Doğu doğudur, batı da batı
Ve ben seçtim o yanlış tarafı
Dinah Shore, Buttons and Bows (1948)
1937 yılının eylül ayında Resimli Ay mecmuasının kapağını açanları, daha ilk sayfada zor bir soru bekliyordu. Nüzhet Abbas, derginin o ayki kapak fotoğrafını da belirleyen yazısında toplumsal açıdan önemli bir konuyu tartışmaya açıyordu: “Evlilik Kadın İçin Bir Meslek Olabilir mi?” Yazara göre çalışan kadınlar için evlilik artık övünülecek bir meşgale olmaktan çıkmıştı.
Yine de tüm zamanını ev işleri, çocuk bakımı ve kocasının manevi rahatına vakfeden bir kadının, profesyonel hayattaki bir kadından daha az yorulduğunu kimse söyleyemezdi. Nüzhet Abbas, meslek hayatı içinde olup evlenmek yahut evli olup meslek yaşamını sürdürmek isteyen kadınların düştüğü müşkül duruma parmak basıyordu. Öte yandan yazar, meseleye bakışını da yazısının sonunda açıkça ele veriyordu: “Kendileri için evden hariçte meslek yapmak emelinde olan kadınlar şunu hatırdan çıkarmasınlar: Kendileri için bir meslek yapayım derken hem kendi hem de kocalarının mesleklerini çıkmaza sevk etmekten kaçınsınlar.”
Erken Cumhuriyet yıllarının Türkiyesi’nde öncü kadınların yaşam serüveni, tam da böyle bir gerilimin üzerinde ilerliyordu. Çünkü onlar bir yandan kariyerlerinde yol almak isterken diğer yandan ülküsel ve kadim bağlarla ‘aile’ye ve ‘vatan’a bağlıydılar. ‘Modern’in olduğu gibi, ‘geleneksel’in de taşıyıcısıydı onlar. Sadece ‘yeni’ değil; muhafazaya muhtaç değerler de isimlerinde, suretlerinde ve bedenlerinde anlam kazanıyordu. Bundandır ki; ‘Cumhuriyet kadını’nın ödevi çok, kendine merhameti yoktu.
İki kız kardeşten söz edeyim size: Sabahat ve Mübeccel. Yüksek tahsil görmüş, lisan bilen, pırıl pırıl iki Cumhuriyet kadını. ‘Abla’ Sabahat, evlendikten sonra Nüzhet Abbas’ın uyarısını dinlemiş sanki. Eşi Cemil Filmer’in yıllar sonra anılarında yazdığı gibi: “Sabahat Hanım, Darülfünun edebiyat ve riyaziye bölümlerinden mezun, iki lisan bilen mümtaz bir sima idi. O yıllarda kendisine mebusluk teklifleri yapılıyordu, bir yandan Amerika’ya göndermek istiyorlardı. Kendisi Halide Edib Hanım’ın da yakın arkadaşlarından olmuştu. Bu teklifler karşısında evliliğimizin yürümesi, birlikte oluşumuz belli bazı kararların alınmasına bağlanıyordu. Ben bu beraberliğin devamını arzuluyordum. Kendisi bunu bildiği için faziletli davranarak teklifleri geri çevirdi.”
Bugün Türk sinemasının öncü kadınlarından biri olarak anılan Sabahat Filmer, yapılan teklifleri reddetmeseydi farklı kapılar açabilir; üstelik kadınlar adına yükselttiği bayrağı belki çok daha ileriye taşıyabilirdi. Ama o, evliliğin mutat hudutları içinde hareket ederek eşi ve üç çocuğu için kendinden feda etmeyi tercih etti.
Küçük kardeş Mübeccel mi? O hiç evlenmedi.
“SEVMEK İÇİN BİLMEK GEREKİR”
Mübeccel, 23. Tümen Kurmay Başkanı Hüsamettin Bey ve Galatasaray Lisesi’nin ilk mezunlarından Aziz Bey’in kızı Bergüzar Hanım’ın en küçük kızıydı. Aslen Şamlı olan Hüsamettin Bey, İstanbul’da yetişmiş; bir kurmay kolağası iken Aksaray’da tanıştığı Bergüzar Hanım’a âşık olup evlenmişti. Rus hududunda görev yaptığı günlerde vefat etti Hüsamettin Bey. Üç kızı ile dul kalan Bergüzar Hanım memleketi İstanbul’a geldi. Beşiktaş Akaretler’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın hemen yanındaki evde, babaanne ile birlikte dört kadın yaşamlarını kıt kanaat sürdüreceklerdi.
Bergüzar Hanım’ın bundan sonra tek bir amacı vardı: Kızlarına iyi birer tahsil sağlamak. Arzu ettiğini de yaptı. En büyükleri Melahat, Amerikan Koleji’nde okudu ve Çanakkale mebusu Ziyah Gevher ile evlendi. Sabahat, Darülfünun’dan mezun olduktan sonra bir süre Halide Edib’in sekreterliğini yapacak ve yurtdışına satılan ilk Türk filmi Binnaz’ın çekimleri sırasında tanıştığı Cemil Bey ile hayatını birleştirecekti.
Evin en küçüğü Mübeccel ise Kız Muallim Mektebi’ne gidiyordu. Okuldan kalan zamanlarda en büyük meşguliyeti spor yapmak ve İngilizce öğrenmekti. Türkiye’nin ilk kadın atletlerinden biriydi. 1926 senesinin 12 Şubat günü, kadınlar arasında düzenlenen ilk atletizm yarışlarında 300 metrelik mukavemet koşusunda ilk birinciliğini aldı. Ardı sıra geldi dereceler. Mübeccel özellikle kır koşularındaki başarısıyla ün yaptı. Sadece koşmuyordu üstelik; tenis, dağcılık, su sporları… Kendisiyle yapılan bir mülakatta hokeyde de yetenekli olduğunu söyleyecekti.
Mübeccel, 1930’ların başında beden terbiyesi öğrenimi için devlet bursuyla İsveç’e gitti. Ablası Sebahat Filmer’in torunu Lale Filmer’in aktardığına göre, büyük teyzesi Mübeccel Argun burada bir İsveçli’ye âşık olmuş ancak o yıllarda ailenin tüm sorumluluğunu üstlenen Cemil Filmer, baldızının bir yabancıyla evlenmesine izin vermemişti. Mübeccel Hanım için İsveç macerası bir diploma ve kırık bir kalp ile bitti.
Mübeccel Hanım’a göre Türk kadınının Cumhuriyet’in geleceğine sahip çıkması için spor yapması şarttı. Rejimin spor ve beden politikasını koşulsuz bir tutkuyla benimseyen Bayan Mübeccel, bu konudaki görüşlerini dergi ve gazetelerde yazmaktan da geri durmuyordu. 1935’te Spor Postası’nda çıkan Kızlarımız ve Beden Terbiyesi başlıklı yazısında, vücudunun terbiyesini ihmal eden bir kızın aslında pek de suçu olmadığını ileri sürüyordu:
“Yalnız bu hususta en büyük günah analar ve babalarındır. Bir külot, bir jimnastik ayakkabısı masrafını fazla bularak zavallı kızını bir malul gibi göstermekten hiç çekinmiyor. Halbuki diğer taraftan aynı anne kızının ondülasyonunu büyük bir zevkle yaptırıyor, uzun topuklu iskarpinlerini kendi eliyle seve seve giydiriyor. Kızlarının sıhhati aleyhine olarak böyle fazla şefkat ve muhabbetin zararlı neticelerini daima onu takip eden nesil çekiyor.”
Bayan Mübeccel de sporu, tıpkı erkek meslektaşları gibi güzellik, bakım, moda gibi heveslerin karşısında konumlandırmıştı. Sporcu kızlar, kadınlığı çağrıştıran unsurları reddetmeli, gösterişsiz ve hatta cinsiyetsiz bir görünüme sahip olmalıydı. Sonuçta spor, eğlenmek, zaman geçirmek yahut sosyalleşmek gibi kendinden menkul bir sebeplerle icra edilmiyordu ki! Ne yapılıyorsa inkılap uğrunaydı ve genç kızlar için spordan beklenen ‘menfaat’ açıkça ortadaydı:
“Ne göğsünüze taktığınız yıldızlar, ne başınıza bağladığınız kurdeleler, ne üstünüze giydiğiniz renk renk bluzlar sizi ne iseniz o olmaktan kurtarmaz (…) Kof cevizlerin de kabukları sağlamlarla birdir. Fakat kırınca kofluğu meydana çıkar. Siz de içinizin sağlamlığına dışınızın süsünden ziyade ehemmiyet vermeğe alışırsanız, işte o zaman yarınki neslin ihtiyacı olan kuvvetli analığı temsil edebilirsiniz.”
‘Spor ve kadın’ birlikteliği, toplumun gözünde de meşruiyeti en kolay ‘analık’ üzerinden kazanıyordu. Bayan Mübeccel, Beyoğlu Halkevi’nde açtığı jimnastik kursuna genç kızları davet ederken yine ebeveynlere seslenecek, “inkılabın manasını anlayan ve onun istediği Türk anasını yetiştirmek isteyenler”den kızlarını bu kursa göndermelerini talep edecekti. 1939 yılında çıkan Beden Terbiyesi Mükellefiyeti Kanunu’na tepkisini de bu çerçevede gösterecekti. Cumhuriyet gazetesinde yazdığı yazıda, vatandaşların kanunda kadın- erkek olarak ayrıştırılmasından ve belli bir yaş üstü kadınların beden mükellefiyetinden muaf tutulmasından duyduğu üzüntüyü dile getirecekti. Bu memlekette “bir işin yapılmasını ihtiyari kılmak, onun yapılmamasında bir mahsur görmemek -daha doğrusu- yapılmamasını arz etmek gibi” telakki ediliyordu. Halbuki Mübeccel Hanım’a göre, yasanın “esasen tabiatın kendilerine bahşettiği birçok imkânlar ve hayat şartlarının icabı dolayısıyla mükellef olmadan da beden terbiyesi yapmakta olan erkekler”in karşısında kadınları koruması gerekiyordu. Mübeccel Argun, kadınların spora ilgisinin olmadığı şeklindeki basmakalıp düşüncelere de bugün dahi dillendirebileceğimiz bir argümanla karşı çıkıyordu: “Bir şeyi sevmek için bilmek, bilmek için öğrenmek, öğrenmek için de görmek ve yapmak lazımdır!”
Mübeccel, yazdığı yazıda spor çevrelerini lisanımünasiple uyarıyordu: “Türk kadını dün Türk siperlerinde Türk vatanı için can verenlerin anası olduğu gibi yarın gene aynı siperlerde aynı ülkeyi müdafaa edeceklerin de annesi bulunmaktadır.” İşte bu nedenle değil spor yapmak, bir müsabakayı izlemek için dahi yanlarında bir hamiye muhtaç bırakılan kadınların, devletin biricik spor teşkilatı tarafından korunması, teşvik edilmesi ve pozitif ayrımcılıkla mükâfatlandırılması gerekiyordu.
Bazı coğrafyalarda kaderdir: Memleket hallerinden bağımsızlaşmış ne bir özgürlük ne de bir özgünlük düşünülebilir. Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde de ahval böyle… Evet; ‘maksat spor olsun diye’ değildi belki; ancak o yahut bu sebeple sporla uğraşıyor olmak, Cumhuriyet’in genç kızlarına yeni bir yaşam biçimi vadediyor, bir özgürleşme imkânı tanıyordu. Mübeccel için de öyle değil miydi? O, ablalarının aksine evliliği reddetmiş, kendi yolunu müstakil bir yaşamdan yana çizmiş ve mesleğine odaklanarak spor çevrelerinde haklı bir şöhrete kavuşabilmişti. Ansızın Türkiye’deki kariyerini bırakıp Londra’ya gitmesi neden peki? Üstelik 40’larına yaklaşmışken… Çok sevdiği annesi Bergüzar Hanım’ı, öğrencilerini, dostlarını geride bırakıp gitmek niye? Ablasının eşi Cemil Filmer, bu sorunun yanıtını Hatıralar’ında şöyle veriyor:
“Mübeccel ise jimnastik tahsili için İsveç’e gönderildi. Dönüşünde oldukça tanındı. Selim Sırrı Tarcan kendisine musallat olmuştu. Mübeccel Hanım talebeyi 19 Mayıs gösterilerine hazırlardı. Selim Sırrı’nın tasallutundan kurtulmak için Londra’ya giderek BBC’nin Türkçe Neşriyat Müdürlüğünü yaptı. Evlenmedi.”
Bu enteresan iddiayı açığa kavuşturmak pek mümkün gözükmüyor. Lakin Mübeccel Hanım’ın yılların mesleki bilgi ve deneyimini bir kenara atıp bir anda bambaşka bir ülkede, bambaşka bir kariyere soyunmasının arkasında pek de olağan sayılamayacak sebepler olabilir gibi geliyor…
YENİ BİR HAYAT
İngiltere Kraliyet Balesi’nin de kurucusu olan ünlü sanatçı Ninette de Valois, 1947 senesinin Nisan ayında Milli Eğitim Bakanlığı’nın davetlisi olarak İstanbul’a geldiğinde kendisine eşlik eden kafilede Mübeccel Argun da bulunuyordu. British Council temsilcisi Bay Phillips’in danışmanlığını üstlenmişti. Sadece birkaç ay sonra dönemin İstanbul Valisi Lütfi Kırdar bu defa British Council tarafından Londra’ya davet edildiğinde tercümanlık vazifesi Mübeccel Argun’dan istendi. İngiliz gazeteleri İstanbul valisinin rehberliğini ‘beden terbiyesi uzmanı’ genç bir kadının üstlendiğini yazıyordu. Muhtemel ki kendisine BBC’nin Türkçe neşriyatında görev alması, bu seyahat esnasında teklif edildi. Ana lisanı gibi İngilizcesi ile bulunduğu her ortamda dikkatleri üzerine toplayan Mübeccel Hanım, ayrıca Fransızca, İsveççe ve Almancada da yetkindi. Bakımlı ve şık; İngilizlerin tabiri ile ‘presentıbıl’ olan bu hanımefendi, annesinden yadigâr şefkatli ve sevecen bir sese sahip olmasının yanı sıra küçük yaşlarından itibaren güzel konuşmayı meziyet edinmişti.
BBC Türkçe Servisi’nin tek kadın çalışanı, Londra’da kendine bağımsız bir hayat kurdu. Şehrin kibar semtlerinden birinde zevkine göre döşediği bir apartman dairesinde oturuyor, her gün düzenli olarak Thames Nehri’nin yakınlarında Aldwych semtindeki BBC’nin Dış Yayınlar Servisi’nin bulunduğu Bush House’a geliyordu. Artık yalnızca yaz tatillerinde, hasret kaldığı biricik annesini görmek için Türkiye’yi ziyaret ediyordu. Londra’da ise tüm Türklerin sevgilisiydi. Yolu Türkiye’den İngiltere’ye düşen herkes ilk olarak onunla iletişime geçiyordu. İstanbul basını kendisinden “Londra kadısı” diye söz ediyordu. Kendisine bu unvanın nedenini soran bir muhabiri, “Herhalde elimden gelen her yardımı yapmaktan kaçınmadığım için bu isim bana verilmiş olacak” şeklinde yanıtlayacaktı. Hayat dergisine göre Argun’un ülkesini başarıyla temsil eden bir diplomattan aşağı kalır yanı yoktu:
“Ona ben de uğrak diyeceğim. Zira, Mübeccel hanımın gece yarısı kalkıp tanımadığı misafirleri karşıladığı çok olmuştur. Bu misafirler arasında kimler yoktur ki… Çocuğunu mektebe getiren ana babadan tutun da karısını hastaneye yatırmak isteyen zavallı kocalara kadar her çeşit insan. Mübeccel hanım, tanıdığı tanımadığı herkese yardım eder.”
Mübeccel Argun, vefakâr ve yardımsever kimliği sayesinde yıllar sonra Orhan Boran’dan Müzeyyen Senar’a, Vasfi Rıza Zobu’ya kadar pek çok ünlü ismin hatıratında yer buldu. İlerleyen senelerde Türk-İngiliz Dostluk Derneği’nin kurucu azalarından biri oldu. Bir yandan cemiyet işleri ile meşgul olurken diğer yandan BBC’deki Türkçe neşriyatın daha faydalı olması için gece gündüz durmadan yenilikler yapmaya çalışırdı. Parlamentonun açılış merasiminde bulunur, moda defilelerine iştirak eder, aktüaliteyi takip ederek özel programlar hazırlardı. Bir dönem BBC Türkçe Dinleyici Kulübü’nün faaliyetlerini yürüttü, istek programlarında dinleyici mektuplarına yanıt verdi. Kazanan dinleyiciye Londra’da tatil yapma imkânı sunan “BBC Türkçe Yılın Dinleyicisi” adlı yarışma da kendi fikriydi.
1975 yılında Milliyet’teki köşesinde Hasan Pulur, Mübeccel Argun’a gelen dinleyici mektuplarından birine yer verirken deneyimli spikerden övgüyle bahsedecekti:
“Yurtdışında uzun süre kalanların çoğu, ülkenin sorunlarına yabancılaşırlar. Ülkenin derdini, sıkıntısını, sevincini çok kere görüp değerlendiremez. Doğaldır bu. Ama Mübeccel Argun için durum böyle değildir. Mübeccel Argun BBC’nin Türkçe yayınlarında 25 yıl çalışmıştır. 25 yıl Londra’dan Türkiye’ye hep ülkesinin insanlarına sesini duyurmuş ve de onlardan gelen on binlerce mektuptan ülkenin sorunlarına yabancılık çekmemiştir. Ona mektup gönderenlerden bazılarıyla uzun süreli dostluklar kurmuştur. Mektupların çoğu Mübeccel Abla, Mübeccel Teyze, Mübeccel Yenge ve Mübeccel Anne diye başlamış ve dostluklar böylece sürüp gitmiştir.”
Mübeccel Hanım bir defasında Tahir Kutsi Makal’a “Memleketimden uzakta bulunmanın acısını sesimi memlekete duyurmanın mutluluğu ile unutuyorum” demişti. Yalnızlığının kederi de kalabalık toplantılarda, dost sofralarında, cemiyet ve yardım işlerinde kayboluyordu belki… 26 Nisan 1982 tarihinde aramızdan ayrıldığında gazetelerde çıkan vefat ilanında yazdığı gibi, “sadece akrabalarının değil tüm tanıyanların sevgilisi eşsiz insan” Mübeccel Argun-Tek. Hayır, emekliliğinden sonra da evlenmemişti, ama neden bu ikinci soyadını aldığını bilemiyoruz… Ben, ‘yalnızlık’tandır diyorum… Bir de hayatındaki en büyük ukdeye yaptığı kişisel vurgu olabilir… Cumhuriyet ideallerinin yılmaz savunucusu, öncü bir Türk kadını olarak dolu dolu yaşanan bir ömürde, “Türk inkılabının kadınlara biçtiği en önemli vazifelerden birini”, anneliği yapamamak!
Yazı: Sevecen Tunç