25 Aralık 2015, LeBron James için ilginç bir gündü. Cleveland Cavaliers, son NBA Finalleri’nde onları mağlup eden Golden State Warriors ile bu sezonki ilk normal sezon maçını o akşam oynamıştı. Oracle Arena’nın ev sahipliği yaptığı ve uzun süre yakın giden mücadelede kazanan taraf Warriors olmuştu. Bu sıradan bir normal sezon maçıydı ama yine de alınacak dersler vardı. LeBron da bunu biliyordu. Finalde yenildikleri rakipleriyle bir kere daha oynadığı için mutluydu. 25 sayıyla mücadelenin en skorer ismi olmuştu ama şut yüzdesi düşüktü, top kayıpları fazlaydı ve kritik anlarda belirleyici rol oynayamamıştı. Bir gün sonra Twitter hesabından şunları yazdı: “Yenilmemize ve kişisel olarak korkunç bir oyun ortaya koymama rağmen Oracle Arena’daki atmosferde Stephen Curry ve Draymond Green ile mücadele etmek gibisi yok.”
Bu elbette basit bir mesajdan ibaret görünüyordu ama derinine indiğinizde farklı anlamlar çıkarabilirdiniz. LeBron James, 2003’te girdiği NBA’de her zaman pazarlama kültürünün bir numaralı ismi olmuştu. İlk günden kendine “The King” diyen, 18 yaşından beri tarihin en büyükleri ile kıyaslanan yıldız oyuncu bu kültürün kilit parçalarından birinin de rekabet olduğunun farkındaydı. Yıldızlar sık sık en büyük olduklarını ifade ediyor, All-Star maçlarında kendilerini kanıtlamaya çalışıyor, kıyafetleri, ayakkabıları ve çevreleri ile ligin hakimiyetinin kendilerinde olduğunu söylemekten mutluluk duyuyordu. Ve bu ortamda, sizi birkaç ay önceki finalde mağlup eden, üçüncü şampiyonluğunuzu elinizden alan adamları övmek pek de normal değildi. Ama bu seferlik, LeBron’un geçerli sebepleri vardı.
Stephen Curry ve Draymond Green, LeBron James için NBA’deki herkesten daha farklı bir anlam taşıyordu. Kral, 13 yıldır parkelerdeydi ve yeteneği Michael Jordan, Magic Johnson, Larry Bird gibi isimlerle kıyaslanmasını beraberinde getiriyordu. Lige girdiğinden beri geçmişle arasındaki rekabet her şeyden öndeydi. Aynı dönemde onunla birlikte lige katılan Dwyane Wade, Carmelo Anthony gibi isimler onun kadar büyük değildi. Yükselişine başladığı ve yüzük kazanmaya yakın olduğu yıllarda ise Kobe Bryant, Dirk Nowitzki, Tim Duncan, Shaquille O’Neal gibi yaşayan efsaneler kariyerlerinin sonuna yaklaşmıştı. Bazıları zaman zaman LeBron ile karşılaşıyor, onun yüzük hayallerine son veriyordu. Ama hiçbiri gerçek bir rekabet kurulmasını sağlayamamıştı.
Şimdi işler değişiyordu. Hep geçmişle kıyaslanan ve ligin, basketbolun geleceği olduğu söylenen LeBron James, 30 yaşını geride bırakırken kendisine bir rakip bulmuştu. Stephen Curry ilk yıllarında sakatlıklardan çeken, narin, kırılgan ama hayli yetenekli bir görüntü çiziyordu. Ona bakan hiç kimse, NBA tarihinin en büyük şutörü olacağını, hücum istatistiklerini paramparça edeceğini ilk başta tahmin etmemişti. Her şey çok hızlı gelişti. Mark Jackson’ın görevine son verilmesinden sonra takımın başına geçen Steve Kerr, modern basketbolun başyapıtlarından birini yarattı. Golden State Warriors zaman zaman beş kısanın egemen olduğu, alan ve top paylaşımına dayalı hızlı, şiirsel bir takım kurmuştu ve Curry bu başyapıtın mimarları arasındaydı. Her gece birbirinden inanılmaz şutlar sokuyor, Vine ile Instagram’a unutulmaz malzemeler veriyor ve NBA’de kısa adamın hükümdarlığını kuruyordu. Warriors, Kerr yönetimindeki ilk sezonunda şampiyonluğa yürüdü, Curry normal sezonun en değerli oyuncusu seçilmişti, finalde ise bu onur Andre Igoudala’nın oldu. Çok değil, iki sene önce “LeBron’u sevmeyenler için önümüzdeki birkaç sene hayli zorlu geçecek” diyen Iggy, finalde LeBron’u yavaşlatmayı başarmıştı. Kral, altı maçı yüzde 39 saha içi şut isabetiyle 38.8 sayı, 13.3 ribaund, 8.8 asist. 1.3 top çalma ortalamaları ile bitirmişti.
Curry’nin LeBron’e göre esas farklı olduğu alan ise parke değildi. Steph, seviliyordu. Lige büyük bir gürültü ile gelmemişti ve kendisini ‘Kral’ diye çağırmamıştı. Çevresindeki ordu çok daha dardı ve yolculuğun en başında ona dair her şey mütevazı görünüyordu. Babası eski bir oyuncu olmasına ve varlıklı bir çocukluk geçirmesine rağmen Curry’nin hayatı bir underdog hikâyesi olarak görülüyordu. Çocukluğu fakirlik ve zorluklar içerisinde geçen ancak Tanrı vergisi kusursuz bir vücutla donatılan LeBron ise bu hikâyenin kötü adamıydı. Curry sıradan adamın yapabileceklerini simgeliyordu, LeBron ise insanın fiziksel olarak gelebileceği en üst noktanın aslında ne kadar kırılgan tarafları olabileceğini gösteriyordu. Steph ilk günden itibaren onu seçen organizasyonun tatlı, eğlenceli ve sevimli yüzü olmuştu, LeBron ise şampiyonluk ve çok daha iyi bir gelecek uğruna 2010 yazında Miami Heat’in yolunu tutmuştu. Steph, Nike tarafından ikinci plana atılan atletlerden biriydi ve bu yüzden Under Armour’a geçmişti. LeBron ise markanın Jordan sonrası üzerine yatırım yaptığı en büyük ikinci basketbolcuydu. Steph kimsenin ondan bunu beklemediği bir anda süperstar sınıfına çıkmış, ilk yüzüğünü ilk finalinde kazanmıştı. LeBron ise 13 yılı geride kalan NBA kariyerinde iki kez şampiyon olmuş, dört kez final kaybetmişti. Yani, Davut ve Golyat öyküsü hazırdı.
Wilt Chamberlain, 1997 yılında 63 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bir maçta 100 sayı atmış, NBA kariyerinde kırılmadık rekor bırakmamıştı ve kendi iddiasına göre bütün bunların yanında 20 bin kadınla birlikte olmuştu. Basketbol tarihinin belki de tüm Amerikan sporlarının gördüğü en büyük fiziksel güçlerden biriydi, Soğuk Savaş’ın ortasında, Dünya iki kutuplu bir nükleer mücadelenin ortasındayken lige girmişti ve kimilerine göre onun da oyunun sonunu getirme ihtimali vardı. Ancak Wilt, günün sonunda iki şampiyonlukla yetinmek zorunda kalmıştı. Onunla aynı dönemde ligde olan ve aynı kusursuz bedene sahip olmayan Bill Russell’ın ise 11 yüzüğü vardı. İkisi sürekli rekabet hâlindeydi ve medya önünde her zaman da çok iyi anlaşır gibi görünmüyorlardı. Ancak yolun sonunda işleri değişmişti. Rakibinin cenazesinde konuşma fırsatı bulan Russell, kariyeri boyunca savaştığı Wilt’e dair çok duygusal şeyler söylüyordu. Chamberlain ile arkadaşlığının aslında herkesin sandığından çok daha derin olduğunu ve bunu uzun yıllar başkalarından sakladıklarını vurgulamıştı. Konuşmasını şöyle bitirdi: “Şu an konuşamayacak derecede sakatım.”
Bu sakatlık göndermesi, mazilerine aşina olanlar için çok anlamlıydı. 1969 NBA Finalleri’nde Los Angeles Lakers ile Boston Celtics karşı karşıya gelmiş, iş son maça kalmıştı. Bu, Russell’ın son finaliydi. Wilt ise Lakers formasıyla ilk kez bu sahneye çıkıyordu. Yedinci maçın son periyodunda bitime altı dakika kala bacağındaki incinme nedeniyle kenara geldi. Maçı Celtics aldı ve Russell rakibinin son bölümdeki çekilişini hiç unutmadı. Bir üniversitede yaptığı konuşma sırasında konuya dair yöneltilen bir soruya, “Kırık bir bacak ya da belden daha az olan herhangi bir sakatlık oynamaya engel olmamalı” cevabını verdi. Bu, ikilinin rekabetini özetleyen anlardan biriydi.
Wilt-Russell rekabeti NBA’in 60’larını kasıp kavurmuştu. Lig henüz popüler değildi ancak ikilinin rekabeti antik çağın en güzel sayfaları arasındaydı. Basketbol yazarı Bethlehem Shoals’ın ifadesiyle, Wilt nasıl dehşet, acımasız, insanüstü bir yetenekse Russell da basketboldaki soyluluğun altın standardını temsil ediyordu. Ve ona göre Chamberlain, Russell olmak dışında, her şeyi yapmaya muktedirdi. Gerisini Shoals’tan alıntılayalım: “Russell-Wilt rekabeti o günden beri NBA tartışmalarının odak noktası: takım-bireysellik, bencillik-diğerkâmlık, savunma-hücum, efor-doğal yetenek, oyuna sonsuz bağlılık-azalan bir ilgi, sonuç-istatistik ve en sert tarafı, kazanan-kaybeden.” Amerikalı yazar, daha sonrasında 1979’a dönüyor ve Bill Russell’ın kitaplarından birinde yaptığı şu analizi alıntılıyordu: “Herhangi bir başka takım sporunda Wilt ile benim gibi karşıt rollere oturtulan ve farklı teorilerin merkezi yapılan hiç kimseyi tanımıyorum. İnsanlar yapmak istedikleri alakalı alakasız herhangi bir tartışmayı ‘Russell mı Chamberlain mi?’ zeminine taşırdı ve orada her değer ve günah konuşulabilirdi.”
Wilt Chamberlain, NBA’in gördüğü en korkutucu ve büyük bireysel yeteneklerden biriydi. Ama iddialara göre geçimsizdi, iyi bir takım arkadaşı değildi ve bu alanlarda ondan çok daha iyi bir noktada olan Bill Russell’ın şampiyonluklarını uzaktan izlemeye mahkumdu. Buna rağmen Wilt’in en büyük isteği yüzük değildi. İki şampiyonlukta kalsa da kendisini kanıtladığını düşündüğünü röportajlarında defalarca belirtmişti. Daha çok istediği şey, onu yakından izleyen gazetecilere göre, sevilmekti. Görünüşü her zaman insanlarda büyük bir sempati yaratmıyordu ve belki de bu üstünlüğünün imajına zarar verdiğini düşünüyordu. Wilt sevilmek istiyordu ve bu yüzden popüler kültüre kazandırdığı en ünlü söz “Kimse Golyat’ı desteklemez” olmuştu.
LeBron James bunun ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. O da sevilmeyi kafasına hep takan biriydi. Her şeyden önce, 2003’ten beri ayaklı bir pazarlama makinası ve büyük bir basketbol hazinesiydi. 18 yaşından beri en üst düzeyde bu oyunu oynuyordu ve sahada yapılmadık iş bırakmıyordu. LeBron James tarihin gördüğü en dehşetengiz fiziklerden birine sahipti, boyalı alana daldığında ihtiyacı olanı almasıyla meşhurdu, eşine az rastlanır bir pas yeteneği ve saha görüşü vardı, savunmada rakibin en iyi oyuncusunu tutabiliyordu ve bunu gerçekten önemsiyordu. Parkede beş pozisyonu da oynayabiliyordu, bunu kariyerinin en başında anlamasa da gittikçe öğrenmişti. Onunla birlikte herkes de aynı gerçeğin farkına varıyordu.
Ancak yapamadığı bir şey vardı. İmajını kontrol edemiyordu. Erken dönemlerinden itibaren Nike ile çalışıyordu ama onun geçirdiği dönüşümler pazarlamanın her şey olmadığının kanıtıydı. LeBron James, Michael Jordan’dan sonra ligin gördüğü en büyük oyuncu olarak lanse ediliyordu ama hep en çok sevilen isim değildi. Onun kaybetmesinden hoşlananlar vardı, All-Star maçlarını kendi sirkine çevirmesinden rahatsız oluyorlar, stilini sevmiyorlar, James’in asla Jordan gibi takımını şampiyonluklara götüremeyeceğini vurguluyorlardı. Her hatası mercek altına alınıyor, her hareketi haber bültenlerinin, dergi kapaklarının, internet sitelerinin ve ağız ishali olmuş televizyon yorumcularının (Skip Bayless) odağı oluyordu. Bu uğurda haksızlıklara uğradığı oluyordu ama kariyerinin en büyük hatasında kendisinden başka suçlanacak hiç kimse yoktu. ‘The Decision’ ile Miami Heat’in yolunu tutması belki de asla onarılmayacak bir yanlıştı. Bir yıl sonra finalleri Dallas Mavericks’e kaybettiğinde kendisini eleştirenlere dair söyledikleri de aynı ölçüde büyük olmasa da çok aptalcaydı.
Sirk sakinleşmiş, Florida Sahilleri’nde işler yoluna girmiş ve LeBron James 30 yaşını geride bırakırken iki şampiyonluk elde etmişti. Bu, onu Wilt Chamberlain ile aynı cümlenin aktörü yapıyordu. Benzer şekilde bir final kazanan, sekiz tane ise kaybeden Jerry West de yıldız ismin benzetildiği eski efsaneler arasındaydı. Miami Heat’te gerçekten muhteşem sezonlar geçiren LeBron, takım arkadaşlarına güvenmenin, doğru zamanda rol oyuncularını devreye sokmanın ve dışarıdaki gürültülerden uzaklaşıp sadece basketbola odaklanmanın ona getirdiği şeylerin öneminin farkına varmıştı. Büyümüştü, daha olgun tavırlar sergiliyordu ve ikinci yüzüğünün takdim edildiği podyumda, San Antonio Spurs’ü tarihi bir seri ve yedinci maçta elemelerinin hemen ardından, kendisini “Akron’dan çıkan bir çocuk” olarak tanımlıyordu. Ona göre en başta burada olmaması bile gerekiyordu, bu sahne onun çocukluğu için çok imkânsız, çok büyüktü. Ve o an belki de geleceğin ona getireceği şampiyonlukların rüyasını kuruyordu. Yine işler beklediği gibi gitmedi. Bir sene sonra Spurs karşısında sergiledikleri performans tehlike çanlarının çaldığının işaretiydi. Heat yaşlanmıştı ve LeBron için büyük bir fırsat kapıda bekliyordu: Eve dönmek.
Cleveland Cavaliers, LeBron James’in onları terk ettiği günden sonra NBA’in en dibinde kendisine yer bulmuş, bu süreçte Kyrie Irving gibi büyük bir yıldız adayını ve sayısız yetenekli ismi kadrosuna katmıştı. Bu yüzden LeBron’un eve dönüş kararı sadece duygusal değildi, aynı zamanda gerçekçi ve mantıklıydı. Takasla kadroya katılan Kevin Love kadroyu güçlendirecek, Kral basketbol hayatının son altı-yedi senesinde yeni başarıları kovalayacaktı. Bunun yanında, belki de ilk kez, bu kadar çok insanın gönlünü çalmıştı. Herkes, geri dönüş kararına methiyeler düzüyor, ayrılışını büyük bir sirkle ve ESPN yayınıyla açıklarken dönüşünü bir Sports Illustrated mektubuyla duyurmasının ne kadar şık olduğunu ifade ediyordu.
LeBron James ilk kez sevilmeye başlamıştı ama başka bir trajedi bu noktada onu bekliyordu. 2003’ten beri ligin arzu nesnesi olan, çok sevilen ya da nefret edilen ama herkes tarafından her an konuşulmayı başaran LeBron ilk kez gündemin gerisine atılmıştı. Steph manşetlerdeydi ve Golden State Warriors basketbol konuşanların ilk durağı olmaya başlamıştı. Sadece kazanmıyorlar, aynı zamanda eğlenmeyi de başarıyorlardı. Sadece Steph değil, Klay Thompson, Andre Igoudala, Andrew Bogut gibi karakterler de çok seviliyor, sıradan insanların ilgisini çekiyordu. Onlara dair hiçbir şey çok gürültülü, süslü gibi gelmiyordu ve belki de birçokları için bu rahatlatıcı bir şeydi. Warriors’ı izlerken nefes alabiliyor, bu yıl 73 galibiyet-9 mağlubiyet elde ettikleri normal sezon performanslarını izlerken tarihin bir parçası olduğunuzu hissediyordunuz. Onlarda her şey vardı ve gelecek önlerinde uzanıyordu.
Bir de Draymond Green vardı.
LeBron James’in Stephen Curry ile aynı cümlede andığı Draymond Green ilginç bir vakaydı. Steph’in aksine o gerçekten underdog kelimesinin sözlük karşılığıydı. 2012 NBA Draft’inde 35. sıradan seçilmişti ve gözlemciler, pozisyonuna göre kısa olan, biraz da hantal görünen Draymond’ın ligdeki geleceğinin çok parlak olmadığını düşünüyordu. Şutu da elit seviye için yetersizdi. Ancak bu vazgeçmesi için yeterli sebep değildi. Draymond rekabeti çılgınca seven biriydi ve ligde kalmak için sonuna kadar mücadele edebilirdi. Herkesle.
Draymond Green, Mark Jackson’ın Golden State Warriors’ın başında olduğu dönemlerde bir rol oyuncusuydu. Steve Kerr başa geçtiğinde ise şansı dönmüştü. David Lee’nin sakatlığıyla ilk beşin parçası olmuştu, kısalara dayalı bir sistem geliştiren Kerr’ün sisteminde zaman zaman pivot olarak görev yapıyordu ve ‘Ölüm Beşi’ olarak nam salan ve maçların sonunu oynayan beşin bir parçasıydı. Warriors’ı durdurulamaz yapan ikili oyunun diğer tarafı oydu. Stephen Curry topu alıyor, Draymond Green savunmacısını peşine takarak ona perdeye geliyordu ve olasılıklar sınırsız hâle geliyordu. Curry muhteşem bir hücumcuydu ama rakip savunmalar ona ikili sıkıştırma getiremiyordu. Zira pası Draymond’a yollayabilirdi ve oradan sonra her şey aleyhinize dönerdi. Bir tercih yapamıyordunuz çünkü çoğu zaman yapılacak bir tercih yoktu.
LeBron, belki de Curry’den daha çok, Draymond Green’e övgüler yağdırıyordu. Green de onun gibi sahada her şeyi yapabiliyordu, tek ve en büyük farkı her şeyi LeBron’dan bir gömlek aşağıda yapmasıydı. Saha görüşü muhteşemdi, içeri daldığında fiziğinin avantajını kullanabiliyordu, onu idare edebilecek bir şut tehdidi geliştirmişti ve savunmada rakibin beşindeki herkesin karşısında durabiliyordu. Ve bütün bunları LeBron’un asla bulamadığı ve hep özlemini çektiği bir aile ortamında, çok iyi takım arkadaşlarının ve sorumluluk sahibi yöneticilerin ortasında bulmuştu. İkili rakip olmalarına rağmen iyi anlaşıyorlar, kolej futbol maçları üzerine iddiaya tutuşuyorlardı.
2016 NBA Finalleri’nin dördüncü maçı sıradan bir sona sahne olmadı. Seri Golden State Warriors’ın ilk iki maçtaki galibiyetiyle başlamıştı ve herkes 73 galibiyetle noktalanan normal sezonun çok güzel bir playoff serüveni ile taçlanacağını düşünmeye başlamıştı. Sezon ortasında tatsız bir şekilde koç David Blatt’in görevine son veren ve yardımcısı Tyronn Lue’yu takımın başına getiren Cleveland Cavaliers’ın geri dönebileceği ve bir noktada seriyi alabileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Ohio’daki üçüncü maçta Cavs takım olarak iyi bir direnç gösterdi ve durumu 2-1 yaptı. Sonraki karşılaşmada ise senaryo değişecekti. Rakibine “Acaba geri dönebilir miyiz?” sorusunu sorduran Golden State Warriors, Ohio’daki dördüncü maçın son beş dakikasında sezon boyunca gördüğümüz muhteşem ve zalim basketbolunu oynayacak, arka arkaya ikinci yüzüğe ne kadar yakın olduğunu bir kez daha vurgulayacaktı.
Maç biterken fark açılmıştı ve kimse Cavs’in oradan dönebileceğini düşünmüyordu. Ancak yine de LeBron James ve arkadaşları mücadeleyi bırakmamıştı. Ve artık neredeyse her şey bitmişken, ilginç bir şey oldu. LeBron, Igoudala ile Green’in savunmasında maç boyu boğulmuştu ve kendi standartlarının altında bir performans çizmişti. Ve şimdi, bitime gerçekten saniyeler kala Draymond’a takılmıştı. Rakibi yere düşmüş, LeBron ise o anki siniriyle onun üzerinden adımını atmıştı. Green elbette bu fırsatı kaçırmamış, Batı Finali’nde Steven Adams’ın hassas bölgesini tekmeledikten sonra şimdi de LeBron’un aynı noktasına yumruk atmıştı. İkili bu hamlenin arkasından burun buruna geldi. Kavga etmelerine ramak kalmıştı. Maç sonu çıkan raporlar Draymond Green’in karşılaşma boyunca LeBron’a “Bitch” dediğini ortaya çıkarıyordu.
NBA yönetimi, buna kayıtsız kalmadı. OKC serisinde Steven Adams’a yaptığı hareketten ötürü bir maç ceza vermeyen yönetim, bu kez halihazırda veresiye defteri sportmenlik dışı faüllerle dolu olan Green’e yeni bir flagrant yazmış ve bu otomatik olarak bir maç cezayı getirmişti. Draymond’ın olmadığı beşinci maç LeBron James ile Kyrie Irving’in spektaküler performansına sahne oldu, ikili 41’er sayı ile maça damgalarını vurdu. Draymond Green maçı dışarıdan izlemişti ve “Ben olsaydım bunu yapamazlardı” demişti. Bir sonraki maç sahaya çıktı ve bu kez Ohio’da LeBron James 41 sayıyla oynadı.
Daha da enteresanı, bugüne kadar çok fazla antipatik harekete imza atmayan Golden State Warriors bu cezayla birlikte mikrofonlara ilginç sözler söylüyordu. Klay Thompson, Green’in yaptıklarının ligde her zaman yaşanan şeyler olduğunun altını çizerken LeBron James ile hafiften dalga geçiyor ve “Hisleri incinmiş olmalı” diyordu. 80’lerde Los Angeles Lakers forması giyen babası Mychal Thompson ise “LeBron seksenlerde NBA’de olsa tutunamazdı” ifadelerini kullanıyordu. Curry cephesinde konuşan taraf ise Steph’in aşçı eşi Ayesha olmuştu. O da LeBron’a dokunduran taraftı. Warriors’tan Marreese Speights “Artık ona olan saygımı kaybettim” şeklinde yorumluyordu durumu. Warriors ilk kez cool görünmüyordu. Serinin gerginliğiyle birlikte sinirleri bozulmuştu ve bütün bu açıklamalar Cavaliers’ın geri dönüşünü çok daha sempatik ve anlamlı kılıyordu.
LeBron James yeniden sevilmeye başlamıştı. Yani, galiba. Ne yaparsa yapsın, 2003’ten beri onun peşinde dolaşan benim gibiler, her işareti böyle yorumlamaya başlamıştı. Cleveland kenti 52 yıldır sporda şampiyonluğa açtı ve ‘lanetli şehir’ damgasını üzerinden atmak istiyordu. LeBron ise kariyerinin düşüş dönemine girdiği yorumlarının yapıldığı bir dönemde hayatının basketbolunu oynuyordu. Heat’teki son sezonuyla birlikte kaybettiği orta mesafe ve dış şutlarını yeniden bulmaya başlamıştı ve neredeyse oyundan hiç çıkmadan tek kişilik resitaller sergiliyordu. Bunu topu sürekli elinde tutarak yapmıyordu, bulduğu her fırsatta takım arkadaşlarını oyuna sokmaya çalışıyor, onlara liderlik etmeye çalışıyordu. Bazen JR Smith sahneye çıkıyor, bazen bütün kontrol Kyrie Irving’e geçiyordu. Tristan Thompson boyalı alanı arkadaşları için karartıyor, Kevin Love hücumdaki kötü oyununa ve yavaş ayaklarına rağmen savunmada her top için mücadele ediyordu. Seri ilerledikçe takımda roller oturmuştu ve Tyronn Lue da bu dönüşümde hak ettiği krediyi almaya başladı.
Sonra yedinci maç geldi ve bu yazı yazılmadan az evvel sona erdi. O yüzden yaşananların son perdesini sıcağı sıcağına anlatmak, kelimelere dökmek benim için kolay değil. Kimse için de kolay olduğunu sanmıyorum. ‘Game 7’ geleneğinin dışında bir oyunun ortaya konduğu, baştan sona muhteşem bir mücadeleye sahne olan maçı Cleveland Cavaliers dört sayı farkla kazandı. Bütün serinin sonunda iki takım arasındaki toplam fark da bu sayıydı. Belki her maç son topa gitmemişti, çoğu zaman iyi başlayan taraf maçları baştan sona domine ederek farklı galibiyetler elde etmişti ama son noktada seri birbirine yakın güçlere sahip olan iki takımın en ufak detaylara kadar savaştığı ve her şeyini verdiği bir arenaya dönüşmüştü. Bir spor yazarı, bir basketbolsever ya da televizyonda geçerken maça rastlayan herhangi biri olarak bundan daha iyisini bekleyemezdiniz.
Şampiyon Cleveland Cavaliers. Bu gerçekten kulağa çok garip gelen bir cümle. Sezon başında, LeBron James’in tweetiyle noktalanan o ilk maçtan sonra Cleveland bir kez daha Warriors’ın karşısına çıkmıştı. 18 Ocak’taki maç, Cavs’i destekleyen herkes için unutulması gereken bir duraktı. Golden State Warriors rakibini darmadağın etmiş, karşılaşma 34 sayı farkla noktalanmıştı. Belki de o gün David Blatt’in görevinin sonuna geldiği anlaşılmıştı. Karar hemen açıklanmamış, nihai kovulma haberini duymak için birkaç gün daha beklemek gerekmişti.
O günlerde, kimse bugünleri hayal etmiyordu. Bu yılki NBA playoffları başladığında da herkes Warriors’ı favori olarak gösteriyor, zayıf Doğu Konferansı’nda zorlanmadan finale yürüyen Cavaliers’ın rakibinden dört maç almasını imkansıza yakın gösteriliyordu. Fakat biraz şans, biraz da koç Lue’nun kararları bu süreçte Cavs’i değiştirmiş, ortaya Warriors tipi basketbol oynayan, tempoyu ve alan paylaşımını önemseyen bir takım çıkmıştı. LeBron takımın Draymond Green’i olmuştu ve en ihtiyacı olduğu anda yanıbaşında Stephen Curry’sini bulmuştu. Kyrie Irving ruhsuz başladığı NBA Finalleri’nin ilk iki maçından sonra değişmiş, nerede ihtiyaç duyulsa orada takımına destek olmuştu. Sorumluluk alıyor, en kritik yerde şutunu sokuyor ve genç yaşına rağmen büyük bir lider olacağını kanıtlıyordu. Şampiyonluğu getiren iki pozisyondan birinde de onun imzası vardı. Bitime 1 dakikadan az bir süre kala sağ çaprazdan üçlüğü sokmuş ve finalin seyrini değiştirmişti. Her şeyi değiştiren öbür hareketin kahramanı ise LeBron’dan başkası değildi. Her şeyi değiştiren öteki hareket savunmada gelmişti.
LeBron James basketbol için her zaman geçmişi ve geleceği simgeliyordu. Lige girdiğinden beri ensesinde mazi vardı ve sürekli şu soruların muhatabı oluyordu: Jordan kadar kazanabilecek mi? Magic gibi top dağıtabilecek mi? Russell gibi lider olabilecek mi? Gelecek de bu cümlelerde gizliydi. Herkes LeBron’un geleceğini merak ediyor, onun çıkabileceği en üst noktayı hayal ediyor ve oyununun ilerleyen yıllarında onun gibi isimlerin mi bu oyuna egemen olacağını merak ediyordu. Lisede çıkan yeni yeteneklerin çoğu “Yeni LeBron” damgasıyla tanışıyordu ve tamamına yakını da bu apoletin altında eziliyordu.
Şimdiki zaman ise bu süreçte hep unutuldu. LeBron James’in oyunu, kendi hatalarının da etkisiyle, yüzük hesaplarının ve legacy tartışmalarının merkezine alındı ve şu anda, burada yaptığı her şey göz ardı edildi. Heat’te kazandığı şampiyonlukların bunu dindireceği düşünülmüştü. Olmadı. Heat’teki son sezonunda Spurs’e, Cavs’teki ilk sezonunda ise Warriors’a kaybetmesi onu yeniden geçmiş ve gelecek tartışmalarının içerisine soktu. LeBron James’in kaybettikleri kazandıklarından daha çok hatırlanıyordu ve adı Jordan-Magic-Bird-Russell grubundan çok Wilt-West-Robertson gibilerle anılıyordu. Muhteşem bir yetenekti ama bu yetenek ona her zaman zaferler getirmemişti. Gelecek ise artık Stephen Curry’ye aitti. Curry kendisi gibi fiziğe sahip olan milyarlarca insana “Yapabilirsiniz” ilhamı veriyordu. İsteseniz de LeBron olamayabilirdiniz ama Curry gibi oynamak mümkündü. Çalışarak, tutkuyla oyuna bağlanarak, sürekli deneyerek ve kendinize inanarak.
Sonra blok geldi. Hiçbir zaman çarpıcı bir skorer olmayan ama her zaman çok iyi bir takım arkadaşı olan, ekibinin ihtiyacı olan ne ise (sayı, blok, top çalma, asist, ribaund, savunma) o an bunu parkede yapabilen LeBron James, 2015-16 NBA Final serisinin yedinci maçının bitimine 1 dakika 51 saniye kala hızlı hücuma çıkan Warriors oyuncularını kovalıyordu. Curry ikiye bir hücumda topu sağından gelen Igoudala’ya bıraktı. Bu basket, Golden State Warriors’a ikinci NBA şampiyonluğunu getirebilirdi. Top Iggy ile buluştuğunda üçlük çizgisinden içeri daha yeni girmiş olan LeBron ise takibini sürdürdü ve muhtemelen, ya da kesinlikle, tarihin en ünlü bloğunu yaptı.
Kyrie Irving’in maç kazandıran üçlüğü, bu anın hemen arkasından geldi. Warriors son beş dakikada hücumda istediğini bulamıyordu ve sürekli boş dönüyordu. Kyrie’nin şutundan sonra top Curry’nin ellerine geldi. Karşısında Kevin Love vardı ve MVP, sonuna kadar boş bir şut bulmak için çabaladığı hücumda kaçıran taraf oluyordu. Dönüşünde, bu kez Kyrie, ortaya saldıran LeBron’u topla buluşturdu. Maçın ve serinin bittiğini ilan eden smaç Kral’dan gelebilirdi ama Draymond Green’in sert müdahalesi buna engel oldu. Serbest atış çizgisine gelen LeBron faullerinden birini sayıya çevirdi. Cleveland Cavaliers tarihteki ilk şampiyonluğuna ulaştı.
Maçtan sonra herkes aynı kelimeyi yazıyordu: Blok. Maçın fotoğrafı, NBA’in 3-1’den dönmeyi başararak şampiyon olan ilk takımına yazılan övgülere eşlik ediyordu. Kimileri ise sonda LeBron’un gerçekleşmeyen smacının çok daha kusursuz bir son olabileceğini savunuyordu. Ben bundan emin değilim. Bu benzersiz kariyer, çok farklı duraklardan, inişlerden ve çıkışlardan geçerek buraya geldi ve bu noktada, en büyük başarısını elde eden LeBron’u simgeleyen fotoğraf başka herhangi birinin yapabileceği ve hücuma ait olan bir smaç olmamalı. Blok, çok daha güzel bir özet.
Şimdi, kimileri bu zaferin LeBron James hakkında yapılan bütün tartışmaları sonlandıracağını düşünüyor. Belki de gerçekten öyle olur. Şu an bu gerçekten çok da önemli değil. LeBron James, artık ölümsüz ve şimdi, geçmişten ve gelecekten daha fazla konuşacak şeylerimiz var. Birinci Dünya Savaşı da “bütün savaşları bitirecek savaş” olarak yaftalanmıştı. Sonra ne oldu? 100 sene sonra hâlâ savaşmaya devam ediyoruz. LeBron James’in kariyeri de burada bitmeyecek. Ama bir çağ kapanmış olabilir. Ve Kral, belki de ilk kez bu kadar çok seviliyor. Sadece kazandığı için değil, kazanırken yaptığı her şey, verdiği tüm mücadele için. LeBron belki de ilk kez geçmiş ile gelecek arasında kalmaktan kurtuldu. Artık şimdi var. Artık blok var.