Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolRöportajLider

David Rivers, Los Angeles Lakers'tan Tofaş'a uzanan kariyerini Socrates'e anlattı.

Jersey City’de geçen, zor bir çocukluk yaşadığınızı biliyoruz… O dönem, hayatınızı nasıl etkiledi?

Ben 15 kişilik bir ailenin çok küçük bir banliyö evinde büyüdüm. Dokuz kız, altı erkek kardeştik. Ben de yaş sıralamasında sondan üçüncüydüm. Hayat gerçekten çok sertti ve tam da o dönemde, oyun sahasında, hayatımın aşkıyla, yani basketbolla tanıştım. Bu da beni o zor günlerde ayakta tutup güçlendiren şey oldu.

O zor günlerin akabinde liseyi bitirip çok iyi bir kolej olan Notre Dame’e gitme şansı buldunuz. O geçişi nasıl anlatırsınız?

Aslında, St. Anthony adlı çok iyi bir Katolik lisesine gittiğim için şanslıydım. Orada, Şöhretler Müzesi’ne giren ve çok iyi bir koç olan Bob Hurley ile çalışma fırsatı buldum. Ve bu fırsatı iyi değerlendirip Notre Dame Koleji’nden burs almayı başardım. Bir Ivy League enstitüsü olduğu için eğitimi de üst düzeydeydi. Ayrıca, okulun hem Amerikan futbolu hem de basketbolda iyi takımlara sahip olması nedeniyle, her hafta sonu ulusal kanalda maçlarımız yayınlanıyordu. Bu sayede, ailem de beni takip edebiliyordu.

O dönemde, 1986’da ağır bir trafik kazası geçirmiştiniz. Ölümden döndünüz. Bu, sizi nasıl etkiledi?

Tam tarihi, 24 Ağustos 1986’ydı. Üniversitedeki üçüncü yılımın başlangıcından hemen önceydi. Ne yazık ki karşımızdaki sürücü sarhoştu ve aracını önümüze sürdü. Ben, arabada Ken Barlow ile beraberdim. Kenny, çarpışmadan kaçınmak için direksiyonu kırdı ve aracın kontrolünü kaybetti. Ön cama uçtum, vücudum neredeyse ortadan ikiye kesiliyordu. Kabul etmek gerekir ki benim için enteresan bir sezon başlangıcı oldu. Kimse hayatta kalabileceğimi düşünmüyordu, hayatta kalsam bile; bırakın basketbol oynamayı, yürüyebileceğime dahi ihtimal vermiyordu. Ama ben, hayatta kalacağımı öğrendiğim takdirde sevdiğim şeyi yapmaya devam etmek için savaşacağımı biliyordum. Yürümenin ötesine geçeceğimi… Her zaman yaptığım gibi.

Dönüş süreci nasıldı?

Çok şanslıydım. Takımın çok iyi doktorları ve fizyoterapistleri vardı. Skip Meyer, o müthiş sağlık ekibinin başındaydı. Bana olağanüstü bir destek verdiler. İyileşmek ve toparlanmak için her şeye sahiptim. Sonunda, sekiz haftadan kısa bir sürede geri dönmeyi başardım. Sezon başına yetiştim. Ama çok çalışmıştım; büyük desteklerine karşılık, üniversiteme ödemek için çaba gösterdiğim duygusal bir borçtu adeta.

Fiziksel kısmını anlıyorum ancak kazadan 19 ay önce de erkek kardeşinizi kaybetmiştiniz. Zihinsel olarak nasıl toparlandınız?

Ben, çok hoyrat ve acımasız bir mahallede büyüdüm. Sekiz ve dokuz yaşındayken, bir yıl arayla iki erkek kardeşimi kaybettim. Hem de trajik şekillerde… O dönemler, beni hayatın getirdiği zorluklarla mücadele etmeye hazırladı. İstemeden de olsa… Çocuklarını çok seven iki ebeveynle büyüdüm. Babam üç işte birden çalışıyordu. Annem de çalışıyordu. Biz onlardan, çok çalışmanın ve çok güçlü olmanın ne manaya geldiğini öğrenmiştik. Sonra en küçük kardeşimizi kaybettik. Kanser olmuştu. Çok zordu çünkü o benim en büyük hayranımdı. Adı Jermaine’di. Onu kaybetmek, tüm aileyi çok derinden sarsmıştı. En küçüğümüzdü, bebeğimiz gibiydi. Ancak inancımız ve aile bağlarımız sayesinde bu zor zamanı da atlatmayı başardık.

1988 NBA Draft’ında, 25. sırada Los Angeles Lakers tarafından seçildiniz ve lige girdiniz. Magic Johnson, Kareem Abdul-Jabbar ve James Worthy gibi isimlere sahip Lakers’ta oynamak nasıl bir tecrübeydi?

Sadece saydıkların da değil; Mychal Thompson, Michael Cooper, Tony Campbell, Byron Scott… Ben onlara, ‘oyunun gerçek efsaneleri’ diyorum. Yaşadığım deneyim paha biçilemezdi. Onlardan çok şey öğrendim. Koç Pat Riley’den, Magic Johnson’dan, Kareem’den, AC Green’den, hepsinden çok şey öğrendim. Hâlâ da birçoğuyla görüşüyorum. Teması koparmadım.

Bilhassa Kareem’i ön plana çıkarabilirim. Onunla bir sezon geçirmek, benzersiz bir şanstı. Ligdeki son yılıydı, benim çaylak sezonumun sonunda o emekli olacaktı. 20 küsur yıldır ligdeydi ve hâlâ üst düzeyde performans gösteriyordu. Antrenmanda sahanın bir ucundan diğerine sprint atışlarını izlerdim. Mychal Thompson ile yarışırdı. Ona meydan okurdu, o yaşta. Bu bana; ne kadar uzun yıllar boyunca en büyük olursan ol, o seviyeyi koruyabilmek için en küçük ve en önemsiz görünen şeyleri yapmaya devam etmen gerektiğini anlatıyordu.

Her gün çok çalışman gerekiyordu. Sıkılmadan, her gün. Kareem de antrenmanlarda küçük bir çocuk gibiydi; oyunu çok seviyordu, eğleniyordu ve bu sayede diğer herkesin de keyif almasını sağlıyordu. Ondan ayrıca, uzunlarla nasıl oynamam ve nasıl iletişim kurmam gerektiğini öğrendim. Kareem’le bir sezon, kariyerimi şekillendiren bir deneyimdi. Farklı bir rol modeli ve liderdi.

Sizin oyun tarzınız ile Lakers’ın o dönem ‘Showtime’ olarak adlandırılan oyun stili, birbirine kağıt üzerinde çok uyumlu görünüyordu. Ama Lakers maceranız uzun sürmedi. Sorun neydi?

Aslında Lakers ile çaylak kontratım üç yıllıktı. Ancak sezon sonunda, Minnesota Timberwolves ve Orlando Magic takımları lige dâhil olacağı için genişleme draft’ı yapılacaktı. Her takım, bir ya da iki oyuncusunu bu draft için ayırmak zorundaydı. Lakers’ın da bu noktada, benle Byron Scott arasında bir tercih yapması gerekti ve çaylak sezonunu tamamlamış David Rivers’ı o oyuncu havuzuna koymak, beraber şampiyonluklar kazandığınız Byron Scott’ı koymaktan daha kolay bir seçimdi. Günün sonunda, sayıların ve istatistiklerin kurbanı oldum. Ama bu olay, asla benim inancımı, özgüvenimi ve profesyonel basketbol oyuncusu olma arzumu azaltmadı. Nihayetinde de üç yılımı NBA’de, yaklaşık bir buçuk yılımı da CBA liginde harcadım. Orada rekorlar kırdım, bir şampiyonluk kazandım. Ayrıca NBA’de Lakers ile bir konferans şampiyonluğu yaşadım. Dünyaya bir şampiyon olduğumu ispatlamak istiyordum, bunlar da beni daha çok kamçıladı.

Avrupa’ya gitmeye karar verme süreciniz nasıldı? Neden Fransa’da, Cote d’Azur’da küçük bir kasaba takımı olan Antibes’i seçtiniz? 

Avrupa’da arkadaşlarım vardı; Michael Young, Kenny Barlow ve Michael Ray Richardson gibi… Onlar bana sürekli “Basketbol için güzel bir deneyim, Avrupa’ya gel” diye yalvarıyordu. Ancak CBA’de geçirdiğim süre boyunca NBA’e geri dönmeye kararlıydım. Çünkü orası, dünyanın en iyi ligiydi ve ben de yeteneklerimin orada olması gerektiğini hissediyordum. Koçum Flip Saunders, bana o zaman şöyle demişti: “David, neden şimdiye kadar çağrılmadığını anlamıyorum. Git, sahada olağanüstü bir şeyler yap. Buna gücün var. Git ve 25 sayı, 28 asist yap!”

Sonraki maçta, aynen söylediklerini yaptım; 27- 28 asist ve neredeyse 20 sayı. Ve yine NBA’den kimse gelmedi. Flip’in kalbi kırıldı ve ben de büyük hayal kırıklığına uğradım. Bu da benim, Antibes’in teklifini kabul edip Avrupa kariyerime başlamama sebep oldu; çünkü karakterimde kabullenmek diye bir şey yoktu, kendimi ispatlamam gerekiyordu.

Antibes’de çok başarılıydınız; şampiyonluk kazanıp MVP oldunuz. O gün için, 90’ların ilk yarısında, NBA ve Avrupa basketbolu arasında nasıl farklar vardı? Ve bugün için, varsa bu makas ne kadar kapandı?

İyi bir soru ama cevabım sizi şaşırtabilir. Şahsen, o zaman için bile, Avrupa’daki yetenek seviyesinin neredeyse NBA ile eşit olduğunu düşünüyordum. Ancak ben buna inanırken Avrupalı oyuncular, NBA’deki meslektaşlarını kendilerinden üstün görüyorlardı. Özgüvenleri sıfırdı. NBA ile yarışmak için yeteri kadar hızlı, güçlü ve yetenekli olduklarına inanmıyorlardı. Avrupa’ya ilk geldiğimde gördüğüm buydu.

Size bir hikâye anlatayım; TOFAŞ’a geldiğim dönemde Hidayet Türkoğlu, Mehmet Okur ve Mirsad Türkcan gibi birçok yetenekli genç, gelip bana “Baba, baba! Sence ben NBA’de oynayabilir miyim?” diye soruyorlardı. Hepsi de izlediğim, bildiğim oyunculardı. Onlara daima “Evet, kesinlikle NBA’de oynayabilirsiniz. Sadece kendinize güvenmeye ve inanmaya ihtiyacınız var” dedim. Manu Ginobili’de de aynısı oldu. İtalya’da oynadığım zamanlardı, o da bana aynı soruyu sordu: “Sence NBA’de oynayabilir miyim?” Oynayabileceğini söyledim tabii ki! Bugün gelinen noktayı da görüyorsunuz zaten; neler yaptılar, hepiniz tanık oldunuz.

Fransa’dan sonra Yunanistan’a gitmeye karar verdiniz. Olimpiakos önemli bir takımdı ama o zamanlar henüz EuroLeague kazanmamışlardı. Bu da ayrı bir meydan okuma mıydı? Olimpiakos’taki baskı da Antibes’den büyüktü. Bunu nasıl omuzladınız?

Hayatım boyunca, mevzubahis basketbol olduğunda asla baskı hissetmedim. Sıfır! Tek bir an bile söyleyemem. Yoktu; çünkü nasıl ve ne kadar antrenman yaptığımı biliyordum, hem ölü sezonda hem de sezon boyunca… Olimpiakos’a ilk gittiğimde, yüzlerce taraftar ve bir gazeteci ordusu tarafından karşılanmıştım. O insanların hepsi, muhtemelen deli olduğumu düşünmüştür çünkü onlara Olimpiakos ile neler yapmayı planladığımı anlattım. Yunanistan ve Avrupa şampiyonluğunu kazanacağımızı söyledim. Bilmiyorum, belki de sadece küstah ya da deli olduğumu, Avrupa basketbolunu bilmediğimi düşündüler. Ama o şeylerin hepsini inandığım için söyledim. Kısa bir alışma süreci geçirdim. Bu daha çok, stil ve fiziksel oyunla alakalıydı; ülke basketbolları arasındaki farkla… Yunanistan’daki oyun biraz daha fiziğe dayalıydı. Ama o kadar, fazlası değil. Yanımda da harika oyuncular vardı; Panagiotis Fassoulas, Giorgos Sigalas, Dragan Tarlac, Milan Tomic, Dimitrios Papanikolaou… Karakter olarak da muhteşem insanlardı. Ve ayrıca, Giannis Ioannidis ve Dusan Ivkovic gibi iki büyük koçla çalışma şansı buldum. Bu da bana çok şey kattı.

1997 ‘deki Final Four performansınızı ve o maçların detaylarını hatırlıyor musunuz? Roma’da, Union Olimpija ve Barcelona’ya karşı iki büyük zafer ve şampiyonluk. Sizin performansınız için de tek bir başlık: “Roma’da Rapsodi!”

İnanın ya da inanmayın, benim gözüm orada ne Olimpija’yı ne de Barcelona’yı görüyordu; odaklandığım tek şey planımızdı. Zihnimi tamamen, bunu gerçekleştirmeye şartlamıştım ve diğer hiçbir şeyi umursamadım. O Final Four’da karşımızda Chicago Bulls bile olsa fark etmezdi, ben yine aynı oyunu oynamaya çalışırdım.

“Hidayet, Mirsad, Mehmet bana gelip ‘Baba, baba! Ben NBA’de oynayabilir miyim?’ diye soruyorlardı.”

O Final Four’da Barcelona forması giyen Aleksandar Djordjevic, en büyük rakiplerinizden biriydi. 16 yıl sonra, bir röportajında şunları söyledi: “Rivers’ı Notre Dame’dan tanıyorum; Jure Zdovc, Slavko Kotnik, Vladimir Dragutinovic gibi arkadaşlarım zamanında ona karşı oynamış ve bana onu anlatmışlardı. Daha sonraları onu Avrupa’da oynarken gördüğümde, anlattıkları kadar büyük bir oyuncu olduğunu gördüm. O, Avrupa’da oynayan en iyi ABD’li oyun kurucuydu. Şiir gibi bir oyunu vardı.” Bu sözleri nasıl değerlendirirsiniz?

Ona çok saygım var. Avrupa’ya geldiğimde, onun buradaki en iyi oyun kuruculardan biri olduğunu görmüştüm. O ve Petar Naumoski, diğerlerinden ayrılardı.

Ancak rakip kim olursa olsun, benim oyun anlayışım sadece kendi yapacaklarıma odaklanmaktan geçiyordu ve böyle bir durumda da rakibi düşünmene -neredeyse- gerek kalmıyordu. Bu yüzden, en iyi rakiplerime saygımı gösterebilmemin tek yolu, onlara karşı en iyi savunmamı yapmaktı. Ben de bunu yaptım.

Avrupa’ya gelmeden önce oyuncular hakkında bir araştırma yapmış mıydınız?

Hayır. İhtiyacım olan tek şey, ne yapmam gerektiğini öğrenmekti. Basketbol evrensel bir spor. Bazı oyuncular size iç saha maçlarıyla deplasman maçlarının farklı olduğundan ya da bunun gibi şeylerden bahsedebilir. Ancak benim için böyle bir durum söz konusu değil. Buna inanmıyorum. Sahanın boyu aynı, potanın yüksekliği aynı, top aynı, rakip beş kişi…

Gerçekten anlamıyorum. Avrupa’ya oynamaya gelmiştim; küçük ve boş bir salonda oynamakla 20 bin ateşli taraftarın önünde oynamak arasında bir fark yoktu benim için. İkisinde de bildiğim şeyi yapıyordum. Kendim olmaya ve eğlenmeye çalışıyordum. O kadar…

TOFAŞ’ta oynarken CSKA Moskova deplasmanında 45 sayı atmayı da böyle başardınız… Doğru mu?

Aynen öyle. Sonunda maçı kaybettik ama yapabileceğimin en iyisini yaptığımı biliyordum. Sadece ben de değil, tüm takım arkadaşlarım için geçerli bu. Çok savaştık. Zaten maç sonunda, yenilmiş olmamıza rağmen CSKA taraftarı hepimizi ayakta alkışladı.

Olimpiakos’tan sonra rotanızı Bologna’ya çevirdiniz. Muhteşem bir kadronuz vardı ama İtalya Kupası’nı kazanmanıza rağmen lig şampiyonluğunu kaybettiniz. Sonra da TOFAŞ’a geldiniz… Nasıl bir süreçti bu?

Fortitudo Bologna’da geçirdiğim, aslında iyi bir seneydi. Sadece tek bir sorun vardı; o da kadronun toplam yeteneği, takımın teknik ve idari tarafındaki kabiliyetin çok çok önündeydi. Ve ilk yılın sonunda, bu eksiklik nedeniyle hiçbir hedefe ulaşılamayacağını anladım. Yoksa o takım, kâğıt üzerinde Avrupa’nın en iyisiydi; Carlton Myers, Gregor Fucka, Dominique Wilkins, ben… Ancak bahsettiğim sorunlar nedeniyle bir noktaya varılamadı.

TOFAŞ’tan teklif geldiğinde ise insanlar gelip bana bir şeyler söylemeye çalıştılar; Türkiye’deki basketbol ortamı hakkında korkutucu hikâyeler anlattılar. Bense onlara “Bırakın deneyeyim, hiçbir yere gitmekten korkmuyorum” dedim. Sonra da buraya geldim ve o günden itibaren herkese şunu söyledim: “Türkiye, bu dünyanın en iyi saklanmış sırlarından biri, özellikle de insanlarıyla…” Benim için olağanüstü bir deneyimdi. Bu noktada, TOFAŞ yönetiminin de ayrıca hakkını vermem gerekiyor; özellikle de Efe Aydan’ın, Tolga Öngören’in ve Jasmin Repesa’nın… Oyuncular da aynı şekilde; hepsi çok içten ve yardımseverdi. Herkeste bir şeyler kazanmaya yönelik bir açlık vardı.

Tolga Öngören demişken… Bize bir hikâye anlattı; Texas Boys adını verdiğiniz bir grup küçük çocukla ilgili… Sizden de dinleyebilir miyiz?

Ne zaman TOFAŞ günlerimi düşünsem, aklıma onlar da gelir. Yaşları 8 ile 15 arası değişen -yanılmıyorsam- 16 çocuktular; sigara içen, antrenman ve maçlardan sonra salonun kapısında oyuncuları bekleyip onlardan para ya da forma isteyen sokak çocukları…

Başlarda onlara hep “Hayır” demiştim. Sonra bir gün, onlara “Size para vermeyeceğim ama sizi yemeğe götürebilirim” teklifinde bulundum. Ve bunu yaptık, Bursa’da oldukça lüks bir restorana gittik. İçeri girdiğimizde herkes çocuklara bakmaya başladı. Onlara sahip oldukları en iyi kıyafetleri giyip gelmelerini söylemiştim, “İyi giyinin ve hazır olun, yakalarınız temiz olsun” demiştim. Yine de oradaki herkesi “Bunların burada ne işi var?” dercesine bakmaktan alıkoyamadım.

Sonra her biriyle tek tek konuşmaya başladım, onlara okul hayatlarının nasıl gittiğini sordum. Devamında da bir anlaşma yaptık; küçük bir kulüp oluşturup iki haftada bir bu buluşmayı tekrarlayacaktık ve onlar da bana okulda aldıkları notları, karnelerini göstereceklerdi. Kabul ettiler ve kulübün isminin ne olacağıyla başlayıp kimlerin üye olacağına kadar uzanan bir tartışmaya giriştiler. Onları durdurdum ve isteyen herkesin kulübe üye olabileceğini, kimsenin dışarıda kalmayacağını söyledim. Günün sonunda da sanırım Bursaspor taraftarından esinlenip ‘Texas Boys’ isminde karar kıldılar. Bu benim, nerede olduğumdan bağımsız, toplumdan aldıklarımı topluma geri verdiğim anlardan biriydi. Keşke o çocuklarla hâlâ irtibat hâlinde olabilseydim. Onların yaşamlarını, ilerleyen zamanlarda da pozitif yönde etkileyebilmek isterdim.

1999’daki büyük depremin sonrasında da ziyaretlerde bulunduğunuzu biliyoruz. O günü hatırlıyor musunuz?

Biz o sırada Bursa’da değildik, kamptaydık. Sonra Bursa’ya döndük. Çok üzülmüştüm. Takımdaki herkes hastanelerde birilerini ziyaret ediyordu. O sırada ben de ne kadar insanı ziyaret edebileceksem o kadarının yanında olmaya, elimden gelen yardımı yapmaya çalıştım. Ancak gördüklerim, gerçekten yıkıcı şeylerdi. Sahip olduğu her şeyi kaybeden insanların yüzlerini ve o yüzlerdeki acı ifadesini unutamıyorum. Üzerimde çok büyük etkisi olan zor zamanlardı.

Cüneyt Erden de bize, TOFAŞ’a ilk transfer olduğunuz dönemdeki Slovenya kampından bir hikâye anlattı. Kampta sakatlanmışsınız ve dinlenmeniz gerektiğini söylemişler ama siz “Oynamalıyım çünkü ben bu takıma yeni bir oyuncu olarak geldim ve sahada olmalıyım” demişsiniz. Bu hikâyeyi hatırlıyor musunuz?

Elbette, hem de çok iyi hatırlıyorum. Benim olayım şudur: Sakatlandıysam ve oynayamayacak durumdaysam, bunu söyleyen ilk kişi zaten ben olurum. Sakatlandıysam, sadece yüzde 70-80 kapasitem varsa ama buna rağmen oynayabileceğimi söylüyorsam, oynarım. Benim
için izin günü gibi bir kavram yoktur. Sahaya çıkmamak için, gerçekten çok kötü durumda olmam gerekir. Böyle anların dışında daima sahada olurum, oldum da… Her zaman kendimi takımıma adadım. Daha yolun en başında kendime verdiğim söz buydu. Kariyerim boyunca, kritik anlarda büyük hareketler yapmam beklendi. Ben de genelde iyi iş çıkardım çünkü hazırdım. O hareketlerin her birine önceden çalışmıştım. Emin olun; sahada benden bir şey gördüyseniz, onu daha önce antrenmanda yapmışımdır. Hepsini. Kendimi olasılıklara hazırlamış ve her ihtimale karşı neler yapabileceğimi çalışmışımdır. Maçta da buna göre gerekeni yaparım. Üç sayı mı atacağım, potaya mı gideceğim ya da maçı kazandıran şutu mu kullanacağım? Fark etmez. Nasıl olsa hepsi, her gün, her antrenmanda yaptığım şeyler…

Cüneyt Erden ayrıca “Ben David Rivers’tan çok şey öğrendim. Öncelikle, antrenmanı maç gibi görmeyi öğrendim. David, antrenmanda bile maçta gibiydi” dedi. Bize biraz antrenmanlara bakış açınızdan bahseder misiniz?

Gerçek maçta nasıl olmak istiyorsan öyle antrenman yapman gerekir. Büyüdüğüm çevrede antrenmanlar, gerçek maçlardan üç, hatta beş kat daha zorluydu; çünkü herkes, bir maçta iyi oynamanın yolunun çok daha iyi bir hazırlık safhasından geçtiğinin farkındaydı. Bu yüzden, Cüneyt’in söylediği doğrudur.

O zamanlar Cüneyt, Serkan Erdoğan ve diğer gençlerde çok sevdiğim bir durum vardı; antrenmanlarda daima rekabet istediler. Çünkü oynamaya açlardı. Kaçmadılar. İnatla mücadele ettiler. Rahatlamak istediğim bir an olduğunda, bana daima kendilerini hatırlattılar. Gerçekten çok çok iyi oyunculardı.

Serkan Erdoğan da sizden asla bir küfür duymadığını söyledi, hatta “f.ck” bile demediğinizi ve kimseyle söz dalaşı yapmadığınızı. O takım için tam bir rol modeliymişsiniz…

Bir insana bağırarak, çığlık atarak ya da yüksek sesle bir şeyler anlatmak, benim karakterime uygun değil. Onun yerine, kendimden emin bir şekilde karşımdakiyle konuşurum. Ona saygı gösteririm ve aramızdaki iletişimin verimli olmasına önem veririm. Çünkü onlar benim takım arkadaşım ve her birine ihtiyacım var. Bu yüzden, kariyerimde en çok dikkat ettiğim şeylerden biri, kontrolümü kaybetmemek olmuştur. Gerisi karşımdakine kalmış…

Türkiye’deki ikinci maçınızı, Fenerbahçe’nin ‘Rüya Takımı’na karşı oynamıştınız. Karşınızda da Mahmoud Abdul-Rauf vardı. Siz 37 sayı atmıştınız, Abdul-Rauf da 21… Bu maçla ilgili neler hatırlıyorsunuz?

O maça çok yoğunlaşmıştım. Size bir şey söyleyeyim mi? O herif (Abdul-Rauf), benim gördüğüm en üretken eski tip skorerlerden biriydi. Fenerbahçe maçına da kendisine bir mesaj vermek amacıyla çıktım. Kime karşı oynadığımı çok iyi biliyordum. İstediğim tam da buydu. Bütün düşüncem, onu durdurmaktı. Eğer onu durdurursak takımın geri kalanını da yavaşlatabileceğimizi biliyordum.

Aslında maça başlarken planım, pivotumuz Rashard Griffith’i beslemekti. Kilit parçamızın o olmasını istiyordum. Ama maç, pek de planladığım gibi gitmedi.

Griffith maçı 1 sayıyla tamamlamıştı…

Planı değiştirdim; bu da hücum, hücum ve sürekli hücum etmem demekti Abdul’a karşı. Bu yüzden, Rashard’ı daha çok savunmada kullanmak durumunda kaldık.

Griffith’in de size benzer bir kariyeri var; NBA öncesi ümit veriyordu ama daha sonra NBA’de aradığını bulamayıp Avrupa’ya geldi ve burada çok büyük bir oyuncuya dönüştü. Onu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Onunla birçok anı paylaşmış olmaktan keyif duyuyorum. Rashard’ı alçak postta topla buluşturduğum takdirde, onun smaçla ya da turnikeyle hücumu bitireceğinden ya da en azından faul alacağından emindim. Bugün bile bu yetenekte oyuncu azdır. İriydi, güçlüydü ama koşmayı da severdi. Sahayı bir uçtan diğer uca koşan bir uzun… Hiç kuşku yok ki Avrupa basketbolunun en güçlü ve özel uzunlarındandı.

Son maçınızda, ligdeki final serisinin dördüncü maçında Efes’e karşı oynamıştınız. Tolga Öngören, ABD’ye dönüş biletinizi finalden önce aldığınızı ve maçtan önce ona “Kaybedip Bursa’ya dönmek istemiyorum. Bu seriyi burada kazanacağız” dediğinizi söyledi. Sanırız bu sözlerinizde gayet ciddiydiniz, zira maçı 40 sayıyla tamamladınız ve Bursa’ya dönmediniz…

Evet, bu doğru. (Gülüyor) Kendime güvenimin nedeni, kesinlikle çalışma ahlakıma dayanıyordu. Güvenimin bir başka sebebi de takım arkadaşlarımdı. Neler yapabileceğimizi çok iyi biliyordum. Deplasmanda da olsa o maçı kazanabileceğimizin farkındaydım. Hiç gergin değildim. Bu sözleri de takımın morali yükselsin diye sarf etmedim.

Ben gerçekleri konuşmayı yeğlerim. Gerçek olan da o maçı kazanacağımızdı. İlk yarı gerideydik. Soyunma odasına girdiğimizde herkesin inancı azalmıştı. Ama ben hiç şüphe duymuyordum ve kazanacağımızı biliyordum. Soyunma odasındaki herkesi de buna inandırdım. Harika bir maçtı.

Topu her alışımda ne yapacağımı düşündüğümü ve sahanın neredeyse her yerinden skor ürettiğimi hatırlıyorum. Dört-beş ay önce o maçın özetini tekrar izledim ve “Gerçekten iyi maçmış” dedim. Ama maçtan aklımda kalan en net şey, Efes taraftarının şok olmasıydı. Hepsi donup kalmıştı. Bunu çok iyi hatırlıyorum. Tüm salon şoktaydı.

Peki, TOFAŞ’tan neden ayrılmıştınız?

Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama kalbim kırılmıştı. Hayal kırıklığıydı. İki yıl boyunca her şeyi kazandıktan sonra şirketin şubeyi küçültme haberini aldığımda çok üzülmüştüm. TOFAŞ’la ilişkim hep çok iyiydi; takımı çok seviyordum, yönetimle aramda hiçbir problem yoktu.

Kulüple ilgili haberi ilk duyduğumda bir restorandaydım. Tolga aramıştı. Şok olmuştum. Nedenini sorduğumda, bunun sadece bir yönetim kararı olduğundan bahsetmişti. Yine de bunu hazmetmek pek kolay değildi. Dört yıllık kontratım vardı. Devam etmeyi ve kariyerimi TOFAŞ’ta sonlandırmayı planlamıştım.

Ama hayat böyledir. Devam etmeniz gerekir. Efe Aydan ve Tolga Öngören ile hâlâ görüşüyorum. Bazı eski oyuncularla arada konuşuyorum. Beraber ne yapabiliriz, neler ortaya çıkarabiliriz diye hep tartışıyoruz. TOFAŞ neyse ki tekrar hak ettiği gibi en üst ligde oynuyor. Belki de gelecekte bir iş birliği içinde olabiliriz. Kim bilir?

Peki, David Rivers bugünlerde neler yapıyor?

Bugünlerde teknoloji sektörünün içindeyim. eGlobal Nexus adlı bir şirketimiz var. Üç boyutlu teknolojiler üzerine çalışıp bu teknolojiyi eğitim kurumlarına entegre etmeye çalışıyoruz. İlkokuldan üniversiteye, hatta bazı özel şirketlere uzanan bir uygulama portföyümüz var. Aynı zamanda, aynı şirket altında David Rivers Spor Eğitim Kampları düzenliyoruz. Sadece basketbol değil, diğer sporlar da var programda. Ana amaç; genç insanlara iyi eğitim almanın önemini aktarabilmek. Çocuklara ve gençlere bu konuda yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Bu yazı Socrates Dergi’nin Mayıs 2017 tarihli 26. sayısında yayınlanmıştır. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce