Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolBir Gün Tek Başına

NBA'de 2016-2017 sezonunu triple-double ortalamalarıyla bitiren Russell Westbrook, 'En Değerli Oyuncu' (MVP) seçildi. Tarihi yolculuğu hatırlayalım.

2012 NBA Finalleri, bir çağı kapatıp yenisini açmasıyla ünlüdür. O tarihten dokuz yıl önce profesyonel basketbola adımını atan LeBron James; hayal kırıklıkları, kaçan fırsatlar ve tartışmalı bir transfer sonrası, çok beklediği ve uğruna Cleveland Cavaliers’ı terk ettiği şampiyonluğu Miami Heat ile kazanmıştı. Mağlup taraf, ligin yükselen takımlarından biri olan Oklahoma City Thunder’dı. Bütün kameralar LeBron’a odaklanıyor, ilk yüzüğe giden yol gelecek nesillere bırakılacak şekilde anlatılıyordu.

Ama bu, sadece galiplerin öyküsü değildi. Evet, Heat’te Büyük Üçlü’yü tamamlayan Dwyane Wade ile Chris Bosh’tan bahsedilebilir, genç koç Erik Spoelstra’ya övgüler yağdırabilir ve Genel Menajer Pat Riley’ye bu takımı oluşturduğu için hayranlık duyulabilirdi. Ancak aynı akşam, başka bir hikâye daha vardı. Heat kutlama yaparken, Thunder’ı simgeleyen yüzler üzüntü içerisinde birbirine sarılıyordu. Westbrook’un boş gözlerle yere baktığı, Durant’in kafasına havlu geçirdiği, Harden’ın ikilinin omuzlarına elini attığı o an, Oklahoma şehri ve sporunun parlak geleceğini temsil ediyordu.

Pat Riley bile maçtan sonra bu üçlüye kayıtsız kalamamış, “Elbette gelecekte şampiyonluk kazanacaklar; belki bir, belki daha fazla” demiş ve eklemişti: “Herkes, onların NBA Finalleri’ne yeniden döneceklerini biliyor.”

Herkes yanılıyordu.

1

Şimdilerde o kare geleceği değil, geçmişi simgeliyor. Zira 2012 NBA Finalleri’nden kısa bir süre sonra, Thunder yönetimi mali koşulların da etkisiyle bir tercih yapmış ve Harden’ı Houston Rockets’a takas etmişti. Harden, Ginobili’yi andıran tekniği ile hayranlar toplamaya başlamış, o seneki final yolculuğunda kritik eşik olan San Antonio Spurs serisinde müthiş bir oyun ortaya koymuştu. Ama eğer bu üçlüden biri elden çıkarılacaksa bu seçimin ondan yana kullanılması kimseyi şaşırtmamıştı.

O yaz, Harden’ın gidişinden sonra bile, Thunder’ın yolunun başarıya ulaşacağı konuşuluyordu. Takım, geçmişte Spurs tedrisatından geçen Sam Presti tarafından idare ediliyordu; yöneticisinden koçuna, yıldızlarından teknik ekibine kadar genç bir ekip kurulmuştu. Biraz beklemeleri hâlinde tecrübeyle birlikte zaferin de geleceği düşünülüyordu. Zira Durant, basketbol tanrılarının LeBron’dan beş sene sonra NBA’e armağan ettiği destansı bir yetenekti. 2.13’lük boyunun yanında müthiş kadife bilekleri vardı, hem çok zarif hem de çok güçlüydü. Westbrook da ondan bir yıl sonra takıma dâhil olmuş ve ilk günden etkisini göstermişti. Fakat aralarında önemli bir fark vardı. Sanki Durant’in yaptığı her şey doğal, organik gibi görünürken Westbrook’un yaptıklarına hep bir ‘zorlama’ gözüyle bakılıyordu. Hızlıydı, patlayıcı bir kuvveti vardı, vazgeçmiyordu ama başta şutu olmak üzere birçok özelliği, en azından Durant’e nazaran, daha farklı görünüyordu.

Miami Heat'e kaybettikleri NBA Finalleri, Russell Westbrook, Kevin Durant ve James Harden'ın birlikte oynadıkları son maç oldu.

O kare sadece üçlünün değil, bu ikilinin de NBA Finalleri’ne son ziyareti oldu. 2012-2013 sezonunu 60 galibiyetle tamamlayan OKC’yi final yolundan alıkoyan, Westbrook’un play-off’ta yaşadığı sakatlık olmuştu. Bir sene sonra bu kez San Antonio Spurs’e takıldılar. 2014-2015’te sakatlık sırası Durant’e gelmişti, kırılan ayağı yüzük hayallerini bir kez daha erteledi. Ardından yeni koç Billy Donovan yönetiminde daha olgun bir ekibe dönüştüler ve Batı Konferansı Finali’nde Golden State Warriors’a karşı 3-1 öne geçtiler. Westbrook hayatının oyununu oynuyor, sahayı ve Stephen Curry’yi hem hücumda hem de savunmada domine ediyordu. Ama yine olmadı. Durant’in beklentilerin çok altında kaldığı seri, Klay Thompson’ın akıl almaz şutları ve Curry’nin uyanışıyla geri dönmüş, Warriors yedinci maçı da alarak 2016 NBA Finalleri’ne yürüyen taraf olmuştu. Kimse bu dönüşe inanamıyor, ikilinin yine de artık bir arada oynamayı çözdüğünü, bundan sonra finallerin arka arkaya gelebileceğini hayal ediyordu.

Bir ay sonra Durant rakip saflardaki yerini aldı. Westbrook tek başına kalmıştı.

2

Münzevi yıldızlar, NBA tarihinde her zaman tartışılan bir tez konusudur. Sınırsız yeteneğe sahip Wilt Chamberlain’in, bütün istatistikleri kırıp geçirdiği 1960’lı yıllarda çok daha iyi bir lider olan ve etrafına kemik bir kadro kurulan Bill Russell’a sürekli yenilmesi ve kariyerini iki yüzükle bitirmesi hep anılır. Michael Jordan’ın ilk şampiyonluğunu almak için yedi sene beklemesi, bu süreçte takım arkadaşlarına güvenmeyi öğrenmesi de yine çok anlatılan bir öyküdür. Bu örnekler verilirken Oscar Robertson ismi de geçer; tarihin en büyük beş oyuncusu arasına adı yazılan bu çok yönlü triple-double makinesi de birçok rekoru alt üst etmiş ve bunun karşılığında yalnızca bir şampiyonluk çıkarabilmiştir.

Bütün bu örnekleri anlatanlar, ne olursa olsun tarihin kazananları ve kaybedenleri yazdığını, basketbolun Rushmore Dağı’na kazınabilmek için yapılması gerekenin de şampiyonluk kazanmak olduğunu söyleyecek; Charles Barkley, Karl Malone gibi yıldızların neden asla en tepelerde sayılmadığını ifade edecektir. Veya Kevin Garnett’i çok sevenler, özgeçmişindeki tek şampiyonluğun Tim Duncan ile kıyaslanırken ona yardım etmediğini kabul edecektir. Michael Jordan sonrası dönemde, şüphesiz ki NBA’i tanımlayan şey, ne kadar kazanabildiğiniz. Yetenekleri birbirine yakın birçok adam arasındaki farkı, o yedinci maçta, finalde ya da son şutta kimin ne yaptığı belirliyor.

Bu yüzden de modern dönemin yıldızları, başarının bazen sadakatten değil de profesyonel davranmaktan geçtiğini düşünüyor. 2012 NBA Finalleri’ne baktıklarında kenardaki üç genci değil, kazanmak için evini terk eden LeBron James’i görüyorlar. Bu yüzden aslında çok da çekişmeli geçmeyen o final, unutulmaz bir dönemeci simgeliyor. Ve bu yüzden de Durant, yaz aylarında Golden State Warriors’a gideceğini açıkladı. Hain damgası yiyeceğini, yuhalanacağını, uzun süre tepki toplayacağını biliyordu ama bir yandan da bütün bu gaz ve toz bulutunun geçici olduğunun farkındaydı. İşini yaptığında ve kazandığında, her şey değişecekti.

3

Tempolu, alan ve top paylaşımına dayalı, her şeyin üçlükler üzerinden tasarlandığı ve boyalı alanın etkisini kaybettiği günümüz basketbolunda LeBron liderliğindeki Cavs, Durant’in dizginleri eline aldığı Warriors ve Harden yönetimindeki Rockets zirveye oynuyor. Bugünlerde en çok bahsi geçen takımlar bunlar. Hızlı, şık, yeni basketbolu temsil ediyorlar ve artık başarının formülünün bu değişimden geçtiğini kanıtlıyorlar. Artık önümüzde yeni bir fotoğraf var. Her şeyin hızlandığı, 140 karaktere, altı saniyelik bir görüntüye indiği bir dönemde NBA de geleceğin ipini yakaladı ve neredeyse bütün organizasyonlardan daha sağlıklı bir şekilde kabuk değiştirdi. Russ, hem bu dönemin başrollerinden biri hem de gerçek bir karşıdevrimci. Lige girdiği ilk yıllarda; Durant’in başarısızlığının nedeni olarak görülen, çok top kullandığı için eleştirilen bu adam, şimdilerde NBA’de bir ‘ada’yı temsil ediyor. Ne kadar sağlıklı değişirse değişsin, zirvesi iki kutuplu ve her şeyi Cavaliers-Warriors rekabeti üzerinden anlatılan ligde tek başına duran bir adam.

Foto: Getty Images

OKC’nin yıldızı, topu elinizde ne kadar az tutarsanız o kadar başarılı olabildiğiniz bir dönemde topu elinden bırakmıyor. Ama sorun şu ki artık bunu kimse istemiyor. Şimdilerde bir Thunder maçını açan herkes bütün topları kullanmasını, bazen bodoslama içeri dalmasını, bazen yedi metreden arka arkaya şutlar sallamasını, arada kesinlikle delici ve çılgın paslar atmasını ve ortaya düşen bütün ribaundları almasını istiyor. Zaten Westbrook da öyle yapıyor. Bütün bunları istatistik hanesini kabartmak için de gerçekleştirmiyor. Elbette bazı anlarda Steven Adams’ın ona ribaund bıraktığını ya da takım arkadaşlarının triple-double yapması için ona yardım ettiğini fark edebiliyorsunuz ama gerçekten Westbrook’un tek niyetinin bir kâğıtta yazan haneleri doldurmak olmadığını görüyorsunuz. Onun savaşı başka.

Bu yüzden de seyirci oylarının yanında koçların ve oyuncuların da karar verici olduğu 2017 All-Star maçına ilk beş başlayamayacağı ortaya çıktığında bunu çok önemsemiyor. Elbette o gün sahaya çıkacak, yedekten gelerek yine maçı ateşe vermeye çalışacak ve yine işini aşırı ciddiye alacak. Ama öncesinde ne konuşulduğu, kimin ne dediği gerçekten de umrunda değil.

4

NBA tarihi, büyük takımlar ve yüzük yolculukları kadar, küçük adalarla da dolu. Westbrook’tan önce böylesine bir adaya sahip olan ve bütün dünyaya tek başına karşı gelmeye çalışan isim Allen Iverson’dı. Şimdilerde, Durant’in ayrılışından sonra Thunder’a bakan herkes “Acaba yeni bir Philadelphia 76ers 2000-2001 sezonu görebilir miyiz?” diye düşünüyor. Iverson o yıl; Eric Snow, Dikembe Mutombo, Aaron McKie, Matt Geiger gibi aslında sokak kavgasına gitse daha başarılı olabilecek bir kadroyla NBA Finali’ne yürümüş ve efsanelere konu olan ilk maçta Los Angeles Lakers’ı geçmeyi başarmıştı. Elbette, Westbrook’tan farklı bir adamdı. O, top elindeyken daha fazla hayran topluyordu, daha doğal bir tarza sahipti ve lige girdiği ilk günden itibaren çok sevilmişti. Ama ortak noktaları da vardı. İkisi de her akşam bu son maçlarıymış gibi sahaya çıkıyor; basketbolun doğrularını, mantığın sesini ve eşyanın tabiatını çok önemsemiyor, müthiş bir öfkeyi parkeye yansıtıyordu.

Aralarındaki bir başka benzerlik de kültürel etkileri. Iverson, rap’in sokaklardan müzik dünyasına taştığı, siyahilerin ve kültürlerinin ikinci sınıf muamele görmekten kurtulmaya başladığı bir dönemde; konuşması, hâl ve hareketleri, hayatı, zincirleri ve dövmeleri ile kitleleri değiştirdi. ABD gibi dünya da değişiyordu, alt kültürün simgesi hâline gelen her şey artık ana akıma da taşıyordu. Iverson da aslında bir üçüncü sayfa haberiyken manşete çıkmıştı. Ve onun birkaç kuşak üzerindeki etkisi belki de gelmiş geçmiş bütün basketbolculardan farklıydı. Shaquille O’Neal’in oyunu saha içindeki, Allen Iverson’ın hayatı ise saha dışındaki kuralların değişimini sağlamıştı.

Westbrook da tıpkı Iverson gibi bir moda ikonu. Etkisi elbette onun fersah fersah gerisinde ama eski NBA Başkanı David Stern’ün lige getirdiği kıyafet kurallarını bir adım öteye taşıyan, tüm dünyayı son yıllarda etkisi altına alan hipster giyim kuşam tarzının ve kültürünün yansımalarını NBA’de manşetlere taşıyan isim o. Zebra desenli ceketler, çorapsız giyilen ayakkabılar, mavi işçi tulumları, memesinin biraz altından yırtık olan penyeler, Ramones tişörtleri gardırobunun ünlü parçaları arasında. GQ tarafından yeryüzündeki en şık 13 erkek arasında gösterilen Russ, gelecekte de moda üzerine çalışacağını ifade ediyor ve markasına çok önem veriyor. Ve basketbolunu seven gençler için, tıpkı vaktiyle Iverson’ın yaptığı gibi, sahilde giyecekleri ve ailelerinin tasvip etmeyeceği kombinleri normalleştiriyor.

5

O Sixers’ın asistan koçu olan Maurice Cheeks, bugünlerde Thunder’da Billy Donovan’ın yardımcısı. Sezon başında Sports Illustrated‘a konuşan Donovan, “O takımı kendi aramızda konuştuk. Iverson şutların çoğunu kullanıyor ve çok fazla sayı atıyordu. Harika savunmacıları vardı, iyi ribaund alıyorlardı. İstatistik kâğıdına baktığınızda Iverson çok ilgi çekiyor ama esasında o şut attığında ve diğerleri hücum ribaundu aldığında rakipleri bitiriyorlardı” demişti. Buna karşın Iverson’ın 2001 finalinin ilk maçındaki performansını ve çaylak sezonunda Michael Jordan’a karşı yaptığı crossover’ı karşıkültürün simgesi olarak gören NBA yazarı Jason Concepcion, “Iverson hayranı olmak kendinizi geleneklerin karşısına koymaktı” diyor, sonunda da üzülerek ekliyordu: “Ama uzun vadede gelenekçiler haklı çıktı.”

Westbrook’un oyununun, en azından şimdiki Thunder kadrosuyla birlikte, şampiyonluk getirmeyeceğini savunanlar da muhtemelen haklı çıkacak. Günümüzde yüzükten geçen yol, bütün NBA tarihinde olduğu gibi, büyük bir süperstar etrafına doğru parçaları yerleştirmekten geçiyor. O parçalar Kyrie Irving gibi benzersiz yetenekler de olabiliyor, Klay Thompson gibi eşi benzerine rastlanmayan şutörler de… Ama kimse tek başına NBA şampiyonluğunu adasına götüremiyor. Jordan da, Wilt de, Magic de bunu yapamadı, Westbrook da yapamayacak.

NBA gerçekten farklı bir dünya. Burada şampiyonluk önemsizmiş gibi davranmak, büyük bir yalanı yaşamak olur. Ancak gerçekten de bu dünyada başka renklere de yer var. Oscar Robertson’ın triple-double ortalamalarıyla bitirdiği sezon, hâlâ dillerden düşmüyor. Wilt’in, çok az kişi tarafından izlenen 100 sayılık maçı, yeni kuşakların da ilgisini çekiyor. Barkley bugünlerde sadece ünlü bir yorumcu değil, günümüzdeki uzun tipinin geçmişteki patent sahiplerinden biri. Detlef Schrempf ise sadece güzel bir Band of Horses şarkısı değil, aynı zamanda Dirk Nowitzki’den geriye bir çizgi çektiğinizde rastladığınız figürlerden. Kazananlar ve kaybedenler asıl arşivi oluşturuyor ama hafızanın tarihi de o arşiv kadar kuvvetli ve canlı. Bu yüzden Russell Westbrook’un 31.6 sayı, 10.7 ribaund, 10.4 asistlik ortalamaları bir istatistik şovundan ibaret değil. Yıllar sonra bu sezonu öğrenmek isteyenler ilk olarak sayılara bakacak ama NBA’in kolektif hafızası onlara bu tek kişilik şovu, bütün delilikleri, aşırılıkları, takıntıları ve etkileyiciğiyle anlatmaya çalışacak.

Şimdilerde tarihe geçeceğini söylediğimiz bu deliliği, uzun yıllar görmemeye çalıştık, bazen bir mantık çizmeye çabaladık. Ama başarılı olamadık. Russ hepimizden hızlıydı, yükseğe sıçrıyordu, dayanıklıydı ve kararlıydı. Basketbol, özellikle de NBA, her iki gecede bir oyunculara kendilerini yeniden anlatma şansı veriyor ve o da bunu bıkmadan usanmadan yapıyor. Şampiyonluk elbette çok kutsal bir şey. Russ da o Haziran günü kürsüye çıkmak, Bill Russell’dan En Değerli Oyuncu ödülünü almak ve mikrofonlara yüzüğe giden bu kutsal yolu kısaca anlatmak istiyor. Ama bu, her şey değil.

Belki de onun için asıl önemli olan, parkeye adım attığı her an ‘yarın yokmuş gibi’ oynamak. Çünkü belki de Oklahoma’nın istediği, konfetilerle ve kutlamalarla dolu o yarın hiç olmayacak. Ama en azından bugün var. Russell Westbrook var.

*Bu yazı ilk olarak Socrates’in Şubat 2017 sayısında yayımlandı.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

4 sene önce