Hürriyet gazetesinin Cağaloğlu ofisindeki odasında otururken, dönemin hatırı sayılır iletişim yeniliklerinden biri olan diafonundan, gazetenin sahibi Haldun Simavi’nin sesini duydu: “Necati, müsaitsen gelebilir misin?” Odaya gittiğinde patronunun yanında esmer, yakışıklı birini gördü. “Bak bu Sadun Boro, senin gibi denizcidir” diye tanıtıldı kendisine genç adam…
Yıllar önce esas mesleği uzun yol kaptanlığını bırakıp gazeteciliği seçen Necati Zincirkıran, o dönem Hürriyet’in genel yayın müdürlüğünü yapmaktaydı. Boro ise tahsilini gördüğü tekstil mühendisliği yerine, tutkusu olan denizin peşinde koşuyordu. Simavi’nin 1964 yılının sonbaharında bir perşembe günü ilk kez karşı karşıya getirdiği bu ikili, Türkiye’de denizcilik tarihini değiştirecek adımları birlikte atacaklarından henüz haberdar değildi…
Hikâyenin başrolündeki Sadun Boro, “Deniz, o küçük gönlüme tohumlarını ekmeye başlamıştı” diye anlattığı tutkusunu çocukluğundan lise yıllarına kadar hiç kaybetmedi. Hatta arkadaşlarıyla, bir kış boyunca para biriktirip ‘Dilnişin’ adlı, 7 metrelik bir yelkenli yaptırdı. Onu bir gün dünyanın bir ucundan diğerine taşıyacak rüzgârlara yelken açmaya hazırdı artık.
1948 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra, yolu üniversite tahsili için Manchester’a düştü. Zamanının büyük bölümünü Marmara’nın mavi sularında geçiren Boro’nun aklında ve düşlerinde, bu gri şehirde fabrikalar ve okullar arasında mekik dokurken dahi sadece deniz vardı. Gurbetteki ilk günlerinden beri satın aldığı Yachting World dergisinin Ocak 1952 sayısında bir ilana rastladı. Uzun süre, son sayfanın tam dibindeki ilana kilitlenip kalmıştı. Yeni Zelanda’ya gitmek üzere yola çıkacak Ling kotrası, yemek masraflarının yarı yarıya karşılanmasına mukabil tayfa arıyordu. Hevesli genç öğrenci hemen tekne sahibiyle görüştü ve nasıl olduysa 200’den fazla taliplinin arasından bu seyahate katılmaya hak kazandı. Bu eski tekneyle maceralı bir şekilde ilk kez okyanustan geçen Boro, son durağı Barbados’dan ayrılırken uçaktan Atlantik’e baktı ve şöyle dedi: “Bir gün bu sulara gönderinde ay-yıldızlı bayrağım dalgalanan kendi kotramla geleceğim!”
-II-
Kendine bu sözü verdikten tam 12 yıl sonra, Server İskit isimli eski bir yayıncının yardımıyla Haldun Simavi ile bir görüşme ayarladı. Ne şans ki kader karşısına ‘kaptan’ bir gazeteciyi, Necati Zincirkıran’ı çıkartmıştı. Bir sonraki hafta akşam yemeği için sözleştiler ve bu, ebedi dostluklarının ilk adımı oldu.
Sadun Boro bir dünya seyahati planlıyordu ve amacı, bu işi Hürriyet’e içerik sağlayarak finanse etmekti. Teknesi ‘Kısmet’, 1963 yılında Salacak’ta dönemin önemli yat inşacılarından Athar Beşpınar tarafından çoktan kızağa konmuştu bile. Maddi imkânsızlıklar içindeki Boro, 10.5 metrelik tekneyi bitirebilmek için Tarsus’ta kendine daha yüksek maaşlı bir iş buldu. Eksik parçalarından birine de bu sırada ulaşacaktı. 1958 yılından beri tanıdığı Alman Odea’nın, yani Oda’nın, ideallerini paylaşabilecek kişi olduğunu idrak etmesi
çok sürmedi. Deniz, artık tek aşkı değildi. Hayatının geri kalanında yol arkadaşı olacağı kadınla evlenirken düğün hediyeleri bile tekne malzemelerinden ibaretti.
Sonraları Türkiye denizcilik tarihinin ikinci dünya seyahatini yapacak olan Tanıl Tuncel, bu evliliği kendince şöyle özetliyor: “Bizim insanımız epeyce ürkek, biraz cesaret eksiğimiz var. Sadun Abi’nin eşi Alman, benimki İngiliz. Onların, bize adım atma cesareti verdiğini düşünüyorum…”
17 Temmuz 1964’te yeni evleri Kısmet nihayet suya inerken, Hürriyet gazetesi de Sadun Boro’yu ciddi bir kursa tabi tutuyordu. Fotoğraf ve yazım dili üzerine verilen eğitimler, seyahat boyunca gazeteye sağlanacak içeriklerin kalitesinden emin olmak içindi. “Olağanüstü zeki ve fevkalade esprili yazma becerisine sahip bir adamdı” diyor gezinin mimarı Zincirkıran. Ona göre Sadun Boro, bu iş için biçilmiş kaftandı. Seyahat için gazetenin sağlayacağı finansman aylık 500 Dolar olarak belirlenmişti ve artık hazırlıklar sona yaklaşmıştı.
Çok sonraları, 1992’de, ‘Uzaklar’ isimli teknesiyle Boro ailesinin izinden gidecek Osman Atasoy’a sorarsanız, 1960’lar şartlarında dünya turu, “uzaya gitme seviyesinde bir hayal”den öte değildi. Zira o dönem Atlantik geçişini yapan tekne sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu. Ancak çekilen tüm çile, umutsuzluk ve mücadelenin ardından, sonunda Sadun Boro’nun kendine bir uçak penceresinde verdiği sözü tutmasının zamanı geldi. 22 Ağustos 1965 günü, adını kadere teslimiyetten almış olan Kısmet, Caddebostan’dan demir aldı. Geride bıraktıklarının silüeti yavaş yavaş kaybolurken tarifi zor bir his kapladı içlerini. Artık sadece tekneleri, onlar ve deniz vardı. Ve tabii bir gün arkasından onlarca kişiyi sürükleyecek hayalleri…
-III-
Batıya doğru yapılan seyahatin ilk büyük durağı Atlantik’ti. Bu esnada, seyahatleri gazeteden ‘Atlantik’te bir Türk teknesi’ başlığıyla ilk kez duyuruldu. Fakat Kısmet’in gereken tarih aralığında Barbados’a varamayışı, bu heyecanı bir panik haline çevirdi. Neyse ki iletişime geçilen yetkililer, uçakla denizcilerin yerini tespit etti ve bu tedirginlik kısa sürdü.
Sırada Pasifik vardı, yani seyahatin en uzun menzilli bölümü. Kısmet, Galapagos Adaları’ndan ayrılıp yine ait olduğu yere, okyanusa karışıyordu. Aradan geçen zaman artık senelerle ifade ediliyordu. Ülkede ‘kahraman’ olduklarından habersiz çifti bekleyen musibetlerse henüz bitmemişti. Ucuz atlatılan bir korsan saldırısını tatsız bir haber izleyecekti. Singapur’da yapılan tetkikler Oda Boro’nun rahim kanseri olduğunu söylüyordu. ‘İkinci kaptan’ bu haber sonrası hızlıca İstanbul’a uçtu ve ameliyat oldu. Sonradan doğacak kızları Deniz, yıllar sonra annesinden bahsederken ‘Prusya dirayeti’ tanımlamasını kullanacaktı ve haksız değildi; zira zorlu ameliyattan yaklaşık bir ay sonra, Oda yeniden Kısmet’e dönecekti. Ne de olsa bekleyen bir görev vardı ve artık sona geliniyordu.
Tam o yıllarda Mısır’daki ihtilalciler, işletmesi Fransızlara ait olan Süveyş Kanalı’nı millileştirmiş, bu politik kriz esnasında kanal geçişleri engellenmişti. Mısır’dan kanalın açılması izni alınamamış ve Kısmet, Kızıldeniz’de kısılıp kalmıştı. Aranan çözüm İsrail’in yardımıyla bulundu. Kısmet, Eilat’tan bir kamyona yüklendi, direkleri söküldü ve Ashdod’a yani Akdeniz’e kadar bir kamyonun sırtında çölleri geçti. Geride bırakılan denizlere artık bir de kum okyanusları eklenmişti. Mutlu sona çok az vardı.
Borolar Akdeniz’de ilerlerken onları bekleyen görkemli karşılama da çoktan organize edilmeye başlanmıştı. Kısmet’in beyaz bordası yeniden İstanbul’un sularına değdiğinde takvim yaprakları 15 Haziran 1968’i gösteriyordu. Boro ailesi, iki yıl 10 ay önce yalnız başlarına bir belirsizliğe yelken açmıştı ancak ülkeye dönüşlerinde kalabalıktılar. Tüm bu şölen onlar içindi. Belki hiçbir zaman ayak basamayacakları toprakları bir nebze olsun görme ve okuma şansına erişen binlerce insan, kahramanlarına en içten şekilde teşekkür etti.
1969’da Sadun Boro’nun seyahat anılarından oluşan ve binlerce gencin hayal kapılarını ardına kadar açan Pupa Yelken kitabı piyasaya çıktı. Bu gençlerden biri, o dönem 17 yaşında olan Alim Sür’dü. Hatta kitabı okuduktan sonra, kardeşiyle birlikte Marmaris’ten İstanbul’a gitmek için Latin yelkenli, motorsuz bir kayıkla yola çıkıp Rodos yakınlarında alabora olmuştu. “Ben de hayalimin gerçekleşmesi için 35 sene bekledim” diyor o günleri hatırlarken Alim Sür. 2003 yılında, o da dünya çevresindeki ilk yolculuğunu yapacak ve Boro sonrası Türkiye’den yola çıkmış cesur denizciler kervanına katılacaktı.
-IV-
Tüm başarı hikâyelerinin bir de kitaplarda yazmayan, kadraja girmeyen tarafı vardır. Boro ailesinin kızları Kısmet Deniz de onlardan biri… Ona göre, hayallerin gerçek olmasının bedeli hayli ağırdı. Meşhur seyahatte yer alamasa da sonraları ön adını aldığı tekneyle, tayfanın en son üyesi olarak çocuk yaşta Atlantik kıyılarını dolaşacaktı. Tüm o zorlu deniz şartlarındaki hayallerini sorduğumuzda ise cevabı: “Kocaman rahat bir yatak, sıcak suyu olan geniş bir banyo, arkadaşlar ve köfte ekmek” olacaktı.
“Olağanüstü bir adamla büyümek, onun yarattığı dünyadan hayata adım atmak ve var olmaya çalışmak” en büyük mücadelesiydi. Ama o olağanüstü adamdan bahsederken annesinin hakkını vermeyi de unutmuyordu: “Annem olmasaydı, babam rakı şişesindeki balık misali sadece hayal kurarak devam edebilirdi ancak ataerkil kültürümüz onu hiç öne çıkarmadı.” Ne de olsa teknenin yelkenlerini bile birlikte dikmişti ebeveynleri… Ancak kendi kurmadığı hayallere adapte olmaya çalışarak geçen çocukluğu, onu kararlarında inatçı biri hâline getirdi ve babasıyla olan ilişkisi, zaman içinde bir nevi ‘isyankar tayfa-kaptan’ düzeyine evrildi.
-V-
Sadun ve Oda Boro çifti, seyahatleri sonrası İstanbul’da biraz daha çalışıp Bodrum’a yerleşti. Her fırsatını bulduklarında da soluğu ebedi evleri Kısmet’te aldılar. 1980’li ve 1990’lı yıllar, kendine verdiği sözün peşinden büyük bir tutkuyla giden o adamı olgunlaştırıp bir deniz filozofuna dönüştürdü. Yıllarca üzerinde gezdiği denize borcunu, duyarlılığıyla ödüyordu artık. Türk denizciliğinin hocası ve kanaat önderi olarak geçirdiği yıllarda kendi hayalini paylaşanlara yardımcı olup destek vermeyi sürdürdü.
Bugün Necati Zincirkıran’ın evinde hâlâ Pupa Yelken kitabının ilk baskılarından biri duruyor. Kapağın içinde Boro’nun sözleri var: “Sen karadan, biz denizden, nihayet bu işi başarabildik. Sonsuz sevgiler.” İşte o günlerin, o yapılanların anlamını sorduğumuzda Necati Zincirkıran’ın dudaklarından tek bir söz dökülüyor: “Milat.”
Türk denizciliğinin babasının yaşam yolculuğu 2015 yılında, tıpkı seyahatinden döndüğü gibi bir haziran gününde, Marmaris’te sona erdi. Ölümünden dakikalar sonra hastaneye giren Osman Atasoy, o anı hiç unutamıyor:
“Sadun Abi ilk kitabını, ‘mezar taşı martılar olmuş denizciler’e adamıştı. Denizde kaybolarak ölen denizcilerin mezar taşlarının martılar olduğunu söylerdi hep. Marmaris’te de öyle çok martı olmaz ancak tam o anlarda hastanenin üzerinde daireler şeklinde uçuyorlardı. Kim bilir? Belki de o denizcilerin ruhları gelip onu aralarına aldılar ve birlikte yükselip gittiler, bilinmez…”