Koşmak insanın doğasına kaçarken mi yoksa kovalarken mi yerleşti emin değilim. Benim için fark edeceğini de sanmıyorum. Zira koşarken hayallerimi kovalıyor, saçmalıklardan kaçıyorum. Murakami’nin, Koşarken Nelerden Bahsediyorum adlı romanını –ki o güzel ismin Türkçe’ye çevirince kuşa dönmesi çok yazık– okumadan önce de böyleydim. Ama tek başıma olmadığımı 60 yaşına yaklaşan bir adamın kaleminden anladım.
Hiçbir zaman çok kilolu biri olmadım ama 1.73’lük boyumla, 80 kiloyu gördüğümde çeşitli uzuvlarıma “Ya beyler bir dakika” demiştim. Göbeğimi bir tepsi olarak kullanabilmek, aslında sessiz bir “Artık yeter” çağrısıydı. İdeal kilomun ne olduğu önemli değildi, zira amacım o anki kilomdan kurtulmaktı.
İşin keyfini almadan önce sadece eşofmanı giyip akşam içeceğim ekstra bir biranın, ya da önceki akşam yediğim ikinci waffle’ın telafisini koşuyordum. Tempo neymiş, ayakkabım uygun mu, ne giymem gerekir, kaç kilometre koştum gibi soruların cevabı yoktu. Zira ben o soruların sorulması gerektiğini bile bilmiyordum. Koşarken kafamda tek bir şey vardı: “Gidince bir ‘x’ daha yiyebilirim.”
Koşmanın en güzel yanlarından biri günbegün kendi gelişiminize tanık olmanız. İki kilometreyi 17-18 dakikada koşan bir insanken birkaç ay içerisinde çoğunlukla görüp özendiğiniz vücuda sahip, tempolu ve süper gözüken ekipmanlarla koşan insanlara evrilmek hakikaten inanılmaz kolay. Dalga geçmiyorum, anlatayım.
Haftada 3-4 gece, evime 500 metre uzaktaki parka gidip koşma rutinine girdiğim ilk zamanlarda, yukarıda da dediğim gibi en ufak bir mesafe, tempo ya da teknik dikkatim yoktu. Çıkıp 10 tur koşuyordum, eve gelip muhtemelen koştuğumdan daha fazla yiyor, her şeyi geri alıyordum. Bir bahar temizliği sırasında bulduğum eski usul kronometre değiştirdi bu gidişatı. O 10 turu ne kadar zamanda koşuyordum, onu merak ettim. Ben 5 kilometreyi aşağı yukarı yarım saatte koştuğumu sanıyorken, Google Earth’ten mesafesini hesaplayıp, eski usul kronometremle zamanını ölçtüğüm parkurum bana “Abi sen 2 kilometreyi 20 dakikada koşuyorsun be” diyordu. Sinirlendim. Bu sefer eve dönüp herhangi bir ‘x’ yemek yerine bilgisayarın başına oturdum ve Google’a “How to run faster” yazdım. Google’a annem gibi soru sorduğum için sinir katsayım biraz daha yükseldi ama izlediğim ve okuduğum şeyler her şeyi düze çıkardı.
Aslında sinirlenecek bir şey yok. Koşmanın doğası bu. Önce sadece ve yavaş koşarsınız, sonra kaç dakika, ardından kaç kilometre, o kilometreyi hangi tempoyla, o tempoyu hangi şartlarda koştuğunuzu merak edersiniz ve gün geldiğinde penye tişört, pazar eşofmanı ve kronometreyle başladığınız koşuya kalori ölçer, ter bandı, profesyonel koşu ayakkabısı ve koşu ekipmanıyla devam edersiniz. Gelişiminizin hızlı ya da yavaş olması çok önemli değildir, geldiğiniz yerse aşağı yukarı hep aynıdır.
Gelişirken bir şeyler izlemek ya da okumak gerek, katılıyorum. Koşuyla ilgili olarak dergilere abone oldum, Youtube kanallarında çok zaman geçirdim. Ne yenir, ne zaman yenir internetten ezberledim. Hepsine evet, ancak koşan biri sanıyorum en çok kendinden öğreniyor. Ne yapmam gerektiğini, ne zaman yemem gerektiğini, ne kadar yemem gerektiğini vücudum bana anlatıyor. Deneme yanılmadan daha iyi bir yöntem yok kısacası koşarken.
Başladığımdan bu yana iki yıl geçti. 80 kilodan 68 kiloya indim. Artık haftada en az 25 kilometre koşuyorum. Başlarken 2 kilometreyi 20 dakikada koşuyordum, şimdiyse 5 kilometre rekorum 20 dakika civarı. En başta ‘ne kadar koşu o kadar sandviç’ düsturunu benimserken, şimdi gün içinde kaç gram karbonhidrat, yağ, lif ve protein aldığımı bilerek yaşıyorum. Yağ oranım yüzde 18’lerden 10’lara geldi. İki senedir neredeyse hiç hastalanmadım. Sadece spor için değil, yaşamak için neyi ne zaman yapmam gerektiğini, vücuduma nasıl bakmam gerektiğini öğrendim. Sakinim. Sinirlendiğim, hayal kırıklığına uğradığım, umutsuzluğa kapıldığım zaman çıkıp koşuyorum, hepsi geçiyor. En gurur duyduğum şey de tüm bunları haftada en az 2 günü en sevdiğim şeyi yaparken, litrelerce bira içerken yapabildim. Neredeyse hiçbir şeyden vazgeçmeden yaptım her şeyi.
Koşmak zor değil. Murakami’nin dediği gibi, koşarken zorlanmak çok doğal, ancak koşarken acı çekmek tercih meselesi. Acı çekmemeyi tercih ettiğinizde yepyeni bir insan oluyorsunuz.
*Vodafone İstanbul Maratonu ile ilgili detaylı bilgi için buradan.
Ozan Can Sülüm, 1990 yılında, İstanbul’da doğdu. İlkokuldan lise bitene kadar hentbol oynadıktan sonra kısa bir süreliğine spordan nefret edip bıraktı. Üniversitenin ilk yılında Eurosport’a girince anlatmaktan spor yapmasına zaten vakti kalmadı. 2013 yılının soğuk bir kış akşamında çay fincanını göbeğinin üstüne koyabildiğini fark edince spora geri dönmeye karar verdi, o günden beri koşuyor. 5, 10, 15km’leri denedi, bir gün maraton koşabileceğine inanıyor.