Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

FutbolGenelRöportajMakine

Çağlar Söyüncü, TFF 1. Lig'den milli takıma seçildiği gün ülke futbol gündemine girdi. Oysa öncesi de vardı ve sonrası da... Freiburg'un stoperiyle gelişim sürecini ve geleceği konuştuk.

1996 Avrupa Şampiyonası’na kısa bir süre kala, A Milli Takım Teknik Direktörü Fatih Terim kadroya 2. Lig’den bir oyuncu dâhil etmişti. Bu oyuncu, Karabükspor’un stoperi Vedat İnceefe’ydi. Ay-yıldızlı formayla mesaisi uzun sürmeyen İnceefe, yıllar sonra antrenör olarak milli takıma geri döndü. İlk icraatlarından biri, başında bulunduğu U18 Takımı’na amatör bir stoper çağırmaktı. Ve o stoper, bu kez Euro 2016 yaklaşırken, Fatih Terim’in milli takımına ikinci ligden (TFF 1. Lig) seçilen tek isim oldu. Çağlar Söyüncü ile İzmir’de bir araya geldik ve iki yıl içinde Bölgesel Amatör Lig’den Bundesliga’ya uzanan hikâyesini konuştuk…

Not | Bu röportaj, Socrates’in Temmuz 2017 tarihli 28. sayısında yayımlanmıştır.

Sözü futbola başlangıcınla açalım…

Her futbolcu gibi ben de mahalle arasında başladım futbola. Okul takımındaki hocamın antrenörlük yaptığı Menemen Belediyespor, ilk kulübüm oldu. Beş yıl sonra Bucaspor’a transfer olduğumda ise çağ atlamış gibiydim. Akademi başkanımız Seyit Mehmet Özkan’ın yaptığı mükemmel bir tesis vardı, çok şanslı olduğumu düşündüm ama ilk yıl prosedür gereği resmî maça çıkamadım. Mevkim de değişti; forvetten ön liberoya kaydım. Daha sonra, kulüp yönetimiyle anlaşmazlık yaşayıp Altınordu projesini başlatan Başkan Özkan ve 81 oyuncuyla birlikte kırmızı-lacivertli kulübe geçtim. 16 yaşındaydım ve bir daha hiç altyapı oynamadım. Başkan, Bozyaka Yeşiltepe (sonraki ismiyle Gümüşordu) adında bir pilot takım da almıştı. Bölgesel Amatör Lig’deki (BAL) bu takım, profesyonel takımda yer bulamayan genç oyuncular için bir fırsat oldu. İki arkadaşımla oraya gittim. Orada da bir sakatlık sonucu stopere geçtim ve bir buçuk yıla yakın stoper oynadım.

BAL’daki yaş farklılıkları zorladı mı?

BAL’ın bana çok katkısı oldu ama çoğu arkadaşım için bu geçerli değildi; çünkü çok zor bir lig. Diğer takımlar çok fazla para harcıyordu, saha şartları kötüydü, taraftar baskısı vardı, bizden 16-17 yaş büyük oyuncularla oynuyorduk… Ben oradayken Galatasaray’daki bir arkadaşım, “Sen BAL’da oynuyorsun, profesyonel değilsin, bir şey değilsin” demişti. Baktığınızda haklıydı. Ama ben kafama koymuştum, bu işi başaracaktım.

Genç milli takımlarda da yoktun… Hiç umutsuzluğa kapılmadın mı?

Benim hayatım hep bir garip ilerledi. İlk milli takım deneyimim için U18’e gittiğimde kadrodaki tek amatör bendim. Keza A Milli Takım’a 1. Lig’den gelen tek oyuncuydum. Ama oradaki arkadaşlarım, abilerim ve hocalarım bana bunu hiç hissettirmediler. Daima futbolumun karşılığını aldığımı düşünüyorum.

Ailenin tüm bu süreçteki rolünü nasıl anlatırsın?

Biz hep mütevazı bir hayat yaşadık, ne üst ne de alt seviyedeydik. Ailem bana ve kardeşlerime hiçbir zorluk yaşatmadı; en iyi şeyleri yedirmeye, giydirmeye çalıştılar. Hepsinden önemlisi de sevgiyle büyüdüm. Kıyafet, ayakkabı, hamburger… Bunlar gelip geçici şeyler ama sevgi kalıyor, etkisini hissediyorsun. Ben daha 8-9 yaşındayken babam işini gücünü bırakıp her gün antrenmanlarıma geliyordu, eniştem keza…

Genç milli takımlardan ilk daveti ne zaman aldın?

Kuşadası’nda kamptaydık. Sabah idmanından sonra kulüp müdürümüz Güven Abi beni yanına çağırdı. “Ne yaptın sen yine ya?” diye söze girdi, ben tam “Bir şey mi yaptım abi, ne oldu?” derken “Bak şimdi milli takımla Yunanistan’a gideceksin, oradan sakatlanıp döneceksin, yorulacaksın” diye devam etti gülerek… Ben tabii çok heyecanlandım. U18 Milli Takım Teknik Direktörü Vedat İnceefe, Balıkesir Belediyespor’la oynadığımız maçı izlemişti ama böyle bir davet beklemiyordum. Sonuçta BAL’da oynuyordum, çok enteresan gelmişti bana…

Altınordu Futbol Kulübü, Türkiye’de kimsenin aklına gelmeyecek yöntemlerle çalışıyor. Bunun karşılığını almaları normal.

Altınordu, oyuncu yetiştirme hedefiyle ortaya çıktı ve kısa sürede A Milli Takım’a üç oyuncu kazandırdı bile. Sence nedir bu işin sırrı?

Altınordu Futbol Kulübü, Türkiye’de kimsenin aklına gelmeyecek yöntemlerle çalışıyor. Bunun karşılığını almaları normal. Ben Altınordu’dan ayrılırken de söylemiştim; inanıyorum ki benim yanımda çok arkadaşım olacak. Bunu söylerken hem milli takımı hem de Avrupa’yı kastediyorum. Belki insanlar şaşırıyor ama oradan geldiğim için ben normal karşılıyorum. Çok profesyonel bir ortam var, her şey futbol için yapılıyor. Her mevkinin özel bir çalışma alanı mevcut. Sahanın dışına çıktığınızda ise tiyatrodan yabancı dile kadar, hayatı öğretiyorlar size.

Hocalarımız sürekli kendilerini geliştiriyor, eğitimler alıyor. Onların gelişimi futbolculara da yansıyor. Kaç kulüpte çocuklara yabancı dil eğitimi veriliyor ki? Şimdi bakıyorum; U16 takımı Prag, U10 takımı Viyana, U12 ve U13’ler Almanya’da… Bu ekipleri kim gönderiyor yurt dışında turnuvaya? Normal bir futbolcu, milli takımda olmadığı sürece yurt dışına ancak profesyonel olduktan sonra çıkar. Altınordu’da ise çocuklar senede 6-7 defa yurt dışına gidiyor. Böyle olunca profesyonel gibi düşünmeye çok erken yaşta başlıyorlar. Vücutları erken yaşta futbola, seyahate, o atmosfere alışıyor… Farklı bir disiplin kazanıyorlar.

A Milli Takım’a seçildiğin dönemle ilgili şöyle bir cümlen var: “Medyanın ilgi odağı olacağım ihtimaline karşı, kulüp medya sorumlumuz Ali Ergöçmez ile kamp boyunca iyi bir çalışma sergiledik.” Bu saha dışı eğitimleri biraz daha açabilir misin? Ne tür çalışmalar yapılıyor?

Geçen gittiğimde çocuklara kamera karşısında nasıl konuşulacağı ile ilgili özel ders veriliyordu. İki yıl sonra o çocuk röportaj verdiğinde herkes “Aaa, ne güzel konuşuyor!” diyecek. Normal işte. İngilizce dersleri, her hafta tiyatro, sinema… Genç kardeşlerimin kendi özel bahçeleri var; toprağa domates, biber ekiyorlar. Kendi diktikleri, suladıkları domatesin tadını alıyorlar, onu yerken daha fazla zevk alıyorlar. Biz de böyle olduk aslında; diktiler ilk önce, büyüdük yavaş yavaş. Sabırla, sevgiyle suladılar bizi. Hocalarımızın yaptığı bu. Şimdi Cengiz’i, beni, gururla izliyorlar.

Şu an benimle de kulüpten aldığın eğitimleri düşünerek mi konuşuyorsun?

Aslında bir yerden sonra artık buna sahip oluyorsun. Bir örnek vereyim; Altınordu’daki bir büyüğümüz, “Burada futbolcu olamazsanız sorun sizde” demişti bize, bu söz beni çok düşündürmüştü mesela. Şakayla karışık söylüyorlardı ama bir ders de vardı içinde. “Demek ki her şey benim elimde, sorumluluk bende” diye düşünmüştüm. Yakın zamanda başkanımız, Altınordu Futbol Meslek Okulu’nu Torbalı’da 80 dönüm bir araziye taşıdı. Artık her şey en profesyonel düzeyde. Şimdi kulübe ziyarete gittiğimde genç kardeşlerime aynı sözü ben söylüyorum.

Takımdan ayrıldın ama Altınordu ile bağların hâlâ çok kuvvetli…

Neticede biz, ailelerinden çok birbirlerini gören insanlardık. Birimizin bir derdi olduğunda yüzünden anlıyorduk. Bir gün canım sıkılsa ben daha hiçbir şey söylemeden hocam gelip benimle konuşuyor, kafamı dağıtmaya çalışıyordu. Arada sadece bir futbolcu-hoca-yönetici ilişkisi olsa belki şu anda bitebilirdi iletişimimiz ama biz bir aileyiz. Onların bende emekleri çok fazla, ben de daha iyi yerlere gelip onları mutlu etmeye çalışıyorum.

Kritik bir karar vermen gerektiğinde hâlâ onlara danışıyor musun?

Tabii ki, danışıyorum. Onlar benim büyüğüm ve benden daha tecrübeliler.

Gelecek planlarında en baskın unsur hangisi? Ailen mi, Altınordu mu, menajerin mi?

Tabii ki her şeyden önce ailem geliyor. Onlarla konuştuktan sonra Altınordu’daki büyüklerime danışıyorum.

A Milli Takım’a ilk davet edildiğin güne geri dönersek…

Kıbrıs’ta oynadığım ilk ümit milli maçımda iyi performans gösterince, güzel bir şeyler olacağına inanmıştım. Çünkü artık A Milli Takım’dan bir önceki basamaktaydım. Belki o an değil ama üç ay, beş ay, bir yıl sonra daha da iyi bir konumda olabileceğimi düşünmüştüm. Beklediğimden erken gelişti her şey. Kıbrıs’tan yeni dönmüştüm, arkadaşımla bir kafede tavla oynuyorduk. A Milli Takım Antrenörü Abdullah Ercan aradı, “Katar’dayız, Serdar (Aziz) Abin sakatlandı. Neredesin, havalimanına yakın mısın?” diye sordu. Yakın olduğumu söyledim. “Şimdi Fatih Hoca ile konuşuyoruz, bir planın varsa askıya al, benden haber bekle” dedi. Tekrar dönüp kafeye oturdum. Haber gelene kadar arkadaşıma da bir şey söylemedim.

Ne yaptın, zar atmaya devam mı ettin?

Tabii yani, oynadım işte, ne yapayım… Çünkü antrenörümüz arayıp “Olmadı” dese arkadaşım da üzülecek. Tabii ki çok heyecanlandım, içim kıpır kıpır oldu ama sonuçta kesin bir durum yoktu. 15-20 dakika sonra hocam aradı bir daha, “Biz akşam Katar’dan dönüyoruz, biletini aldırdık, bizimle Riva’ya geliyorsun” dedi. Arkadaşımı evine bırakıp kendi evime gittim, kamp malzemelerimi alıp çıktım. Çok güzel bir duyguydu.

Euro 2016 öncesi ilk açıklanan aday kadroya girmiş fakat daha sonra 23 kişilik turnuva kadrosunda kendine yer bulamamıştın. Açıkçası, henüz üst seviyede maç oynamadığın için sürpriz bir karar da değildi bu. Kafileden ayrılırken için cız etti mi, yoksa kendini hazırlamış mıydın?

Şampiyonadan önceki altı ayda milli takımla beraberdim. Son zamanlarda kendime moral vermek için “Çağlar, 1. Lig’de oynuyorsun, kadroya alınmasan da dert etme, bu sene olmazsa seneye olur” diyordum. Kendimi her şeye hazırlamıştım. Ama kadro 23’e düştükten sonra önce teknik direktörümüz Fatih Terim, ardından kaptanımız Arda Abi birer konuşma yaparak dışarıda kalanlara moral verdi ve bu konuşmaların ardından ben, sanki yıllardır orada oynuyormuşum da beni bu defa almamışlar gibi hissettim. Kadroyu bir yerde görüp kâğıttan okusaydım hiç sorun olmazdı, hazırdım. Ama herkesin benim kadar üzüldüğünü görmek çok ağır geldi, o sıcaklığı görünce hiç beklemediğim duygular yaşadım. “Tamam, hiç oynamasaydım ama yine de keşke orada olabilseydim” diye düşündüm.

Milli takımda bir savunma problemi de vardı; Mehmet Topal stoper oynadı. “Ben olsaydım” diye başlayan cümleler geçirdin mi hiç içinden?

Ben sadece savunma demek istemiyorum. Mehmet Abi de orada kötü maçlar oynamadı, iyiydi. Biz takım olarak maçlara biraz geç başladık. Gol yiyince akla kaleci ve savunma gelir ama bir bütün olarak bakmak gerekiyor. Yoksa herkes formasını terletti, hakkını verdi. Belki ben olsam iki tane fazla gol yiyecektik…

Kendini sahaya koyarak izlemedin mi?

“Abilerim, arkadaşlarım, takımım oynuyor” diye izledim… Kendimi sadece şöyle sahaya koydum; kişisel gelişimim adına “Şurada olsam ne yapardım, o atmosfer bana ne kazandırırdı?” diye düşündüm. “Ben olsam bu golü yemezdik” ya da “Ben bunu atardım” gibi bir düşüncem olmadı.

Henüz 1. Lig’de bir tam sezon oynamışken Bundesliga’ya, hem de yükselişte olan bir kulübe gittin. Başka tekliflerden de söz ediliyordu; Beşiktaş, Bayer Leverkusen, RB Leipzig, Lazio, Valencia… Sen bu süreci nasıl yaşadın?

Ben maddiyattan önce, Avrupa’da kendimi nasıl yetiştirebileceğim üzerine düşündüm. Kıstasım buydu. Başkanımız da benim yurt dışında, oynayabileceğim bir kulübe gitmemi istiyordu. Sadece Freiburg ile görüştüm ve o görüşme benim için çok iyi geçince anlaşma sağlandı. Freiburg, geçmişi olan bir kulüp. Genç oyunculara yatırım yapıyorlar. Gitmeden Ömer (Toprak) Abi’yle de görüştüm ve o da bana benzer şeyler anlattı, benim için çok iyi bir adım olacağını söyledi. Aklımda hiçbir soru işareti olmadan Freiburg’u seçtim ve bugün, doğru bir karar verdiğimi görebiliyorum. Tabii kulübün menfaati de önemliydi benim için; bana yedi yılını verdi Altınordu. Maddi anlamda onlar için de iyi bir teklif sunulunca transfer gerçekleşti.

Freiburg, Avrupa’daki Altınordu gibi… Genç oyuncuları yetiştirip daha iyi yerlere götürmeyi amaç edinen bir kulüp…

Freiburg her zaman, büyük kulüplere gitmek isteyenler için bir sıçrama tahtası olmuştur. Son olarak Maximilian Philipp 20 milyon Euro’ya Borussia Dortmund’a transfer oldu. Giderken bu düşünce de var mıydı aklında?

Beni Ocak 2016’da da istemişlerdi. O zaman şartlar olumsuzdu, gidememiştim. Sene sonu takımdan ayrılacağım kesindi ama neresi olacağını bilmiyordum. Bu sürede Freiburg’u araştırdığımda gerçekten Avrupa’daki Altınordu gibi olduğunu gördüm. Genç oyuncuları yetiştirip daha iyi yerlere götürmeyi amaç edinen bir kulüptü ve bu da gelişimim için uygun adres olduğunu gösteriyordu. Yeni hocam Christian Streich ile bir saat oturduğumuzda kendisine “Kulüpler anlaşırsa ben direkt buradayım” demiştim.


Christian Streich, eski bir altyapı direktörü. Bunun da avantajı oldu mu?

Aramızda o kadar iyi bir iletişim var ki bir an bile yabancılık çekmedim. İlk gittiğimde hiç Almancam olmamasına rağmen her gün beni çağırıp bir şeyler öğretmeye çalışıyordu. Sadece futboldan bahsetmiyorum; dilime de yardımcı oluyordu, Freiburg’da ne tür sosyal aktiviteler yapabileceğimi de anlatıyordu…

Senin için “Kariyerimde bire bir iletişim kuramadığım ilk oyuncu ama ‘bir şekilde’ çok iyi anlaşıyoruz” demiş. Son durum ne?

Bana da “Anlaşılan o ki her şey dille olmuyormuş” demişti. İnanır mısınız; birbirimizin gözünün içine baktığımızda ne demek istediğimizi anlıyorduk. İlk üç ay tercümanım vardı. Sonrasında hocam “Artık tercüman yok, her şey sana bağlı” dedi. İyiliğim için o an duygusallığı bırakıp sert konuşuyormuş gibi yaptı ama bunun değerini şimdi anlıyorum. Orada “Neden beni yalnız bıraktı?” diye düşünsem de şimdi “Keşke bunu birinci ayın sonunda yapsaydı” diyorum. Şu anda da sular seller gibi Almanca konuşuyor değilim ama fena da sayılmam. Sadece şu var; taktiksel bir konu ya da önemli bir sıkıntı olduğunda hocamızın 20-25 yıllık dostu Gökmen Abi bize yardımcı oluyor.

Gitmeden önce danıştığın insanlar “Kendini geliştirmek istiyorsan yurt dışına git” demiş. Sence niye böyle söylüyorlar, Türkiye’de ne eksik? Almanya’yı görmüş bir oyuncu olarak buna ne dersin?

Türkiye’de çok uzun süre oynamadığım için bunun nedenlerini tam olarak görebildiğimi söyleyemem. “Avrupa’da neden böyle?” derseniz, onu anlatabilirim ama…

O zaman; Avrupa’da neden böyle?

Her şeyden önce, Almanya’da bize sadece futbolcu olarak bakmıyorlar, insan olarak değer veriyorlar. Bu sezon başlarında kendi sahamızda Wolfsburg’a 3-0 yenildik. Kafam Türkiye’deki ortama alışmış olduğu için ben hemen soyunma odasına gittim. 10 dakika geçti, 20 dakika geçti, bir baktım kimse arkamdan gelmiyor. Takım yarım saat sonra soyunma odasına geldi. Nerede olduklarını sordum, taraftarları selamladıklarını söylediler. Kötü de oynamıştık, ben o anda “Stattan nasıl çıkacağız?” diye düşünüyordum. Oysa çıkışta durdurup sohbet edenler, fotoğraf çektirenler derken 200 metrelik yolu bir saatte gittim. O anda ne kadar değer gördüğümü hissettim. Stres tabii ki var ama güzel bir stres; 80 bin kişinin önünde oynuyorsun, onun stresi. Yoksa “Bir hata yaparsam ne olur?” diye bir düşüncen yok. Ne taraftar ne medya bunun üzerinde durmuyor. Hata mı yaptın? Olabilir. Ben üçüncü hafta büyük bir hata yapmıştım, hocam bana “Olsun, istatistiklerin yüksek, böyle devam et” demişti mesela…

Peki, ülkeye uyum sağlamakta zorlandın mı? Boş yolda bile kırmızı ışıkta bekleyen insanlar, müthiş bir düzen, daha sakin bir yaşam… “Ömrüm boyunca burada yaşayabilirim” diyor musun?
Altınordu’da zaten böyle yetiştirdiler bizi, bu eğitimleri aldık. Bir meyvenin, sebzenin nasıl yetiştiğini Altınordu’daki 13 yaşındaki kardeşim bilir benim. Bunu bilen insan, her şeye alışır. Ben kendi adıma da biraz sıcakkanlı biriyim. Dil bilmiyorken bile takım arkadaşlarımla, kulüp personeliyle, taraftarla çok konuşur, şakalaşırdım. O yüzden kolay alıştığımı söyleyebilirim. Tabii ki buradan alışık olmadığım şeyler vardı; kırmızı ışıktır, düzendir, hız sınırıdır… Ama onlara da alışmak zor değil. Bir tek yemekler konusunda biraz zorlandım. Bir de denizi özlüyorum.

Futbol dışı hayatın nasıl geçiyor orada?

Gezmeyi çok seviyorum. Yaşadığım şehir; İsviçre, Fransa ve İtalya’ya çok yakın. Bilmediğim bir yeri keşfetmek hoşuma gidiyor. Bunun dışında eski futbolcuların hayatlarını araştırıyorum, nasıl yollardan geçtiklerini öğreniyorum. Yüzmek ya da tatil yapmaktansa bazen bütün günümü birinin hayat hikâyesini araştırmaya ayırabiliyorum.

Mesela kimin?

Çok var… Örnek olarak (Carles) Puyol ya da (Diego) Lugano’yu verebilirim.

Alman devlet televizyonu tarafından yılın en iyi 11’ine seçildin. Gittiğinde, senin potansiyelini bilenler bile lafa “İlk yıl oynamasa da…” diye başlıyordu.

Başta da söylediğim gibi, benim kariyerimin biraz garip bir seyri var. Genç Milli Takım, A Milli Takım, profesyonel oluşum, yurt dışına transferim… Hepsi ilginç zamanlarda gerçekleşti, başkalarının “Olmaz” dediği zamanlarda. Bu da bana güç veriyor açıkçası. “Demek ki yapabiliyorsam oluyor” diyorum. İlk gittiğimde zor bir durumla karşı karşıya olduğumu biliyordum ama başaracağıma da inanıyordum. Tabii başarmak derken, takıma katkı vermekten bahsediyorum. Yoksa yılın 11’i şeklinde bir oylamanın varlığından bile haberdar değildim. Sadece haftanın 11’ini seçtiklerini biliyordum ve iyi oynadığım maçlardan sonra girip girmediğimi takip ediyordum.

Nuri Şahin, Borussia Dortmund ile karşılaşacağınız maçtan önce teknik direktörleri Thomas Tuchel’in, hücum oyuncularına “Bugün bir makineyle karşılaşacaksınız” dediğini anlatmıştı…

Nuri Abi, biz milli takım kampındayken röportaja çıkıp anlatmış bunu. Ben de antrenmandan sonra öğrendim. Dortmund’un hocasının ismimi telaffuz edemeyip benden ‘makine’ diye bahsetmesi tabii ki çok güzel bir duygu.

İsminin bu kadar zor söylenmesine şaşırdın mı? Bundesliga resmî internet sitesinde, Alman ünlüler arasında telaffuz yarışı yaptıracak kadar…

Hoşuma gitti, güzel bir anı oldu benim için. Söylemeye çalışıyorlar, olmuyor ama ben söylediğimde tekrar ediyorlar. O videoda 10 kişi söyleyemedi soyadımı ama maçlarda da 40 bin kişi söyleyemiyor zaten, alışığım yani. Ama şimdi öğrendiler.

‘Makine’ senin lakabın aynı zamanda, öyle değil mi?

El şakalarım sert olduğundan öyle diyorlar.

Doğuştan gelen özel bir kuvvetin olduğunu da söylüyorlar…

Tabii doğuştan da geliyor ama çok çalışmanın önemini de atlayamam. Yıllardır bunun için özel antrenmanlar yapıyorum. Antrenmandan bir saat önce, bir saat sonra ekstra çalışıyorum. Kendi evimde çalışıyorum. Terlemeyeyim, yorulmayayım demiyorum.

Geriden oyun kurmak için de özel çalışmalar yapıyor musun? Bundesliga’da stoperlerin çoğu aynı zamanda oyun kurucu görevini üstleniyor ve sen de bu konuda oldukça yeteneklisin.

Şu dönemde bir stoperin en önemli özelliklerinden biri geriden oyuna top sokabilmek. Hava topu ve ikili mücadele becerisi kadar ayak hâkimiyeti de aranıyor artık. Diyagonal pas, oyuncu arkasına pas; bunları yapabilen stoperler revaçta. Freiburg’daki hocamız da bunun üzerine çok düşüyor. Antrenmanlardan sonra beni özel olarak duvar pası çalıştırıyor mesela. Hâlâ da geliştirmeye devam ediyorum kendimi.

İki ayağını da kullanma becerinin arkasında ne var?

Eskiden de iki ayağımı kullanmaya çalışıyordum ama altyapıda etkisi bir buçuk yıla yayılan
bir sakatlık yaşadıktan sonra bu daha da gelişti. Kasığımdaki problem yüzünden sağ ayağımı çok sıkamıyordum. O süreçte, solumu da yüzde 90-95 seviyesinde kullanmaya başladım. Artık maçta ‘Sol ayağımla topu şuraya atabilir miyim?’ gibi bir düşüncem hiç yok. Bir de sol stoper oynadığım için birçok kişi beni solak sanıyor.

Almancada olduğu gibi, bunda da mecbur kalmanın sana fayda sağladığını söyleyebilir miyiz?

Aslında bu biraz daha farklı. Bence daha çok özgüvenle alakalı. Herkes sol ayağıyla uzun pas atmaya cesaret etmez diye düşünüyorum.

Milli takımdaki ilk antrenmanında, Arda Turan’ın sağından atıp solundan geçmen de aynı özgüvenin ürünü mü?

Onlar da onu istiyor; çekinmememi, diyaloğa girmemi. Topu Arda Abi’ye attığımda sanki arkadaşım gibi “Arkanda, geldi, geri pas” gibi şeyler söyledim. Sadece ona değil; Emre Abi, Burak Abi, Selçuk Abi, hepsine… Onların söylemesiyle birlikte böyle yapabiliyorum. Bunun yanında, özgüvenimin en büyük avantajım olduğunu düşünüyorum. Düdük çaldıktan sonra bende heyecan kalmıyor, hiçbir şeyi kafama takmadan doğru olduğunu düşündüğüm şekilde oynamaya çalışıyorum. Riskli hareketler de yaptım Almanya’daki ilk zamanlarımda. Arkadaşlarım şaşırdı ama yapı meselesi bu. Dört yıl forvet, üç yıl orta saha oynamamın da katkısı vardır.

Borussia Dortmund maçındaki müdahalen ve sonrasında attığın çalım geliyor aklıma…

Evet, söylemek istediğimi o pozisyon anlatıyor. Maçtan sonra takım dışından bir arkadaşım “Niye orada vurmuyorsun, kaç bin kişinin önündesin, taca atsana” demişti. Ama ben o anda çalımın doğru tercih olacağını düşünmüştüm.

Altınordu’dan A Milli Takım’a: Cengiz Ünder, Berke Özer ve Çağlar Söyüncü

Enes Ünal da seninle benzer bir yol seçti. Futbolu dışında, davranışları ve söyledikleriyle de kendisini fark ettiriyor. Birbirinizle yurt dışı tecrübelerinizi paylaşıyor musunuz?

Enes çok iyi arkadaşım. Sürekli iletişim hâlindeyiz, milli takım kampları dışında fırsatımız oldukça yurt dışında da bir araya geliyoruz. Çok düzgün karakterli bir insan, futbolculuğu zaten tartışılmaz artık. Umarım yeni takımında da iyi bir sezon geçirir. Yine Okay Yokuşlu ile çok iyi arkadaşız. Şimdi Yusuf (Yazıcı) kardeşim geldi, bu milli takım kampında ilk defa birlikte oynadık, yeteneğinden çok etkilendim.

Milli takımdaki diğer Altınordu çıkışlı oyuncular, Cengiz Ünder ve Berke Özer hakkında ne söylersin?

Berke kardeşimle birlikte çalışmadık hiç. Genç milli takımdaki birkaç maçını izledim ve özellikle özgüveninden etkilendim. Ama henüz yolun çok başında. Kendisi için çok önemli bir dönemin içinde. A Milli Takım’a geldi, transfer teklifleri var, beklenti çok büyük… Bu sezonu çok iyi geçirmesi gerekiyor. Bunu da zaten benim söylememe gerek yok, Altınordu’daki hocalarımız ona gerekenleri söylüyordur.

Cengiz ise artık kendini kanıtlama dönemini geçti. Onunla 2010’dan beri beraberiz, eski kulübümüzde oda arkadaşıydık. Küçüklüğünden beri herkes onu hayranlıkla izliyor, inanılmaz bir yetenek. “Telefon kulübesinde çalım atar” derler ya, öyle bir oyuncu. Oyun zekâsı çok yüksek, iki ayağını iyi kullanıyor, şutları etkili… Altınordu’da da bizi çok defa kurtardı. Başkanımız Seyit Mehmet Özkan onu hep Hagi’ye benzetir. Geldiği noktayla gurur duyuyorum. Almanya’da Türk televizyonlarını pek izleyemesem de Cengiz’in maçlarını laptop’u televizyona bağlayıp mutlaka izliyorum. Aynı gün maçımız varsa stada giderken Maçkolik’ten Cengiz’in maçına bakarım. Zaten her maçtan sonra birbirimizi arıyoruz.

Fotoğraf: Getty Images

Emre Mor hakkında ne düşünüyorsun? İlk sezonunda beklentileri karşılayamadı gibi…

O da daha 20 yaşında. Belki beklenen patlamayı bir yıl sonra yapacak, belki iki yıl sonra, belki bu sezon… Borussia Dortmund gibi yüksek iddiaları olan bir kulüpte oynuyor. Birçok da maça çıktı ilk yılında.”

Hem sezon ortasında hem de sezon sonunda çok önemli transfer teklifleri aldığını duyduk. Planın nedir?

Mart ayında kulübümüz bana fikrimi sordu. Ben de bir yıl daha kalıp, gideceğim takıma hazır şekilde gitmek istediğimi söyledim. Onlar da benimle aynı şekilde düşünüyormuş ve Almanya’nın en büyük gazetesine ilan verip “Hiçbir para Çağlar’ı bu sezon sattırmayacak” dediler. Büyük kulüplerden teklifler gelmiş olabilir ama bu sezon da Freiburg’dayım yani.

Son olarak sana cevap vermek istemeyeceğin bir soru soracağım…

Vermeyeyim ben şimdiden!

Milli takımda yaşanan son gerginlik sizi nasıl etkiledi?

Hiç etkilemedi. Yani… Üzüldük. Yıllarını veren bir kaptan takımdan ayrılıyor, mümkün mü üzülmemek? Ama antrenmanlarımızı, maçımızı etkilemedi. Ailesinden birini kaybedip maça çıkan insanlar var. Profesyonelliğin gerektirdiği şekilde davrandık. Bizim milyonlarca insanı mutlu etmekten başka görevimiz yok.

Fotoğraf: Getty Images

“ALMANYA’YI SEÇMESİ ÖNEMLİYDİ”

Çağlar Söyüncü’yü genç milli takım hocası Vedat İnceefe’ye sorduk…

Çağlar’ı Bölgesel Amatör Lig’den genç milli takım kadrosuna alışınız nasıl gerçekleşti?

Aslında ekstra bir durum yok. Balıkesir’deydim. Çağlar, Altınordu kulübünün gelişimini takip ettiği bir oyuncuymuş. Ben de maçını izlemek istedim. Amatör ya da profesyonel olması fark etmez, önemli olan yetenekleriydi ve ben de izledikten sonra milli takıma davet ettim.

Geçen üç yılın ardından Çağlar’ın geldiği noktayı nasıl buluyorsunuz?

Çağlar bana göre mevcut durumunun, beklentilerin çok üzerinde performans gösterdi. Almanya’yı seçmesi de çok önemliydi. Bana da danıştı o dönem, “Hocam ne dersiniz, benim için en iyi tercih hangisi olur?” diye sordu. Masada İspanya seçeneği de vardı. Ben ona Almanya’yı önerdim, oranın futbol kültürünü almasının bir üst kademede ona yardımcı olacağını düşündüm. Çünkü orada oyuncuya bakış açısı çok farklı. Evet hata yapıyorsun ama sendeki meziyeti görürlerse üzerinde ısrar ediyorlar. Çağlar, Beşiktaş’a ya da Galatasaray’a gitmiş olsa medyaya çok fazla dayanamayabilirdi. İki hatasıyla kenara alınırdı, sonra orada beklerdi. Fakat Almanya’da çok önemli bir çıkış yaptı, yolu açık olsun…

 

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Hayal Kuran Herkese

Hayal Kuran Herkese

3 sene önce
Neno

Neno

3 sene önce
Sözlü

Sözlü

3 sene önce