoransky çok genç bir oyuncuydu. Jiri Welsh ile Lubos Barton takımın abileriydi ama Sato şut idmanlarında sürekli sesini yükseltir, kazanmak için bağıra çağıra herkesin üstüne gelirdi. Sato’yu o günlerde diğerleri tolere etti, ego yapmadılar. Verdiler gerekli alanı. Bugün de Satoransky aynı tutumu Krejci ve diğer gençlere karşı sergiliyor. Kültür, karakter bu değil midir zaten…
Koç bir de ‘kazanma modeli’ diye özel bir çalışmanız olduğu söyleniyor… Hatta bu modelin zirveye çıktığı maçı da 2019 Dünya Kupası’nda Türkiye’ye karşı oynamışsınız. Biraz açabilir misiniz bahsi geçen sistemi?
Güzel diyorsun da gelecek yaz koç Ufuk Sarıca ve Türkiye’ye karşı bir maç daha oynayacağız. Üstelik bu kez Shane Larkin de var kadroda. Boşver şimdi modeli falan…
Hocam elbette maç planının detaylarından bahsetmiyorum ama bu modele üstünkörü de olsa biraz değinsek…
Peki madem. Eğer kazandığımız Türkiye maçı özelinde konuşacaksak filmi biraz öncesine sarmamız gerekiyor. Jan Vesely’nin bizimle birlikte olmadığı bir senaryoda, Türkiye’ye karşı kazanma ihtimalimiz pek yüksek değildi. Bunun farkındaydım ve Çek medyasına da farklı şeyler söylemedim. Ama kendi aramızda sürekli konuşuyorduk; işte grupta bizim için hedef maç Türkiye, tamamen oraya odaklanmalıyız, ABD maçını gerekirse daha düşük eforla oynarız gibi gibi… Başta Lubos Barton olmak üzere bütün gözlemcilerimi aylar öncesinden Türkiye özelinde görevlendirdim. Türkler de bir gün önce elindeki maçı ABD’ye verince şansımız çok arttı.
70/30 diye bir modelimiz var. Kazanan aksiyonları tutuyoruz. Türkiye’ye karşı 170 aksiyonla rekora ulaştık.
Bana sorduğun modelin adı 70/30. Böyle koyduk ismini, mantığı da kazanma aksiyonlarında rakibe göre yüzde 70 oranında başarı sağlamaktan geçiyor. Neden? Çünkü kendinizden daha iyi takımları, yani bu senaryoda Türkiye’yi ancak böyle yenebilirsiniz. İstatistik kâğıdında olmayan ama bizim saydığımız aksiyonlar şunlar:
– Rakibin zorlandığı el üstü atışlar – Topa yapılan müdahaleler
– Top aldırmama & baskı
– Hücum faul alma
– Yapılan perdeleme – Box-out
“Will action” diyoruz bunlara. Türkiye’ye karşı bizim için rekor seviyede olan 170 tane kazandıran aksiyon yapmıştık. Sarıca’nın takımıyla da aramızda otuz aksiyona yakın bir fark söz konusuydu. Yetenek farkı böyle kapandı.
Türkiye’nin maçtaki savunma kurgusu sizi şaşırtmış mıydı?
Ufuk Sarıca’ya büyük saygı duyuyorum. Harika bir koç. Beşiktaş’ı çalıştırırken de ben Nymburk’taydım ve karşılıklı oynamıştık. Eşleşmeli alan savunmasıyla bizi bitirmişti. Milli takımın başındayken de tam sahadan başlayan baskıyı ya da matchup savunmasını uyguluyordu, bekliyordum o yüzden. Buna inanan bir koç olduğunu takımıma da söylemiştim. Dediğim gibi, bir gün önce Türkiye’nin ABD maçını kaybetmiş olması büyük avantajdı. Bunu iyi kullandık. Direnci erkenden kırmaya çalıştık. Sahada beklemediğimiz bir şey yoktu.
Peki siz, kendi antrenörlük felsefenizi nasıl tanımlarsınız?
Her şeyden önce yüksek tempo basketboldan ve fazla pozisyon sayısıyla oynamaktan yanayım. Eğer şut imkânı varsa oyuncu top geldiğinde bunu kullanmalı. Hücum süresi ne olursa olsun… Tam saha çıkışlarım hep böyledir. Milli takımlarda tabii ki bu dinamikliği yakalamak, set temposunu yükseltmek kolay değil ama elimizden geleni yapıyoruz. Yedi saniye içinde şutu atamıyorsak, o zaman sete otururuz. Saha üç alana bölünür; ilk alanda oyuncuya baskı uygularız, ikinci alanda ilk pasları engellemeye çalışırız ve son alanda da pota altı-üçlük çizgisini savunuruz. Yüksek tempo, çabuk hareket ve hücum ribaundları… Savunmanın agresif olması gerektiğini düşünmüyor değilim ama oyunun her iki yönünde de yarı sahaya kalmak ilk tercihim olmaz. Bir kere, milli takım koçluğu ile kulüp koçluğu arasında insanların tahmin ettiğinin on katı kadar fark var. Ben burada Nymburk’ta daha önce birlikte çalıştığım, halihazırda ben kulüpte değilken de birlikte oynamaya devam eden hazır bir oyuncu grubunu milli takıma alıyorum. Avantajlıyım o yüzden. Ama elbette milli takımı kulüple birlikte çalıştırmayı özledim.
Xavi Pascual imza atmadan bir ay kadar önce Zenit’le görüştüm. Kontratımdaki maddeden ötürü kabul edemedim teklifi.
Neden yapmıyorsunuz ki?
Federasyonla anlaşmamdan ötürü. 2017 EuroBasket’teki başarısızlığın ardından federasyon bana iki seçenek sundu; ya sadece milli takım koçu olarak devam edecektim ya da bir kulüp takımına gitmek için ayrılacaktım. O dönem haliyle piyasam çok yüksek değildi, İsrail’e geri dönmek veya tatmin edici olmayan bir projeyi kabul etmek de istemiyordum. Üç yıllık kapalı kontrat yaptım federasyonla. Şimdi yeniden takım çalıştırmak için izin alıyorum.
Dünya altıncılığından sonra kulüp teklifleri geldi ama kabul edemediniz o halde…
Xavi Pascual imza atmadan bir ay önce Zenit’le görüştüm. Lokomotiv Kuban, UNICS Kazan ve Cantu gibi takımlardan da teklifler vardı geçmişte. Ben rahatça çalışabileceğim, iyi bir projenin peşindeyim. Oradan oraya savrulan koçlardan biri olmak gibi bir niyetim yok. Ülkeme her zaman dönebileceğimi zaten biliyorum. Hapoel de Maccabi de geçmişte asistan koçluk için teklif yaptılar. Diğer başaltı takımlardan zaten sürekli başantrenörlük teklifleri alıyorum…
Açıkçası ben de bu konuyu açmak istiyordum. Pini Gershon ve David Blatt’in başarılı sezonlarından sonra Maccabi Tel Aviv uzunca bir dönem lokal koçları denemekten vazgeçmedi. Rami Hadar, Guy Goodes, Erez Edelstein gibi isimleri hepimiz hatırlıyoruz. Bu listede sizin adınızın olmayışını neye yoruyorsunuz?
Maccabi hiçbir zaman benim hayalim ya da hedefim olmadı. Zaten benim oraya gitme ihtimalimin belirdiği zamanlar, kulüpte bürokrasinin hüküm sürdüğü dönemler… Bir imza için beş farklı kişiye kâğıt gidiyordu. Şimdi detaya girmeyeceğim. 2014’te Guy Goodes arayıp “Yardımcım olur musun?” dediğinde teklifi kabul etmeye hazırdım. Kulüpten de onay çıkmıştı ama iş sonrasında şu noktaya gitti: “Neno… Kusura bakma ama senin ailenden bazı kişiler Hapoel Tel Aviv üyesiymiş. Biraz sıkıntı oldu.” Yahu…
Ne demek şimdi bu? Gur Shelef nereden geldi? Hapoel’den değil mi?
En nihayetinde iş bana değil de Pini Gershon’a gitti; ki beni ve Pini’yi mukayese ettiğinizde, ortada karşılaştırılacak bir şey de yok. Doğal sonuç bu. Takılmıyorum da zaten. Ben yeterli sayıda medya işi yaptım mı? Yapmadım. 15 yıldır da ülkemden uzağım. Elbette bunların bazı sonuçları olacak. Esas soru şu: “Ben, ülkem tarafından onaylanmaya, takdir edilmeye ihtiyaç duyuyor muyum?”
Artık değil. Bugün değil.