Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolSözlü TarihKelebek Etkisi

Efes Pilsen, 22 yıl önce bugün kazandığı Koraç Kupası ile ülke basketbolunun dönüm noktalarından birine imza atmıştı. Kahramanları anlatıyor.

Hazırlayanlar: Ali Emre MazlumoğluEfe Can ErtekinSercan Yazgan

Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm kitabında “Yerleşmiş bir toplumda, sürüden ayrılma hakkını korumak gerekli” diye yazmıştı. Kısaca yerleşik anlayışla yetinmeyip onu dönüştürmek isteyerek, ondan özsel bir kopuş yaşayanların önünün açılması gerektiğini vurguluyordu. Polanyi bu kelimeleri kâğıda geçirdiğinde yıl 1944’tü. Bundan yıllar sonra Türkiye’den bir takım, takım sporlarında Avrupa’nın zirvesini Kaf Dağı’nın ardı olarak gören anlayışa karşı çıktı. Önce epey bir yalnızdılar, hayal etmeye başladılar. Sonra giderek büyüdüler. Torino’da Avrupa’nın en iyi takımlarından biriyle final oynayıp sadece son topla kaybettiklerinde artık o küçük kulüp odasında kurulan hayaller çığ gibi büyüyerek bütün Türkiye’nin hayallerine dönüştü. Kelebek ilk kanadını çırpmıştı.

1995-96 sezonu başlarken Efes Pilsen, Avrupa’nın zirvesine doğru yolculuğa çıktı. O yol boyunca, oldukça yetenekli bir yazarın elinden çıkmış bir serüven gibi sayısız zorlukla karşı karşıya kaldılar. Son saniyede mucize bir basket, büyük geri dönüşler, rakip tarafından kaçırılan smaçlar ve her spor hikâyesinde olduğu gibi tüm bir sezonun acımasız bir şekilde yoğunlaşarak tek bir anda birleştiği; Murat Evliyaoğlu tarafından kullanılan o serbest atış…O kupa basketbolda bir kelebek etkisine neden oldu. Koca bir ülkeye bu sporu sevdirmekle kalmadılar, o sporun kendisini hem taktik hem de zihinsel anlamda değiştirdiler. Yerleşik anlayışın dışına taşarak, onu dönüştürdüler. Başarılı antrenörler ve yine ilkleri gerçekleştirecek oyuncular yetiştirdiler. Efes Pilsen, Koraç Kupası’nı kaldırdığında yıl 1996’ydı ve artık Avrupa basketbolu da yeni ve güçlü bir aktörle tanışmıştı.

Ufuk Sarıca: Her şey 1993 yılında kaybetmemize rağmen Aris’e karşı oynadığımız finalle başlamıştı. Ben o zaman 20 yaşındaydım. 20 yaşındaki bir insana bunu yaşatıp sonrasında hayal kurma ihtimali verilince iş çok daha farklı oluyor.

Murat Murathanoğlu: Bence Aris finalinden önce Naumoski’nin gelmesiyle başlamıştı her şey. Belki Jugoplastika’da çok süre alamıyordu ama oradan edindiği ‘kazanma kültürünü’ Efes’e taşımıştı. Naumoski’yle birlikte takıma güven gelmişti.

Oktay Mahmuti: Naumoski’den bir yıl önce Türkiye’ye gelmiştim. Efes, onu takıma katmak isteyince telefonla ulaştım kendisine. İlk başta gelmek istemedi. Ama bir süre sonra İstanbul’a gelip burayı görünce, fikri değişti.

Petar Naumoski: Aydın Abi şahit, ben anlaşma yapıyordum Efes Pilsen’le. Yönetimin önerdiği sözleşmede sadece ilk turda prim vardı. İkinci tur, çeyrek final, final için neden primin olmadığını sordum. O zaman yönetimde Pano Natof vardı. Bana “Ne kadar istersen o kadar yazabilirsin” dedi. “Neden öyle söylediniz?” diye sordum, “Çünkü biz ilk turu hiç geçemedik” dediler. Sonra biz finale çıktık. İnanılmaz bir şeydi. O final hedefleri büyüttü tabii.

Ergin Ataman: Aslında gelecekte yaşanacak şeylerin sinyallerini, Torino’da Aris’le oynanan final maçında vermişti Efes Pilsen. O tecrübeyle daha sonra Euroleague’de hep üst sıralarda, hep ilk sekizin içerisinde yer aldı.

Petar Naumoski: Torino’daki finalin son saniyesinde ben iki sayılık bir şut atmıştım, girse uzatmaya gidecekti. Maalesef girmedi. Maçtan sonra çok üzülmüştüm. Ama oradan 1996’ya taşınan bir tecrübe vardı.

Ufuk Sarıca: Maç sonunda yenilince tabii üzgün bir şekilde bench’e geldik, kendi aramızda konuşuyorduk. Bir anda Aris’li taraftarlar bizim bench’in önüne gelerek taraftarlarımıza hareketler yaptılar.

Volkan Aydın: Larry Richard hareket yapan bir taraftara yumruk attı. Sonra birkaç kişi de bizim bench’e saldırmaya başladı. Bench’in orada içinde kola ve su şişelerinin olduğu buzdolapları vardı. Bir kısmımız onların arkasına saklandık ve onlara doğru bir şeyler fırlatmaya başladık.

Ufuk Sarıca: Ortalık karışınca kendimizi savunmaya başladık. Bench’in arkasındaki camla korunmaya çalışıyorduk, ellerimizde sandalyeler vardı. Saldıranları uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Sonra bulunduğumuz yerin oradaki kapıdan çıktık hemen.

Volkan Aydın: Kapıdan çıkıp biraz ilerleyince bir anda kendimizi yine Aris’li seyircilerin karşısında bulduk. Şanslıyız ki onlar fark etmeden arkamızı dönüp hızla uzaklaştık, soyunma odasına zor attık kendimizi. Tabii onlar kupayı aldıkları için sevinçliydiler. O boşluktan yararlandık.

Tamer Oyguç: O olaylı finalden sonra Avrupa’da en iyi kulüp olabileceğimizin farkına vardık. Aslında takım olarak herkes kadar iyi olduğumuzu anladık.

Murat Murathanoğlu: Aris maçından önce ‘Aris’le oynuyoruz, finalde rezil olabiliriz’ düşüncesi vardı. Ama o maçtan sonra ‘bir düdükle, belki bir şutla maçı kaybettik, daha iyisini de yapabiliriz’ diye düşünmeye başladık.

Petar Naumoski: O finalden önce Türkiye ile Yunanistan’ın arası çok kötüydü. Bana gelip, “Bizim oyuncular korkabilir. Yine de mümkün olduğunca az farkla yenilmeliyiz. Çok fark yersek Türkiye’ye dönemeyiz” demişlerdi. Yani herkes maçın öncesinde yenilmeyi kafaya koymuştu. Şaşırmıştım. Tabii maç son topa kadar gidince o düşünce yıkılmış oldu.

Doğan Hakyemez: Başarıların tarihi çok geriye dayanıyor. Ben 1978’de Eczacıbaşı’ndan Efes Pilsen’e geçtiğim zaman Efes Pilsen 1. Lig’e yeni çıkmıştı. Bir ilki başararak o sene şampiyon olduk. Arkasından altyapılara Aydın Örs’ü getirdim Ankara’dan. Aydın, altyapıdan oyuncular çıkardı. Sonra uzun bir süre A takıma geçmesi için ikna etmeye çalıştık.

Aydın Örs: Her zaman yoğun tempoda çalışmayı seven oyuncularla çalışmak istemiştim. A takımda bizim altyapıdan bu kültürle yetiştirdiğimiz oyuncular çoğalmıştı. Bunun da etkisiyle Şubat 1992’de A takım için gelen teklifi kabul ettim.

Ergin Ataman: Hakikaten o dönemlerde müthiş bir disiplin vardı, sabah sekizde tüm teknik kadro Merter tesisinde toplanırdık. Hazırlıklarımızı yapardık. Oyuncular saat dokuzda gelirdi. Full time bir çalışma olurdu. Gece, geç saatlerde evimize dönerdik.

Tamer Oyguç: Sabahları saat dokuzda antrenman başlardı. Antrenmandan sonra öğle yemeğimizi yerdik. Daha sonra kulüp içerisinde kalırdık, dinlenirdik. Yataklarımız bile vardı. Akşam ikinci antrenmanımızı yapardık. Bütün günümüz beraber geçerdi. Bir günde çift antrenman uygulamasını da Türkiye’ye ilk biz getirmiştik.

Aydın Örs: Çok çalışmak, vizyon koymak ve planlı programlı olmak; hayal edilen hedef doğrultusunda, o büyük takımları geçip şampiyon olmak konusunda önemli şeylerdi. Biz o dönem bunu gerçekleştirdik.

Hüseyin Beşok: Altyapıdan A takıma girmek, A takımda oynamak çok zordu. O yüzden altyapılarda çok çalışıyorduk. Bu şekilde A takıma girdiğimiz zaman da çok sağlam adımlarla ilerliyorduk. Bunun faydalarını bütün sene görüyorduk.

Mirsad Türkcan: Biz çok çalışıyorduk. Hüseyin Beşok, Bora Sancar, Hidayet Türkoğlu ve ben acayip çalışıyorduk. Aslında sadece sistemin bir parçasıydık. Aydın Örs başta olmak üzere, yardımcılar ve biz oyuncular 16-17 saat kulüpten çıkmıyorduk. Bu kadar çalışmanın ardından ister istemez başarı geliyor.

Ergin Ataman: Hayatımızın büyük bir bölümü Efes Pilsen kulübünün içerisinde geçiyordu. Bu da bizde kulübe karşı bir aidiyet duygusu geliştirmişti. Müthiş bir disiplin, müthiş bir çalışma…

Aydın Örs: O günleri konuştuğumuzda öğrencilerim bana “Abi sen geçmişte bize bu ceza antrenmanlarını yaptırdın, şöyle çalıştık, böyle çalıştık” diyorlar. Ama ben de diyorum ki, “O yolun sonunda da bir Avrupa şampiyonluğu geldi.”

Mustafa Kemal Bitim: O zamanlardan bugüne dek sürüp gelen bir ekip ruhu, bir birliktelik kurduğumuza inanıyorum. O sayede başarılı olduk. Genç oyuncusu da, daha çok süre alan oyuncusu da; herkes görevini biliyordu. Hani derler ya, bir aile gibiydik.

Murat Murathanoğlu: Takım olmak değil, aile olmak! Takım saha içinde bir şeylerin üstesinden gelebiliyor. Ama aile ortamını yakalandığında saha içi ve saha dışı her türlü zorluğun üstesinden geliniyor. O yılki Efes takımının beni en etkilediği nokta; gırgır-şamatayla maça gidiliyor, tam otobüs dururken sanki bir düğmeye basılıyordu ve bütün oyuncular aniden konsantre oluyordu. Bu kadar eğlenip, bu kadar dalga geçip aniden bu kadar konsantre olabilmeleri inanılmazdı.

Tamer Oyguç: Çok güzel dostluklar kurduk. Bunu da planlı, programlı çalışmanın içindeyken yaptık. Kupayı almamızın üzerinden seneler geçti ama o gün nasılsa bugün de aynı muhabbeti, samimiyeti, dostluğu, aynı arkadaşlığı gösterebiliyoruz.

Volkan Aydın: Takımda kimse kendini düşünmezdi. Ortak bir oyunu sahaya koymak için aslında herkes kendi yeteneklerinden ve egosundan ödün verirdi. Bu fedakârlıklar bizi bir takım ve bir aile yapıyordu.

Murat Murathanoğlu: O dönem takım otobüsü atmosferi diye bir şey vardı. Otobüslerde çok rahat ve eğlenceli bir ortam oluşturuluyordu. Oturma düzeni bile belliydi. Mesela Tamer Oyguç otobüsün en arka sağ koltuğuna oturur sigarasını yakar, gizlice içmeye başlardı. Moskova deplasmanlarında bile sigara içebilmek için -40 derecede camı açardı.

Ufuk Sarıca: Ne zaman otobüse binsek çok güzel bir ortam oluşurdu. Mesela yenildiğimiz bir maç vardı. Morallerimiz bozuktu. Mirsad her zamanki gibi otobüse biner binmez hemen istatistik kâğıtlarını alıp incelemeye başladı. Ben de dayanamayıp “Ulan bir kere de bakma ya!” dedim. O hâlde bile güldük, eğlendik.

Oktay Mahmuti: Aslında konu Efes Pilsen kulüp yapısından öte, daha derin bir yerde bence. Türkiye 90’lı yıllarda çok ciddi bir değişim yaşamıştı ve o dönem daha özgüvenli, daha mücadeleci, rekabetin içerisine gözü kapalı girebilen bir jenerasyon geldi. O jenerasyon Aydın Abi’nin ve kulübün önderliğinde başlamıştı, biz sadece bu işin bir parçasıydık.

Mirsad Türkcan: Zor zamanlarım oldu, ailem Sırbistan’daydı. Yugoslavya’da savaş vardı. Kafam dağıldığı zamanlarda Aydın Abi her zaman dertlerimi ikinci plana atmam konusunda bana yardım etti. Babam yoktu, rahmetli olmuştu. Annem ve iki kız kardeşim Yugoslavya’daydı. Aydın Abi bana her konuda destek veriyordu. İkinci babam olduğunu söyleyebilirim. Zaten ben Efes Pilsen, Aydın Örs ve Türk basketbolu sayesinde Mirsad Türkcan oldum.

Petar Naumoski: Aydın Abi benim için hem abi hem de baba gibiydi. Takımda birlik oluşturacak havayı yaratmıştı. 1999’da kulüple benim aramda sorun çıkıncaya kadar da öyle sürdü.

Murat Evliyaoğlu: Ben Efes Pilsen ailesine sonradan katıldım. 1996’da transfer olduğumda 27 yaşındaydım ve Ankara’dan transfer oldum. Ama Aydın Abi’yle genç milli takımda çalışmıştım. Onunla çalışmak çok büyük bir ayrıcalıktı.

Erdal Bibo: Şu an bile Ufuk Abi, Murat Abi, Tamer Abi, Aydın Abi’den korkarlar. Enteresan değil mi? Bize karşı babacandı ama bir korku da yaratırdı. Çok ciddi bir disiplini vardı, aynı zamanda baba gibiydi. Onun sözünden çıkmazdık, çünkü hep iyiliğimizi düşünürdü. Onu bilirdik, ona inanırdık. Zaten başarı da öyle geldi. Aydın Abi, Pano Abi bu işin mimarlarıydı.

Ergin Ataman: Aydın Hoca’nın çok büyük emeği var. Onun kişilik olarak son derece ciddi, son derece çalışkan ve işine önem veren bir lider olması önemliydi. O platformun altında, bizlere de o mantaliteyi aşıladı.

Oktay Mahmuti: O dönemi hatırlayacak olursanız, Türk takımları Avrupa’da mücadele ederken özgüven ve inanç problemleri yaşıyorlardı. Aydın Abi her zaman Türk sporcularının herkesle mücadele edebileceği inancındaydı ve hepimizi buna inandırdı.

Hüseyin Beşok: Aydın Abi’nin önderliğinde biz hepimiz çok çalışkan bir jenerasyonduk. Aydın Örs dediğiniz; Efes Pilsen’de bir dönem açmış, milli takımda bir dönem açmış ve kulüp olarak Fenerbahçe’de bir dönem açmış bir antrenör. Yani nereden bakarsanız bakın bu üç dönemde de Aydın Örs var. Aydın Abi’nin kulübün başında olması bizi yetiştirmesi ve gençlere özgüven aşılaması, başarı için çok önemliydi.

Aydın Örs: Başarı geldi ama çok çalıştık. Zaten başarı için fedakârlıklar yapmanız gerekir. Efes’te çalıştığım süre boyunca sabah erkenden Pato Natof’la kulübe giderdik. Akşam sekize kadar orada kalırdık. Eve dönüşüm trafikle birlikte dokuzu, onu bulurdu.

Murat Murathanoğlu: ’Koraç Kupası’nı kazanabiliriz’ fikrini ilk ortaya atan Doğan Hakyemez’di. Aydın Abi de böyle bir hedef koyulmasını, konuşulmasını istemezdi, hep “Adım adım gidelim” derdi.

Doğan Hakyemez: 1995-1996 sezonunda, o kadro oluştuktan sonra kupayı alacağımıza çok inanıyordum. Bu düşünceyi herkesle paylaşarak onların da inanmasını sağlamaya çalışıyordum.

Tamer Oyguç: O dönem şöyle bir şey vardı; Efes Pilsen olarak, Türkiye’nin takımı olmuştuk. Maçlara çıktığımız zaman Fenerbahçelisi de, Galatasaraylısı da, Beşiktaşlısı da, diğer kulüpler de, hepsi bizi destekliyordu.

Murat Evliyaoğlu: İnsanlar o dönem bizi milli takım olarak görüyordu. Bu da bizi çok ateşliyordu.

Aydın Örs: Çok önemli deplasmanlarda maçlar kazandık, kaybettik ama şu olguyu kafalara kazıdık: Biz ne olursa olsun, hangi şartlarda olursa olsun, karşımızdaki takımın geçmişi ve gücü fark etmeksizin maçlara kazanmak için çıkıyorduk. Daha önceki yıllarda Panathinaikos’u, Olympiakos’u deplasmanda yendik. Mesela Bologna seyircisinin önünde maç kazanmak zor, yani sizin bir metre arkanızda size sürekli bağıran çağıran, belki ağır küfürler eden bir seyirci kitlesi var ama sonuç olarak bu deneyim sayesinde kontrolü ve öz yönetimi kazanıyor, orayı yönetiyorsunuz. O şekilde başarılı oluyorsunuz.

Oktay Mahmuti: İnsan inandığı ve heyecan duyduğu şeylere daha çok sarılır. Biz o dönemde öyleydik, hep beraber bir hedefe kitlenmiştik. O hedefe ulaşmak için her şeyi yapmaya çalışıyorduk. Bunun dışında, herkes işini yaparken çok keyif alıyordu. Beraberdik, her an beraberdik.

Ufuk Sarıca: Hem idari kadro hem de oyuncu kadrosu olarak büyük bir kenetlenmişlik vardı. Sadece bir hedefe kilitlenmiştik. İnsanlara bir hayal veya bir tabu gibi gelen Avrupa şampiyonluğu için beraber olmuş bir kadroyduk. Bunun sonucunda da ortak bir paydada buluşup başarıya giden yolda birbirimizin açıklarını kapatıyorduk.

Volkan Aydın: Aslında bir yandan şöyle de bir psikolojiye sahiptik: Bir psikoloğumuz vardı o sezon. Avrupa maçlarından önce stresle başa çıkma yollarını bize anlatırdı. Bir gün geldi ve hepimizden hem kendi takımımızdaki hem de rakip takımdaki oyuncuları çizmemizi istedi. Bir iki oyuncu dışında bütün oyuncular kendi resimlerini rakip oyunculardan daha kısa çizmiş. Tabii bize sonuçları açıkladılar. Meğerse bu rakipleri kendimizden güçlü gördüğümüz anlamına geliyormuş.

Doğan Hakyemez: Takımda iyi bir ekip çalışması vardı. Bir de o senelerde altyapıdan yetişmiş oyuncularla, aldığımız iki yabancı; Petar Naumoski ve Conrad McRae’nin uyumu iyi sağlanmıştı. Takımın başında Aydın Örs gibi çok tecrübeli bir antrenör vardı. Yanında Ergin Ataman, Oktay Mahmuti gibi yardımcılar… Bu ekip müthiş bir uyum içinde çalışıyordu.

Mustafa Kemal Bitim: Öncelikle Pano Natof ve Aydın Örs o zamanki kadronun oluşumunu başlattı. Ondan sonra biz altyapıdan geldik. O sezon başında iki tane yabancı oyuncu vardı, rahmetli Conrad McRae ve Naumoski. Onlarla çok iyi uyum yakalamıştık.

Mirsad Türkcan: Naumoski benim oyunuma çok katkı sağlamıştır. Bazen insanlar bana, beraber oynadığım en iyi oyuncunun kim olduğunu soruyor. NBA’de Ray Allen, Glenn Robinson ve Patrick Ewing gibi çok büyük oyuncularla da oynadım. Buna rağmen bu soruya cevabım her zaman Petar Naumoski’dir. Çünkü o bir liderdi, tek başına maç kazanırdı. Zor anlarda zor kararları çok kolay verirdi.

Tamer Oyguç: Birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Hiç konuşmadan bile yaptığımız şeyler oluyordu. Mesela Naumoski formasıyla yüzünü sildiği zaman ben perdelemeye gidiyordum. O da perdeden yararlanıp şut atmaya çalışıyordu. Bu, aramızdaki bir işaretti. Naumoski bizim çok önemli bir parçamızdı.

Petar Naumoski: Bir gün gazetelerde “Petar Pilsen” diye başlıklar çıktı. Pano Abi arayıp beni yanına çağırdı. “Bu şekilde manşetler çıkıyor. Sen tek değilsin ki takımda” dedi. Ben de bunun benim suçum olmadığını söyledim. Zaten gazetecilerle konuşmayı pek isteyen bir oyuncu da değildim. O gün görüşmemiz çok kısa sürdü, sonra odadan çıktım.

Murat Evliyaoğlu: Efes’e geldiğim ilk dakikadan beri Koraç Kupası şampiyonluğu hedeflenmişti. Başkaları için çok büyük bir başarıydı, bizim içinse bir hedefti.

Ufuk Sarıca: Takım olarak Avrupa şampiyonluğunu hedefliyorduk. Ki o zamanlar Avrupa’da şampiyonlukları konuşmak bir hayal, hatta tabuydu. İnsanlara bunu söylediğimiz zaman ya komik buluyor ya da korkunç bir şey duymuş gibi bakıyorlardı yüzümüze.

Aydın Örs: Ekibin başındaki insan olarak bir vizyon ve hedef ortaya koymak durumundasınız. Ben de hep şunu düşünüyordum: Sıradan hedeflerin yerine sıra dışı bir hedef ortaya koymalıyız. Türkiye’de defalarca şampiyon olduk ama şimdiye kadar olmamış bir şeyi, Edirne’den dışarıya çıktıktan sonra Avrupa’da bir başarıyı Türkiye’ye getirmek istiyorduk. Plan programı ortaya koyduk. Önemli takımlarla hazırlık maçları yaptık. Ve adım adım o hedefe ulaşmaya çalıştık.

Ergin Ataman: O dönem Efes Pilsen’de çok büyük bir istikrar vardı. Aydın Örs’ün başını çektiği, yıllardır birlikte olan bir teknik kadro, Naumoski’nin önderliğini yaptığı Ufuk-Tamer-Volkan’lı bir oyuncu kadrosu… Bu kadro Avrupa’da ve Türkiye’de çok büyük yankı uyandırdı.

Hüseyin Beşok: Ufuk Sarıca, Petar Naumoski, Volkan Aydın, Conrad Mcrae, Tamer Oyguç ilk 5 çıkardı. Back-up olarak Murat Evliyaoğlu forvetlerin arkasında değişiyordu. Mirsad Türkcan uzunların arkasında değişiyordu. Ben de süre buldukça oynuyordum, dar bir rotasyonumuz vardı.

Aydın Örs: O dönem savunmada yarı match-up dediğimiz bir taktik yapıyorduk. Rakip oyuncuları boş bırakmayacak şekilde onları içeriye drive etmeye zorluyorduk, içeri giren oyuncuların önüne ise Tamer gibi ‘size’lı bir oyuncu çıkıyordu. Onun yaptığı katkıyı unutmamak gerekir. Bu sayede fast-break sayıları bulduk.

Volkan Aydın: Karşı takımdaki en iyi oyuncuları hep ben tutardım. Ama tutarken de Tamer’den çok yardım alırdım. O savunmada, kendi vücudunu ve enerjisini benim kaçırdığım adamları tutmak için harcardı. Tamer’in yardıma gittiği pozisyonlarda da biz kısalar, onun adamının ribaund almasını engellemek için yoğun çaba sarf ederdik.

Murat Murathanoğlu: Aslında Efes’in 40 dakika boyunca iyi savunma yaptığına inanmıyorum. Çünkü takım o savunmayı maç boyu sürdürebilecek kadar geniş bir rotasyona sahip değildi. Ancak Efes’in o ‘dead zone’ olarak adlandırılan savunması bazı bölümlerde çok kritik işler yaptı. Bir de bana kalırsa o takımın en iyi savunmacısı Ufuk Sarıca’ydı.

Hüseyin Beşok: O sezonun her maçından ayrı bir hikâye çıkar ancak benim için en özeli İstanbul’daki Panionios maçıydı. Son saniyede attığım basketle kazanmıştık.

Murat Evliyaoğlu: Bologna ve Milano maçlarından önce deplasmanda oynadığımız Panionios maçımız vardı. Naumoski sakatlanmıştı. Rakipte de büyük yıldızlar vardı. Kazanamazsak gruptan çıkamıyorduk.

Aydın Örs: Deplasmandaki o maç aleyhimize gelişiyordu. Naumoski sakat olmasına rağmen “Oyuna girmek istiyorum” dedi. O oyuna girince takım rahatladı ve maçı çevirip kazandık. Çok fedakârlık yaptı.

Petar Naumoski: Panionios farkı açmaya başlayınca Aydın abi bana baktı. Ben bench’te oturuyordum. “Oyuna girer misin?” dedi. Ben de “Abi durumumu biliyorsun ama girerim” dedim. Sonra maça tutunmayı başardık.

Murat Murathanoğlu: Panionios turunu geçtikten sonra takımın hepsi kupayı kazanabileceğine inandı. Çünkü o zamanki Avrupa basketbolunda o deplasmandan daha zor bir ortamla karşılaşacaklarına ihtimal vermiyorlardı. Biz de İsmet Badem’le birlikte o maçı Yunan seyircilerin arasında tükürük yağmuru eşliğinde anlatmıştık.

Ufuk Sarıca: Kupaya giden yolda yarı finalde Teamsystem Bologna ile karşılaştık. İstanbul’daki maçta 12’de 9 üçlük atmıştım galiba, toplamda 34 sayı. Bugünler için de çok yüksek bir yüzde. Oyuncuların bazı günleri vardır, ‘sabaha kadar oynasak atabilirim’ diye hissedersin, ekstra şutları sokabileceğine inanırsın. Benim için öyle günlerden biriydi. Sonunda da iyi bir farkla o maçı kazanıp rövanşa İtalya’ya gitmiştik. Hem kendi adıma hem de takımım adına çok mutlu olmuştum.

Murat Murathanoğlu: Teamsystem Bologna maçının deplasman ayağında sahaya bir şeyler atıp duruyorlardı. Hatta bir seferinde içi dolu bir kola şişesi attılar. Rus hakem Mikhail Davydov anons yaptırmak yerine şişeyi alıp kolayı içti.

Volkan Aydın: İstanbul’da 20 küsur sayıyla kazanmıştık belki ama deplasmandaki maçta o büyük farkı kısa sürede kapattılar ve öne geçtiler. Naumoski maçın başında dört faul aldı. Hakemler de pek bizim yanımızda değildi. Seyirciler oyun içinde potaları bile sallıyorlardı. Oradan nasıl çıktık? Mucizeydi doğrusu.

Murat Murathanoğlu: O maçta çok enteresan bir nokta var. Aleksandar Djordjevic üç faul alınca, koçu onu kenara aldı. Oysa dört faullü Naumoski sahadaydı. Djordjevic bu duruma bozuldu ve koçuyla tartışma yaşadı. Oyuna tekrar girdiğinde bu tartışmanın etkisiyle çembere hiç bakmadı. Takımına pek katkı yapmadı. Kendince koçu boykot mu etmişti bilmiyorum. Bu da Efes’in finale çıkmasına yardımcı oldu.

Volkan Aydın: Finalde Stefanel Milano’yla eşleştik. O takım, çok iyi bir takımdı. Bir kere NBA’den gelmiş ve oranın iyi oyuncularından olan Rolando Blackman vardı. (Dejan) Bodiroga, (Ferdinando) Gentile, (Gregor) Fucka… Çok güçlüydüler.

Petar Naumoski: Finalinin ilk ayağında Abdi İpekçi’de 12 bin kişi vardı. İnanılmaz bir savunma yaptık. Ben hücumda çok daha etkiliydim, 31 sayı attım.

Aydın Örs: Aslında İstanbul’daki maçı 10-12 sayı farkla alma hedefimiz vardı. Maç biterken sekiz sayıyla öndeydik. Fucka’nın son saniyelerde kaçırdığı bir smaç vardı. Takım karakterleri birbirine çok yakın olduğu için ilk maç bittiğinden beri oyunculara oraya gittiğimizde kazanmak için oynamamız gerektiğini anlattım. Bu hedefle oraya gitmek çok önemliydi.

Hüseyin Beşok: Fucka’nın İstanbul’daki maçın son saniyelerinde pota altında bomboş kaçırdığı bir pozisyon vardı, adeta mucizeydi. Yüzde yüz basket olması gereken top içeriden çıkmıştı. Böylece 8 sayıyla kazanmıştık.

Oktay Mahmuti: İlk maçı evimizde aldıktan sonra, rövanş için Milano’ya 2 gün önceden gitmiştik. Erkenden gidip tamamen maça konsantre olmak istemiştik.

Petar Naumoski: Aslında o son maçtaki hedefimiz sekiz sayıyı korumak değil, kazanmaktı. Maçtan önce böyle konuşmuştuk. Maç boyunca da bunları düşünerek oynadık.

Volkan Aydın: Maça çıkmadan önce bizi motive etmek için şöyle bir şey anlatmışlardı: Milano taraftarı 200 tane şampanya almış, maçtan sonra pota arkasında onları patlatacaklarmış. O kadar inanıyorlardı şampiyonluğa.

Murat Evliyaoğlu: Maçın sonlarına doğru bir üçlük kaçırmıştım, sonrasında da faul oldu. Onlar beş sayıyla öndeydi. Bu nedenle en az birini atmam gerekiyordu. Faul çizgisine giderken, ‘Bugüne kadar o kadar faul attım, herhâlde burada da en azından 2’de 1 atarım’ diye içimden geçirdim. ‘Atamazsam Türkiye’ye dönemem, İtalya’da kalırım’ hisleriyle atılmış bir şuttu. Üzerinden 20 sene geçmesine rağmen bazen ‘Hakikaten nasıl atmışım’ diye düşündüğüm oluyor.

Mirsad Türkcan: Murat Evliyaoğlu o faulü atınca farkı dörde indirmiştik. Onlar sonra üç sayılık bir basket buldu ama yetmemişti. Kupayı kazanan biz olmuştuk.

https://www.youtube.com/watch?v=nuR7bpAblaQ

Erdal Bibo: Ben o zaman çok gençtim tabii; 17 yaşında bir çocuktum. Daha A takıma yeni çıkmıştım. Açıkçası nerede olduğumun farkında bile değildim. Maç esnasında ben bench’in yanında oturuyorum. Maç bitince sahaya bir daldım, sular mular havada uçuşuyor… Sonra müthiş bir sevinç ama acayip de bir yorgunluk. Çok tuhaf bir duyguydu hakikaten.

Murat Murathanoğlu: Maçın ardından aynı gece Tuncay (Özilhan) Bey otelde yemek verdi, saat 2-3 olmuştu. Aydın Abi bir şeye küsmüş, odasından inmek istememişti. İsmet Abi’yle ben gittik, getirdik. Herkeste acayip bir boşalma, rahatlama vardı. Hem uyuyamıyorsun hem bir şey yapamayacak kadar da yorgunsun.

Petar Naumoski: İstanbul’a dönmek için uçağa bindik. Uçağın pilotu Hırvat’tı. Sonra beni görünce “İki senede iki kupa kazandın, bizi çok gururlandırdın” dedi. Tabii ben de çok mutlu oldum.

Erdal Bibo: Aslında İstanbul’a kadar ne başardığımızın farkında değildik. Uçakta gülüyor, eğleniyorduk sadece. İstanbul’a bir indik -bak hâlâ tüylerim kalkıyor- dedim “Ne oldu?”. İğne atsan yere düşmüyordu. Cehennem gibi bir kalabalık vardı. “Biz ne yapmışız!” dedim. Acayip gururlanmıştık.

Petar Naumoski: Havalimanına indiğimizde hâlâ çok yorgun hissediyorduk ama bizi karşılamak için gelen o kalabalığı görünce kendimize geldik. Sonra bizi hemen bir otobüse bindirdiler. Helikopterler, polisler… Direkt canlı yayına götürdüler.

Murat Murathanoğlu: Aslında plan şuydu: O dönem en çok reyting alan program Show TV Ana Haber’di. İstanbul’a iner inmez Aydın Abi, Naumoski ve Ufuk Sarıca ana haberin son bölümüne katılacaklardı. Ardından da bütün oyuncuların katıldığı başka bir program yapılacaktı. Havalimanında çok büyük bir kalabalık tarafından karşılanınca kanala geç kaldık. Hatta yetişmek için Show TV’nin merdivenlerinden Aydın Abi dâhil koşarak çıkıyorduk. Fakat biz gecikince Haber Müdürü Ufuk Güldemir “Ana habere çıkartmayalım” kararı almış. Sonra bütün oyuncuları diğer programa götürdüler. Ben de bunu duyunca istifa ettim.

Volkan Aydın: Takım olarak Show TV canlı yayınına katıldık. Hayatımda ilk kez öyle bir şey görmüştüm. Darbukalarla ve sazla Koraç Kupası ile ilgili bir beste yapmışlar bizim için. Onu çaldılar. Enteresan bir konseptti.

Murat Murathanoğlu: O dönem bütün kanallar Efesli oyuncuların peşine düşmüştü. Oyunculara 50 bin dolar gibi yüksek paralar teklif edip yayına çıkarmak istiyorlardı. İsmet Badem artık dayanamayıp bağırmıştı: “Bundan sonra kim oyunculara para teklif ederse, vururum!”

Murat Evliyaoğlu: Basketbol öyle bir şey ki, kazandığın gün onun anlamını tam kavrayamıyorsun. 10 sene sonra onun ne kadar büyük bir olay olduğunu daha iyi anlıyorsun. Çünkü kazanıyorsun, çok büyük bir şey tamam ama hafta sonu Fenerbahçe maçı var. Tabii o zaman da biraz farkındaydık büyük bir şey başardığımızın ama basketbolu bıraktıktan sonra daha net anlıyorsun.

Mustafa Kemal Bitim: O zaman ben 23 yaşındaydım, henüz idrak edemediğim büyük bir olaydı. Ama yıllar geçtikçe değerini anlıyorsunuz, çok büyük takımları eleyerek o kupaya ulaşmıştık.

Aydın Örs: Aslında pek yapmam ama zaman zaman Bologna ve Milano maçlarını izliyorum. İzledikten sonra, “Ya bu kadar kaliteli oyuncuları, bu kadar kaliteli takımları biz nasıl geride bırakmışız, nasıl şampiyon olmuşuz?” diye şöyle bir oturup düşünüyorum.

Hüseyin Beşok: Milano’da Gentile, Fucka, Bodiroga gibi çok önemli oyuncular vardı, koçları da Bogdan Tanjevic’ti. Ondan önce de Bologna’yı elemiştik. Koraç için o zaman Avrupa’nın en iyi ikinci kupası deniliyordu ancak birinci kupadan elenerek gelmiş çok takım vardı. Teamsystem Bologna’da da Djordevic ve Carlton Myers vardı. Biz o takımları yenmiştik.

Murat Evliyaoğlu: Küçümsemek istemiyorum ama şimdiki EuroCup’la o zamanki Koraç Kupası arasında çok fark var. Teamsystem Bologna, Stefanel… O zaman Avrupa’nın en iyi takımlarıyla oynadık.

Murat Murathanoğlu: Koraç Kupası’na günümüzün 1-B kupası dememiz lazım. Bugünkü düzen yoktu o yıllarda. O sene Koraç’ta oynayan Bologna ve Efes, Euroleague’de de oynasalar finali görürlerdi bence. O dönem Avrupa’nın birinci kupası Koraç’tı.

Petar Naumoski: Gerçekten çok iyi takımları yenmiştik. Aslında ben bir önceki sezon Benetton’la da kupa almıştım. Ancak arada şöyle bir fark var: Benetton’la kupayı kazandığımızda sadece Treviso şehri kutlamıştı ama Efes’le kazandığımızda bütün Türkiye bizimle birlikte kutlama yaptı.

Volkan Aydın: Kupayı kazandıktan sonra hiç unutmadığım bir şey oldu. Bize sene başında kupanın yarı finali ve finali için çok yüksek miktarlarda primler yazdılar. ‘Nasıl olsa kazanılmaz’ diye düşünmüşlerdi sanırım. Sonra biz şampiyon olduk. Primlerimizi almaya gittik. O zaman bankaya yatmıyor, gidip elden alıyoruz. Noumoski’yi gördüm. Primi almaya geniş, boş bir spor çantasıyla gelmişti. Kapıdan o çantanın içi dolarlarla dolu çıktı. Öyle bir şey hiç görmemiştim.

Hüseyin Beşok: O takımda olduğum için çok şanslıyım. Efes Pilsen olarak o sezon çok başarılıydık. 4 kupa kazanmıştık; Koraç Kupası, Türkiye Kupası, Cumhurbaşkanlığı Kupası ve lig şampiyonluğu. Kazanılacak kupa bırakmamıştık.

Tamer Oyguç: O kadro Koraç Kupası’nı kazandı ve kulüpler tarihindeki ilk Avrupa kupasını ülkeye getirdi. Bunun çok büyük önemi var. Bugünkü basketbola çok büyük etkileri var.

Ergin Ataman: Bundan önceki yıllarda basketbol takımlarımız turnuvalara gittiğinde ve çift hanelerden az bir farkla yenildiğinde hepimiz mutlu oluyorduk. Biz o yıllarda ortaya koyduğumuz mantaliteyle Türk basketbolunda bir devrim yarattık ve ondan sonra da bu gelişim devam etti. Hem kulüpler hem de milli takımlar bazında o kupa ilk ışıktı. Bu açıdan çok kıymetli. Ben de o başarının içerisinde bulunmaktan gurur duyuyorum.

Oktay Mahmuti: O yıllarda Avrupa kupalarında takımlarımız yenildiği zaman ‘şerefli mağlubiyet’ gibi düşünceler vardı Türk sporunda. Koraç Kupası’ndan sonra Türkiye’ye o jenerasyon sayesinde birçok farklı alanda daha büyük başarılar gelmeye başladı. Avrupa’da ve dünyada söz sahibi olmaya başladık.

Hüseyin Beşok: Geçmişe bakınca bu zaferi sadece Türk basketbol tarihinde değil, Türk spor tarihinde bir dönüm noktası olarak görüyorum. Çünkü takım sporlarında ilk defa böyle büyük bir başarı elde edilmişti.

Mirsad Türkcan: Aradan yıllar geçtikten sonra anlatmak kolay değil. Sonuçta Türkiye’ye ilk Avrupa kupasını getirdik, o da Efes Pilsen sayesinde oldu. Üzerinden uzun yıllar geçti, herkes bir şeyler yapıyor. O zaferin figürlerinin hepsi çok başarılı; birisi koç olmuş, birisi menajer olmuş, birisi federasyonda görev yapıyor…

Ufuk Sarıca: O günkü idari kadroya ve oyuncu kadrosuna baktığınız zaman, bugüne kadar bir sürü başarı ve şampiyonluklar yaşayan insanlar görebilirsiniz. O kadro bence Türkiye’deki basketbolun miladı. Yani hiçbir zaman böyle konuşmadım ama fazla tevazu göstermek de samimiyetten uzak bir şey bence. O zaman yapılamayanları yapan, bugünlerde o kadronun içinde olan insanlar bunun meyvelerini almış durumdalar.

Tamer Oyguç: Koraç Kupası’nı kazanmamız Türk insanının vizyonunu açtı. O kupadan sonra Avrupa’nın ve Amerika’nın gözü bizim üzerimize çevrildi, oyuncularımızı takip etmeye başladılar. O tarihten sonra pek çok oyuncu Avrupa’ya ve NBA’ye gitti. Bununla beraber kulüpler de hedeflerini büyüttüler. O yüzden Koraç Kupası zaferi, Türk basketbolunun dönüm noktasıdır.

Mirsad Türkcan: Her zaman söylüyorum, Efes Pilsen Kulübü ve takım arkadaşlarım sayesinde NBA’e giden ilk Türk oyuncu olmayı başardım. Aydın Abi olsun, Ergin Abi olsun, Oktay Hoca olsun, herkesin emeği var. Benden sonra Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur geldi, Efes Pilsen ve Koraç Kupası kazanmamız bir anlamda önümüzü açtı bu konuda.

Ergin Ataman: Baktığınızda sadece iyi oyuncular değil, o kadroda Türk basketbolunun yetiştirdiği dört tane de büyük antrenör var. Aydın Hocamız, Ergin Ataman, Oktay Mahmuti ve Ufuk Sarıca.

Ufuk Sarıca: Orada kanıksadığımız düzen, sevgi, disiplin, yaşam ve çalışma şekli bize ayrı ayrı kollarda ve takımlarda, oyuncu veya antrenör olarak bunları başka insanlara anlatma şansı vermiş oldu.

Doğan Hakyemez: Ekip halinde Türk basketbolunun önünü açtık diye düşünüyorum. O takım gerçekten daha önce yapılmamış bir şeyi başararak gelecek nesillerin de hayallerinin büyümesini sağladı. Basketbol tarihinde önemli bir milattı ve hep dün yaşanmış gibi hiç unutulmadan ülke basketbolunun hafızasında yaşamaya devam edecek.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

3 sene önce