“İnsanlık Tarihi’nden değil, insan yaşamının çeşitli yönlerinin tarihlerinden söz edilebilir sadece.” Karl Popper
İki yıl önce yolum San Francisco’ya düştüğünde, Golden State Warriors maçına da gitmiştim. Otelin bulunduğu San Francisco merkezden metro hattıyla körfezin diğer yakasına, Oakland’a geçmem gerekiyordu. Oakland’a daha önce gitmediğim için de temkinli davrandık ve eşimle beraber yola erken çıktık. Warriors’ın maç önü ısınmasını görmek istiyordum. Metro hattında ilerlerken Fruitvale durağını gördüğümde o dönemde izlediğim Fruitvale Station filmi de aklıma gelmişti. Biraz Oakland ile ilgili tedirginlik yaratan bir gerçek öyküydü. Durakta inip, yaya köprüsünden ilerlerken ise her yer kalabalıktı. Maça daha saatler olduğu için şaşırmıştım. Devasa Coliseum Stadı’nın yanındaki Oracle Arena’ya girip yerimizi aldığımızda salonu boş beklerken daha da kalabalık olması şaşkınlığımı artırmıştı. Evet, işitmiştim ama yine de Stephen Curry’nin maç öncesi ısınma ritüelini bu kadar insanın hâlâ aynı iştahla izlemeye geldiğini tahmin etmiyordum. Curry çift topla dripling hareketlerini tamamlarken, orta sahadan şut idmanına başlamıştı. Yaşamın doğal akışının bir parçası gibiydi. Hiç kaçırmıyordu. Minnesota maçıydı ve Kevin Durant sakatlığı nedeniyle oynayamayacaktı. Ama Curry ve arkadaşları kazanmayı başardı.
Neden mi bu ritüelden bahsettim? 2010’lar ekseninde Curry’i ele alacağım bu editoyu yazmak için bilgisayar başına oturduğumda daha önce Curry için yazılmadık bir şeyin kalmadığının farkındaydım. Uğur Ozan Sulak, Curry’nin baba-oğul ilişkisini ve sakatlıklardan dönüş hikayesini, Kaan Kural ise oyun stiliyle basketbola bu kadar etki etmişken neden hak ettiği değeri görmediğini dergimiz Socrates için kaleme almışlardı. Sonra araştırırken, Bill Simmons’ın efsanevi Book of Basketball kitabıyla aynı ismi taşıyan ve geçtiğimiz aylarda yayınlanmaya başlayan podcast serisindeki Curry bölümüne denk geldim. Simmons ve konuğu Ryen Russillo ile bir bölümde Curry’yi ve bıraktığı mirası konuşuyorlardı. Orada Russillo kendisinin de birkaç kez sırf bu maç önü ritüelini izlemek için Warriors maçına gittiğinden bahsediyordu. Hatta izlediği maçlarda kısa bir süre içinde mesafe tanımaksızın soktuğu şutlarla alev topuna dönüşüp, bir Game of Thrones ejderhası gibi ortalığı yaktığı mucizevi Curry sekanslarından birine tanık olma merakının yarattığı heyecandan söz ediyordu. Simmons, Book of Basketball kitabındaki meşhur Hall of Fame (Şöhretler Müzesi) piramidini güncellerse, Curry’i NBA tüm zamanlar piramidinde 24. sıraya almayı planlıyordu. Ama asıl Russillo’nun bir cümlesi dikkatimi çekti. 2010’lu yılları konuşurken LeBron James’in Curry’den daha iyi bir basketbolcu olduğunu ama bu on yılı Curry’nin simgelediğini, onun basketbolun oynanış biçimine etkisinin herkesten büyük olduğunu vurguluyordu. Sonuçta Curry bu on yılda 5727 üçlükten de 2492 isabet çıkarmıştı. “90’lar Jordan ise 2010’lar Curry” diyordu Simmons ve Russillo.
2009 yılında Davidson Üniversitesi’nden draft 7 numarası olarak NBA’e adım attığında, bu cılız (1,91 m/86 kg) gencin, on yıl sonrasında bu statüde olabileceğini kimse tahayyül etmiyordu. Hem de kariyerinin başında kronik bilek sakatlıkları yaşarken. Karl Popper’ın ‘yanlışlanabilirlik’ önermesinin yürüyen somut örneği gibiydi Curry. Hem fiziksel hem de düşünsel ön yargıları kırıp geçti. Oyun kurucu pozisyonunu bile doldurması beklenmeyen bir basketbolcunun, bu on yılda pozisyonunun kalıplaşmış sözlük tanımını değiştirmesine tanık olduk. Hatta onun oyunu nedeniyle diğer pozisyonların da tanımı değişti. Savunmada adam değişebilen ve hücumda şut atabilen uzunlar revaçta olmaya başladı. Çünkü üçlük çizgisinin ötesi artık vadedilen verimli topraklardı. Warriors’ın onun önderliğindeki ‘Ölüm Beşi’ diğer takımların daha kısa beşlere yönelmesine neden olurken, diğer koçların da Warriors bilmecesini çözmeye çalışmasıyla Curry ve takımı eşsizlik mertebesini kaybetti. Her şeyi yanlışlıyordu Curry. Yetmiyor, bu “sadece üçlük atıyor” eleştirisi alan oyunla iki MVP ödülü ve üç şampiyonluk yüzüğü kazanıyordu. Üst üste beş final serisi de cabası. Lideri olduğu takıma gelen Durant gibi bir başka alfa karakterle aynı takımda kendini daha da verimli kılarak varolabiliyordu. Üstelik eski basketbolcu Dell Curry’nin oğlu olarak geldiği için sahip olduğu düşünülen imtiyazlar, yaşamadığı düşünülen zorluklar, fazla mutlu gözüken aile yaşamı derken sosyal medya çağında bu kadar başarıya rağmen o da çok tartışıldı. Siber zorbalığa maruz kaldı. Ama son SI röportajında da anlatıldığı gibi Oakland kentinin ve Warriors takımının 40 yıllık kaybetme kültürünü değiştirdi. Oakland ve çevresinde umut ve iyimserlik aşılayan bir kurtarıcı gibi görülüyor. İnşasına yardım ettiği okul sahalarında ve dünyanın başka birçok yerinde kısa cılız çocuklar artık Jordan’ı LeBron’u değil, onu taklit ederek büyüyor. Daha da enteresanı aslında NBA’deki diğer topa yön veren yıldızlar onun açtığı yolda oynamaya çalışıyorlar. Basketbol istatistik biliminin önemli isimlerinden Kirk Goldsberry bugün Damian Lillard, James Harden, Trae Young, Luka Doncic ve hatta LeBron gibi oyuncuların daha fazla ve daha uzaklardan üçlük atmasını onun oyuna etkisiyle açıklıyor Ona göre çağımızın en tesirli basketbolcusu Stephen Curry.
Kim bilir belki de 2029’da 2020’ler özel sayısı giriş yazısında Luka Doncic ya da Trae Young’ı ya da onun etkilediği bir başka yıldızı kaleme alırız. Ne de olsa bize de iyimserlik aşılıyor.
Bu sayı; hayatı onlara daha önce verilen kılavuzlara göre değil de kendi özgür iradeleriyle gerçekten görebilenler ve kalıplara boyun eğmeyenler için…