Hem futbolculuk hem de antrenörlük dönemlerimde birçok yıldız ile çalışma fırsatım oldu. Metin Oktay’ın bu isimler arasındaki yeri apayrıdır.
Bir gün Hasnun Galip Sokak’taki Galatasaray Kulüp binasında bir arkadaşımla oturuyorum. Bir bey geldi ve “Bülent, seni bir arkadaşın görmek istiyor” dedi. Gelen arkadaşım, Rauf Halat idi. Merkez Bankası’yla yaşadığı sorun nedeniyle benden yardım istemeye gelmişti; sanki başbakanım! Neyse ki arkadaşlarımın da araya girmesiyle Rauf’un Merkez Bankası’ndaki işini hallettik. Rauf, bana karşı kendini borçlu hissetmiş olacak ki, bana yedek parçacı dükkânı açma teklifinde bulundu. Teklifi kabul ettim ve yeni işime koyuldum…
Bir süre sonra iş nedeniyle İzmir’e gittik ve beş araba satın aldık. Basmane’de otururken Rauf, “Bülent, şu arabayı da almak istiyorum!” diyerek bir araba daha gösterdi. Arabayı almak için sahibini aramaya koyulduk tabii… Bir de baktık ki araç, Galatasaray’da futbol da oynamış olan Zeki Egeli’nin çıktı! Zeki, onu ziyareti geldiğimizi sanıp çok sevindi fakat işin aslını öğrenince, futbol adamlığımdan da dem vurarak beklemediğim bir tepki verdi: “Bülent Ağabey, benim arabayı alacağına İzmirspor’da bir topçu çocuk var, onu al” dedi ve ekledi, “Hatta bugün iki buçukta da maçı var.”
Hemen gittik ve Alsancak Stadyumu’nda mezkûr gencin maçını izledik. Bu istidatlı genç, Metin Oktay’dı. İzmirspor’un 8-1 kazandığı maçta yedi gol atan Metin’i çok beğendim ve daha önceden de tanıdığım antrenörü ile transferi için görüşmeye gittim. Antrenör transfer için yardımcı olacağını belirterek, “Yarın İzmir’in dışında buluşalım” dedi. İzmir’in dışı dediği yer, bugün şehrin göbeği olan Bornova’ydı! Kalktık, gittik öbür gün. Ben de futbolu yeni bırakmıştım ve İtalya’daki antrenörlük kursuna iştirak etmek için hazırlıklar yapıyordum. Neyse, Metin’le görüşmemiz olumlu geçti. Tek ricası, “Bülent Ağabey, ben de kendimi kurtarmak için sizden 10 bin lira istiyorum” oldu. Galatasaray’ın o dönemki sorumlusu Gündüz Kılıç’tı. Gündüz’ün 10 bin liralık transfer bedelinden çekineceğini düşünerek, maliyetin dört binlik kısmını, Rauf vasıtasıyla karşılamayı düşündüm. Fakat Rauf, açık arttırmadaymış edasıyla, “Hayır, 4 bin değil 6 bin!” deyince, mutluluktan havaya uçtum! Bu arada Gündüz de teknik sorumlu olması vesilesiyle bir iki kez Metin’i izledi ve transferi onayladı. Daha sonra Gündüz Kılıç, Muzaffer Bozok, Rauf Halat ve Necdet Çobanlı, İzmir’e giderek Metin’i İstanbul’a getirdiler.
Metin’in İstanbul’a gelişiyle fırtınalar kopmaya başladı. Dönemin paralı kulübü Adalet’in 35 bin lira, Fenerbahçe’nin ise 45 bin lira teklifleri olduğuna dair laflar çıkıyordu… Bunların üzerine bir sabah kapım çalındı ve Metin girdi içeriye. “Bülent Ağabey, kasten geldim. Bir yanda 35 bin, bir yanda 45 bin gibi rakamlar telaffuz ediliyor… Sakın bunlara kıymet verme, ben sana 10 bin liraya söz verdim!” dedi. O an, kulübe ne kadar yakışan bir kişilik olduğunu bir kez daha anlamıştım. Bu konuşmamızdan sonra Metin, biraz da mahcup bir tavırla, “Ağabey, bir araba gördüm ama alabilir miyim bilemiyorum. Bir soruşturma imkânımız var mı?” dedi. Hemen Rauf’un yanına gittim ve durumu anlattım. Birkaç saat sonra Rauf, Metin’le benim yanıma geldi ve arabanın anahtarlarını Metin’e göstererek, “Al bakalım, araba artık senin!” dedi. 10 bin lira ile transfer olan Metin Oktay, 18 bin 750 liralık arabanın da sahibi olmuştu bir anda!
Metin Oktay oyunu avanse eden takımların yıldızıydı. Onun takımı, oyunu devamlı karşı sahaya yıkmak zorundaydı. Bu şartlar sağlandığında, son derece tehlikeli bir hücum oyuncusuydu Metin. Kontratak mantalitesi ile sahaya çıkan takımlar içinse aynı etkiyi göstermesi düşünülemezdi. Nitekim Galatasaray gibi, rakiplerini kendi sahalarına mahkûm eden büyük bir takımda yüzlerce gol atan bu büyük golcü, Palermo döneminde sahada sırıtmıştı. Metin Oktay’ın tek noksanı, ağır bir futbolcu olmasıydı ve bu özelliği Palermo gibi ani hücum oynayan vasat bir takımda sıkıntı çekmesine sebep oldu. Eski bir savunma oyuncusu olarak Metin’i durdurmanın tek yolunun, yüzünü kaleye döndürmemek olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer kaleyi görürse, dönüşü yoktur! Bir forvet oyuncusunun attığı 10 şutun dördü kaleyi buluyor ise, Metin’in 10 şutunun sekizi kaleyi bulur ve tehlike yaratırdı. Onun dışında topsuz oyunda muhteşem bir zekâya sahipti. Birçok golünü, henüz top gelmeden aldığı pozisyonlar sayesinde rahatlıkla filelere göndermiştir. Bunun yanında müthiş isabetli kafa vuran bir adamdı; adeta havada kalır ve son derece net vuruşlar yapardı. Onu Palermo’ya götüren eski Galatasaray antrenörü Remondini’ye, bu tercihi nedeniyle epey kızmışımdır. O transferde ne Metin’i ne de Palermo Kulübü’nü düşünmüştü. Remondini’nin tek düşüncesi paraydı ve hedefine ulaşmıştı!
Milli takım ve Galatasaray’daki antrenörlük dönemlerimde futbolcum da oldu Metin. Sadece saha içinde değil, saha dışında da muhteşem ve duygusal bir insandı. Otellerde yaptığımız kamplarda devamlı görevli çocuklara bahşiş dağıtır, onlarla vakit geçirirdi. Antrenörlüğünü yaptığım bu süreçten iki olayı hayatım boyunca unutamamışımdır.
Ankara’da Romanya ile oynuyoruz… Metin Oktay hem kötü oynuyor hem de koşmuyordu. Ben de onu oyundan çıkartıp, Fenerbahçeli Nedim’i oyuna aldım. Yıllar geçti, jübilesinden sonra bir yemek yiyoruz… Metin, içkinin de tesiriyle bana döndü, “Bülent Ağabey, beni Ankara’daki milli maçta niye çıkardın?” diye sordu. “Ulan, şimdi mi sorulur bu! Kaç yıl geçmiş aradan, koşmuyordun ondan çıkarttım!” cevabını verince, biraz da utanarak gülümsemişti. Sanırım bu anı, onun ne kadar duygusal bir çocuk olduğunu anlatmak için yeterlidir. Metin’le hep çok özel bir ilişkimiz vardı. Galatasaray’ın başında, sezon öncesinde düzenlenen TSYD Kupası’nı kazandığımda, beni ilk omuzlara alan da o olmuştu. Polonya ile oynadığımız milli maçta da direkten dönen topu nedeniyle gol atamamış ve maçı 0-0 bitirmiştik. Maçtan sonra yanıma gelmiş, “O topun senin için gol olmasını istemiştim ağabey!” demişti.
13 Eylül 1991 günü Galatasaray Adası’ndaydık. Çok içkiliydi ama buna rağmen Levent’e gitmek istiyordu. Ben ve birkaç arkadaşımız, “Çok içkilisin, gitme” dediysek de, dinletemedik… O, Metin’i son görüşüm oldu. Ne tuhaf; geldiği gün de beraberdik, gittiği gün de…