Günümüz spor dünyası teknolojinin izinden hızla koşturmakla meşgul. Neredeyse tüm spor dallarında teknoloji giderek hakimiyet kuruyor. Özel ölçüm yöntemleri, hafif ayakkabılar, her ne kadar yasaklanmış olsa da köpekbalığı mayoları, aerodinamik kıyafetler ilk akla gelen şeyler. Bu gelişmelerin insan fizyolojisinin sınırlarını da bir parça daha da öteye taşıdığına dair şüphe yok. Ancak dünyada bu teknolojik gelişmelerden etkilenmeyen ender sporlardan biri yağlı güreş. Belki de yağlı güreşin olimpiyatları denilen 654. Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nde kendimi Kolezyum’da yapılan bir gladyatör dövüşünü izler gibi hissetmem de bundan.
Ancak güreşleri anlatmadan önce etkinliğin ortamını anlatmak daha doğru olacak. Güreşlerin yapıldığı Sarayiçi’ne girer girmez farklı ve bir o kadar gerçek bir dünya ile karşılaşıyorum. Burası tamamen erkeklere ait bir dünya. Kadınlar elbet içeride varlar ancak sayıları oldukça az. İlk dikkatimi çeken dünyanın en büyük beyaz atlet topluluğu. 40 dereceye varan sıcaklarda gömleklerini göbeklerine kadar açmış, çeşitli firmaların dağıttığı ve kafalarına bi’ boy ufak gelen şapkalarıyla amcalar ortalıkta dolaşıyorlar. Hava bunaltıcı. Ramazan nedeniyle güreşlerin Temmuz sonuna alınmasından kimse pek memnun değil. Ortam bu kadar testosteron yüklü olunca yemekler de aynı oranda maskülen oluyor. Kırkpınar’ın en rağbet gören yiyeceği kuzu çevirme. Kurulan açık hava lokantalarında, güreşler arasında gırnatalardan çıkan Trakya nameleriyle kuzular ve kadehler birbirine eşlik ediyor. Bir Edirneli dostumun zamanında söylediği “Bizim orada vejetaryeni hayvanın pirzola gibi bölgesi sanıyorlar.” lafı aklıma geliyor.
Sadece bir spor karşılaşması olarak değil, günler süren bir panayır alanının temel unsuru olarak görmek etmek lazım Ermeydanı’nı. Zaten tarihsel olarak başlangıcı böyle tüm yağlı güreşlerin. Osmanlı döneminde kurulan ve günümüz ticaret fuarlarına karşılık gelen panayırlarda bu güreşler halkı eğlendirmek amacıyla yapılıyor. Kırkpınar güreşleri ise bunların en büyüğü ve zamanında kurulan ağalık sistemi nedeniyle maddi olarak da en okkalısı olduğundan alıp yürüyor şanı. Para olunca doğal olarak katılım da sporcu bazından elitleşiyor ve yüzyıllar süren bir gelenek ortaya çıkabiliyor. Günümüzde panayırlık pek durum kalmadığı için de Kırkpınar ağırlıklı olarak bir spor organizasyonuna dönmüş durumda.
Ermeydanı’na ilk gelişim olduğundan nerede ne var pek bilemiyorum. Keşfe başlıyorum. “Pehlivanlar Kapısı”nın önünde buluyorum kendimi. Kıspet giyen, bir sürü güreşçi girip çıkıyor. Kimi tek başına kimiyse çevresinde bir grup insanla hareket ediyor. Başaltı ve başpehlivanlar yağlı güreş dünyasının rock yıldızları gibiler. Bir pehlivanın boyu(yağlı güreşteki siklet) arttıkça ekibi de genişliyor. Bu arada insan başaltı ve başpehlivanların arasında kendini bar kapısında korumalara dert anlatır gibi hissediyor. Pehlivan heybeti denilen şeyi yanından geçince anlıyor insan.
Kazananın her yerde çevresi kalabalık oluyor ama bir de kaybedenler var. Özellikle ilk turlarda elenip umutlarını erkenden Ermeydanı’na bırakanlar Pehlivanlar Kapısı’nın hemen yanındaki duvarın dibinde oturuyorlar. Bireysel sporlarda kayıp daha travmatik oluyor mudur acaba diye düşünüyorum. Sonuçta ihaleyi bırakabileceğiniz takım arkadaşları yok. Tüm sorumluluk sporcuda. Özellikle Türkiye’nin çeşitli yerlerinden biraz adını duyurmak için gelen genç pehlivanların mağlubiyet sonrası halleri insanı oldukça hüzünlendiriyor.
Ermeydanı’nın içine geçiyorum. Hakem kulesininde bir süre vakit geçirme imkan yakalıyorum. Burası Kırkpınar’ın belki de en stratejik yeri. Tüm önemli kararlar bu kulede veriliyor. Pehlivanlar bu kule önünde tüm itirazlarını, şikayetlerini hatta kavgalarını yapıyorlar. Bu nedenle aslında Ermeydanı’ndaki tüm sevinçlerin, hüzünlerin, coşkunun dolaylı merkezi burası. İçeride onlarca hakem bulunuyor. Özellikle eleme safhasında Ermeydanı’nda çok sayıda güreşin takip edilebilmesi için bu mecburi bir durum.
Ardından saha içine geçiyorum. Basın mensupları, zevk için fotoğraf çeken amatörler, antrenörler, güreşçilerin sucuları, takım arkadaşları saha kenarına dizilip güreşleri izliyorlar. Sürekli kafamın üzerinden su şişeleri geçiyor. Ortalıkta protesto edilecek bir durum da yok diye düşünürken güreşçilerin bu suları alıp kafalarından aşağı döktüğünü veya içtiğini farkediyorum. Seyirciler sıcak altında güreşen güreşçilere böyle desteğini gösteriyormuş. Zaten bir güreş durduğunda veya sonlandığında kazanan kaybeden farketmiyor ve saha içine koşarak dalan güreşçinin takımı suları sporcunun kafasından aşağı dökmeye başlıyor.
Kırkpınar’la ilgili söylenmesi gereken en önemli şeylerden biri de seyirci faktörü. Güreş seyircisi desteklediği güreşçi bile olsa kaçak/pasif güreşe kesinlikle tahammül göstermiyor. Taraf olmak yerine iyi güreşeni destekliyorlar. Yanlış bir şey gördüklerinde bu eski başpehlivan bile olsa hemen ıslıklar, yuhalamalar gelmeye başlıyor. Bizim ülkemizde spor kültürü genelde taraf tutma üzerine kurulu olduğu için bu tip bir taraftarlık alışık olmadığımız bir yaklaşım. Belki de yağlı güreşin ülkede yeterince izleyici bulamamasının temel nedenlerinden biri de kör taraftarlığa izin vermeme durumu olabilir.
Tüm bu curcuna içerisinde farklı boylardan güreşçiler Ermaydanı’na gelip gidiyorlar. Kimi kazanıyor, kimininse göbeği gök kubbeyi görüyor. Her boyun şampiyonu sırasıyla belli olduktan sonra Kırkpınar’ın beklenen anı gelip çatıyor. Baş Pehlivanlık güreşi öncesi cazgırlar Türk’e kefen biçenin başına neler geleceği, ülkemiz üzerine oynanan oyunlar ve Türk’ün bükülmez bileği üzerine çeşitli barış(!) dolu maniler okuyorlar. Ardından protokol gereği takım elbiselilerin Ermeydanı’na kısa işgali başlıyor. Neyse ki o da kısa sürüyor ve pehlivanlar peşrevlerine başlıyor.
Puanlaması, altın puanlaması derken baş pehlivanlık güreşi 1 saat sürüyor. Orhan Okulu 3 eski baş pehlivanı sırasıyla yenerek 654. Kırkpınar Baş Pehlivanı oluyor.