1
“Eğer basketbolla ilgileniyorsanız 20 sene sonra bu maçı nerede izlediğinizi hatırlayacaksınız.” ABD’li spor yazarı Bill Simmons, 11 yıl önce LeBron James’in Detroit Pistons’ı darmadağın ettiği maçın ardından kaleme aldığı yazıya böyle girmişti. Sonrasında da şöyle devam etmişti: “Eğer basketbolla ilgileniyorsanız, Marv Albert’ın bu geceyi ‘NBA play-off tarihinin en iyi performanslarından biri’ olarak tanımlaması size bir anlam ifade edecek. Eğer basketbolla ilgileniyorsanız Barkley’nin heyecandan koltuğunda duramadığı TNT programından keyif alacaksınız. Eğer basketbolla ilgileniyorsanız bu maçı Bird-Dominique düellosunun, The Flu Game’in, MJ’in son şutunun, Magic’in Sky Hook’unun, Mchale’in Clothesline’ının, MJ’in 63 sayısının, Bernard-Isiah düellosunun, 87 All-Star maçının, Suns-Celts karşılaşmasının, Bird’ün top çalmasının, Havlicek’in top çalmasının, West’in yarı saha basketinin, Miller/Spike Lee maçının ve yıllar içerisinde üç ya da dört kelimeyle anlatılan diğer bütün klasiklerin yanına koyacaksınız ve şöyle diyeceksiniz: ‘LeBron’un 48 sayılık maçı.’ Bu kadarı yeterli olacak.”
Haksız değildi. 48 sayılık maçı gerçekten de hatırlıyorum. NBA TV’deki tekrarını, sonucu bilmeyerek ve çarpılarak izlemiştim. Öyle ki salonda babamla oturduğumuz pozisyonları bile hatırlıyorum. O soldaki koltuktaydı, ben ise televizyona yakın olan kanepedeydim. 2003’ten beri LeBron, yaşına bakmadan hatırlanacak işlere imza atmıştı ama mevzu bahis Pistons maçı son çeyrekten itibaren başka bir seviyenin işaretini vermişti. Savunması, disiplini, takım karakteriyle dönemine damga vuran ikinci Bad Boys, tek bir kişiye karşı çaresizdi. Takımının son 30 sayısının 29’una imza atan James, basketbolunun zirvesine çıktığında nasıl her şeyi bir video oyununa çevirebildiğini kanıtlamıştı. Sahada istediklerini alabilmesi için tek yapması gereken sanki tuşlara basmaktı. Herkesten hızlıydı, güçlüydü, biraz daha yukarı sıçrıyordu ve ilk kez bunu böylesine bir hegemonyayla sahaya yansıtıyordu.
Bu son olmayacaktı. LeBron’un benzeri performanslarını daha sonra defalarca izledik ve hep aynı şeyi gördük. 45 sayı, 15 asist, 5 ribaund yaptığı 2012 Boston Celtics altıncı maçı, 3-1’den gelerek şampiyon oldukları Golden State Warriors serisindeki 41 sayılık beşinci ve altıncı maçları, 2012’de 41 sayı, 18 ribaunt, 9 asistle oynadığı Indiana Pacers dördüncü maçı, 2013’te San Antonio Spurs’ü yenerek şampiyon oldukları Game 7. Hepsi, bahsettiğim video oyunu hissini taşıyordu.
Tıpkı 3 Mayıs 2018’deki, yani dünkü, Toronto Raptors maçı gibi.
2
Basketbol karmaşık bir spor. Kaotik, zor, bazı tesadüflere ve şansa çok bağlı. Bir maçın nasıl sonuçlandığını, bir takımın diğerinden neden daha iyi olduğunu açıklamak çok kolay değil. Her zaman mantıklı gerekçeler bulamıyorsunuz. Özellikle play-off gibi ortamlarda bunu yapmak iki kat zorlaşıyor. Zira orada sadece kalite ya da yıldız farkı olmuyor; bir takımın ikili oyunu nasıl savunduğu, zayıf taraftan ne kadar yardım getirdiği, hücumda hangi setleri oynadığı, hangi oyuncusunu normal sezona göre farklı rolde değerlendirdiği gibi teknik meseleler de işin içerisine giriyor.
New York Times yazarı Rory Smith, geçtiğimiz günlerde Zinedine Zidane’ın antrenör olarak üç yılda üçüncü kez Şampiyonlar Ligi finaline yürüyor olmasını analiz ederken bir alışkanlıktan bahsetmişti. Ona göre Pep Guardiola gibi antrenörleri insanların farklı görme sebebi -bariz başarıları dışında- ilginç bir fenomendi. Bu karmaşık oyunu böyle insanların, dahi diye çağrılan teknik direktörlerin, hepimizden farklı algıladığı açıktı. Onlar karmaşayı, kaosu anlayan ve hatta bunu kontrol altına alabilen bireylerdi. Oyuncu yönetimi ve iletişim tarafı güçlü görülen Zidane gibi koçlara nazaran daha fazla saygı görmelerinin sebebi buydu. Şöyle diyordu Smith: “Teknik direktörlerin filozof ve vizyoner olduğu bir çağ bu, artık koçlardan elit sporcuların yeteneklerini bilmeleri, fiziksel seviyelerini artırmaları ve enerjilerini yönetmeleri yetmiyor; onları bir büyük fikrin hizmetine sokmaları da gerekiyor; yani onları sadece bir takım yapmaları kâfi değil, sporculara bir amaç, hikâye ve kimlik vermeleri de isteniyor.”
Basketbolda da aynı durum geçerli. Hepimiz karşılaşmaları izlerken belli başlı düşüncelere, oyun ve eşleşme fikirlerine sahip oluyoruz. Ama iyi yönetilen bir ekibi izlemek bir bilgisayarın satranç oynayışına şahit olmaya benziyor. Zeljko Obradovic gibi efsaneler ya da yeni nesilden Brad Stevens gibi koçlar o gerilim, hengâme, kaos içerisinde doğru hamleleri sakince verebilmeleriyle tanınıyor. Bu yüzden fark yaratıyorlar, bu yüzden seviliyorlar, bu yüzden maça bir takım elbiseliden çok formalı gibi etki yaptıkları düşünülüyor. Dolayısıyla da biraz şaka yollu ve abartılı olsa da 2018 play-off’u konuşulurken “Cavs’in LeBron James’i varsa Celtics’in Brad Stevens’ı var” denebiliyor.
Bir de işin oyuncu tarafı var. Sevdiğimiz koçların sahip olduğu oyun okuma yeteneğine sahadaki esas aktörler sahip olduğunda işler başka bir anlam kazanıyor. Bunun da en çok koçlar farkında. 2016’da altı koçun katıldığı Open Floor programında şöyle bir soru yöneltilmişti: “Karşılaştığınız en zeki oyuncu kim?”. Alvin Gentry, masadaki herkes gibi LeBron örneğini vermiş ve şunu demişti: “Atletizmini, fiziğini, gücünü unutun. Bu adamın inanılmaz bir oyun hissi var.” O hissi farklı mecralarda tıklanma rekorları kıran bir videoda da görmüştük. Eski Philadelphia 76ers yöneticisi Ben Falk’un 2017 NBA Finalleri sırasında hazırladığı ve iki hücum arasında LeBron’un oyun okuma yeteneğini gösteren bir videoda:
3
Toronto Raptors maçı da karmaşık bir sporun nasıl basite indirgenebileceğinin kanıtıydı. 43 sayı, 14 asist, 8 ribauntla maçı bitiren LeBron, karşılaşmanın başında Kevin Love’ı devreye sokmaya çalışıyordu. İlk çeyreğin özü içeri, Love’a doğru indirilen toplardaydı. Zira The King, en değerli takım arkadaşı kendisini bulmadan takımının da geleceğinin çok parlak olmadığını biliyordu. Akabinde ikinci çeyrekte çıktı, rahat bir şekilde skor üretmeye başladı. İstediği zaman bire bir skor üretebileceğinin farkındaydı ama bunu istemiyordu. Çünkü basketbol böyle bir spor değildi, bire beş oynanmıyordu.
Burada da aksiyon, reaksiyonu getirmişti. Üçüncü çeyreğin başında Raptors, iki uzunlu düzenin işlemediğini görmüştü ve Serge Ibaka’yı oyundan almıştı. Yerine şutlarıyla takıma alan açabilecek CJ Miles dahil olmuştu. Bunu gören Cleveland, saniyesinde planlarını değiştirdi. Artık Love da LeBron da görece zayıf bir savunmacı olan Miles’ın üzerine yüklenecekti. LeBron birkaç hücum arka arkaya takım arkadaşını buldu. Sonra ise maçı modern bir klasiğe dönüştüren serüvenine başladı. Raptors onu Siakam ile tuttuğunda hızını kullandı, sırtında Kyle Lowry ya da DeMar DeRozan varken post-up oynadı, OG Anunoby tarafından tutulduğunda ise ya perdede adam değiştirdi ya da geriye çekilerek fadeaway attı. Savunmanın onun yapabileceklerini düşünüp pozisyon almasını hep başka şekillerde değerlendirdi. Şansı, şutunu hissetmesiydi. İkili oyunlarda Jonas Valanciunas ile eşleştiğinde Raptors onun uzunu geçip hızıyla içeri yükleneceğini düşündü. Fakat LeBron burada şaşırtmaca yapıp 2016 Finalleri’nde Festus Ezeli’ye uyguladığını tekrarladı. Onun penetresinden endişe eden ve bunu kapatan savunmayı şutla cezalandırdı. Aynısını normal sezon boyunca defalarca yapmıştı; bir gece Kristaps Porzingis’e, başkasında Taj Gibson’a.
Fakat üçüncü çeyrekle birlikte yaşananları size böyle satırlarla anlatmamın yolu yok. Bill Simmons’ın 11 yıl önce kaleme aldığı gibi, o anları seyrederken aklımda belli başlı düşünceler vardı. En önemlisi de kendime şunu diyordum: Bu anları hatırlayacağız, bu maçı Youtube’da veya NBA TV’de yirmi sene sonra izleyeceğiz. Zira LeBron, Doğu Konferansı’nı ilk sırada bitiren ve tüm ligde normal sezonun en iyi üç takımından biri olan Raptors’a farklı bir şey yapmaya karar vermişti. Her zaman öldürücü olan penetrelerini bir kenara bırakmış, Michael Jordan ve Dirk Nowitzki’den öğrendiği fadeaway’leri denemeye başlamıştı. İlginç olan, hâl ve hareketleriydi. Cleveland’ın 23 numarası deplasmanda, konferans yarı finalinde, güçlü bir rakibe karşı oynadığını unutmuştu ve her pozisyonda bir öncekinden daha zorunu deniyordu. Sanki antrenmanda gibiydi; her fadeaway’inde öncekinden daha geriye yatıyor, topa daha fazla bombe veriyor ve işini daha zor hâle getiriyordu.
4
Bütün bu heyecan içerisinde başka şeyler de zihnime gelip gidiyordu. Bir yandan maçı S Sport mikrofonlarında Orkun Çolakoğlu ile beraber anlatıyordum. Olan bitene onun anlam katmasını izlerken “En azından saçmalamayayım” diyor, sakinleşmeye uğraşıyordum. Diğer yandan da birileriyle konuşmak istiyordum. Saat gece 03:00 olmuştu ama o anlarda sanki herkes ayakta gibiydi. Molalarda, çeyrek arasında spiker dostum Erman Yaşar’la ve üniversiteden arkadaşım Onur Aker’le konuşmamın sebebi buydu. Erman’la whatsapp’tan yazışmamız ve analizlerimiz aşağı yukarı şu şekildeydi: “gdgfggbghfggbgbfbnfghgfghgg.” Bazen daha kısa yazıyorduk: “fgfggff.” Onur’un tepkisi ise başkaydı. Bir yerde, artık işin kocaman bir şova döndüğü noktada şunu söyledi: “YouTube’da Jordan’ın efsane bir maçını izlemek gibi bu.”
Ve Raptors maçı, tıpkı Pistons karşılaşması gibi, böyle bir deneyimi canlı izlemenin farkına dair de bir örnekti. Sporu hâlâ böylesine özel yapan ve onu filmlerden, dizilerden ayıran da aynı şey. Bu yüzden sene boyunca yüzlerce maç izliyor, hayatımızdan binlerce dakika harcıyoruz. Neden? Kolektif olarak bir deneyimi yaşamak, bunu paylaşmak ve gelecekte anlatabilmek için. Sabah kalktığınızda bir şeyin tekrarını izlemek, özetlerine bakmak, istatistiklerini incelemek de güzel ama bu tip anlara canlı şahit olmak bambaşka bir duygu seline yol açıyor. Hemen herkesin LeBron’un 43 sayı, 14 asist, 8 ribauntunu yorumlarken “İstatistik kağıdı sahada yaptıklarını karşılamıyor” demesinin sebebi de bu. Evet, maçta tam 77 sayıya atarak ya da asist yaparak etki etmişti, 28’de 19 şut sokarken 7 tane fadeaway atmıştı, play-off kariyerinde 16. kez 30 sayı-10 asisti (tarihte birinci) 4. kez 40 sayı-10 asisti (MJ, West, Oscar’la eşit) geçmişti ama kırdığı hiçbir rekor, geriye çekilerek attığı şutlardan sonra Toronto’daki havanın sönmesini, rakiplerinin gözündeki paniği, seyircilerin yüzündeki ifadeyi ve LeBron’daki oyun hakimiyetini anlatmıyordu. Bir anda karmaşık, kaotik, binlerce verinin rol oynadığı bir oyunu küçültmüş, basit bir hâle getirmişti.
Olacakların da farkındaydım. Maç biterken bütün internet tek bir kişiye dönüşmüş gibiydi. Lakin birazdan her şey bitecekti ve sabah kalktığımızda yine aynı gürültünün ortasına düşecektik. Biri 2011’de LeBron’un dağıldığı Dallas Mavericks finalini ortaya atacak, diğeri Michael Jordan’la kıyas yapıp Cleveland’ın 23 numarasını eleştirecekti. Bir başkası The Decision diyecekti. Paylaşılan hatıralar yerini kavgaya bırakacak, maçtan etkilenenler de aynı gürültünün içerisinde kendisine yol açmaya çalışacaktı. LeBron da bunun farkındaydı. Dünyanın en sevilen ve nefret edilen birkaç oyuncusundan biriydi ve rakip takımdaki bir kişinin onun kariyerinde ne kadar etkili olduğunu biliyordu. O kişi, Toronto Raptors koçu Dwane Casey. 2011’de LeBron, kariyerinin en kötü final performansını ortaya koyarken Casey rakip Dallas Mavericks’in savunma koçuydu ve LeBron’un zayıf yönlerini ortaya çıkaran etkileyici savunma stratejisini kurgulamıştı. LeBron da o finallere vurgu yapıyor ve “2011’de bu kadar iyi bir oyuncu değildim” diyordu. Dallas serisi onu değiştirmişti.
Basın toplantısını izlerken bir karar aldım. Artık daha fazla yorum okumaya gerek yoktu, en azından bir günlüğüne o tartışmalardan uzak kalabilirdim. Hayatının büyük bölümünü spor izleyerek geçirmiş biri olarak duygulara her şeyden çok önem veriyordum ve 11 sene sonra kendimi farklı bir yerde, aynı duygularla bulduğum için mutluydum. Geriye yapmam gereken tek bir şey kalmıştı. Bir isim bulmak. Zira LeBron’un Pistons maçı 48 sayı olarak tarihe kazanmıştı, efsanevi Boston altıncı maçı 45 ile ifade ediliyordu, 2016 Warriors serisi basitçe “Blok” olarak kodlanmıştı. Pacers’tan Minnesota’ya Golden State’ten Chicago’ya kadar attığı son saniyelerin hepsinin başka hatıraları vardı. Düşünüp taşındıktan sonra Raptors’a yaptıklarını aklıma “LeBron’un fgfggffsggsffdshgddgg maçı” olarak kazımaya karar verdim. Bu bir süreliğine yeterli olacaktır. 20 sene kadar.