Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

TenisJimbo’nun Hikayesi

Sekiz kez Grand Slam şampiyonu Jimmy Connors, genellikle problemli bir karakter olarak hatırlanır. Fakat efsane raketin geçmişinde bundan daha fazlası var.

— Anne, çok özür dilerim, amacım asla seni üzmek değildi.

— Hayır Jimmy… Görmüyor musun? Çok ama çok mutluyum.

Bu diyalog kısa süre önce hayatını kaybeden efsanevi spor yazarı Frank Deford’un 1978 tarihli, klasikleşmiş yazısında geçiyor. Anne Connors’ın o ânı, “Tam anlamıyla hayatımın en güzel günlerinden biriydi” diye anmasının sebebi, oğlunun onu bir antrenman maçında ilk kez mağlup etmesi. Aslında bir erkek tenisçinin neredeyse profesyonellik çağına yaklaştığı 16’sına gelene dek, 40’lı yaşlarındaki tenis antrenörü annesine karşı galibiyet alamamış olması tuhaf. Bir yandan da bu tuhaflık, ‘Jimbo’ lakaplı Jimmy Connors’ın tenisinin ve hayatının özeti gibi. Çocukluğundan, emekliliğine kadar…

-I-

70’ler, tenis oyuncularının boylarının günümüzdeki gibi iki metrelere yaklaştığı bir dönem değildi. Fakat 1.77’lik, ince yapılı Jimbo o yıllar için bile ideal tenisçi sıkletinden bir miktar aşağıdaydı. Forehand’i, vuruşa esas gücünü sağlayan top-spin’den; yani topa devir hareketini vermekten yoksundu. Servisi de kötü değil ama tek başına bir silah olmaktan uzaktı. Bu iki vuruşta yaşadığı handikapların temelinde, yeteri kadar güçlü olmayan fiziğinin payı vardı. Ayrıca 70’lerdeki tenisin en büyük trendi olan file önünde oynama becerisi de yine en üst düzeyde değildi.

Peki en güçlü yönleri nelerdi? Birçok otoriteye göre Connors’ın en büyük kuvveti, inatçılığı ve savaşçı ruhuydu. Ve tabii bir de o tarihlerde henüz bir istisna olarak görülen çift el backhand’i… Bu alışılmadık vuruş, ona hem geri çizgi rallilerinde hem de servis karşılamada büyük bir avantaj sağlıyordu. Rakibi servis kullanırken kendini hızla gelen topun üzerine adeta fırlatışı ve topla erkenden buluşması, Jimbo’yu tenis tarihinin ilk ‘süper return’cüsü yapmıştı. Bu yolda günün birinde Andre Agassi ve Novak Djokovic gibiler tarafından takip edilecekti fakat çıkışını yaptığı tarihlerde eşsizdi.

Birçok otoriteye göre Connors’ın en büyük kuvveti, inatçılığı ve savaşçı ruhuydu. Ve tabii bir de o tarihlerde henüz bir istisna olarak görülen çift el backhand’i… Bu alışılmadık vuruş, ona hem geri çizgi rallilerinde hem de servis karşılamada büyük bir avantaj sağlıyordu.

Aslında Gloria Connors, oğlunun bu benzersiz backhand formundan ilk başlarda pek memnun değildi. Hatta Jimmy, henüz 10’lu yaşlarının başında bir süreliğine tek el backhand vurmaya itildi. Çift el backhand, Gloria Connors’a göre ‘çocukça’ bir vuruştu. Jimbo, bir süre tek el backhand vurmayı denedi. Anne, beklediğini bulamamıştı. Eskiye döndüler. Günün birinde ‘tarihin en iyilerinden biri’ olarak anılacak vuruş, gelişip güçlenmeye devam etti…

Anne Connors’ın en üst düzeyde olmasa da bir oyunculuk kariyeri vardı. 1942 ve 1943 yıllarında Birleşik Devletler Ulusal Şampiyonası’nda oynamış, fakat çok geçmeden rekabetçi spor yaşamına son vermişti. Gloria’nın oyunculuk günlerinden itibaren tenis felsefesinin temelinde korttaki hareketliliği yatıyordu. Bu sebeple Jimmy’nin çocukluk yıllarından başlayarak eski boksör büyükbabası Al Thompson’la yaptığı fiziksel idmanların hedefi belliydi. Belki hiçbir zaman rakiplerini tek vuruşta nakavt edecek gücü olmayacaktı ama korttaki hareket kabiliyeti, vuruş üstüne vuruş yapmasını sağlayabilirdi. Yani zor yoldan da olsa Jimmy, kazanma şansı bulacaktı.

-II-

Jimmy Connors, 2013 yılında piyasaya sürdüğü The Outsider isimli otobiyografisinde yaşamındaki en büyük travmalarından birini tüm açıklığıyla ve ilk kez anlatıyordu. Sekiz yaşındayken, doğup büyüdüğü Illinois, St Louis’deki halka açık tenis kortunda yaşadıkları yıllarca aklından çıkmamıştı. O gün annesinin, radyo gürültüsü gibi sudan bir sebep yüzünden iki serseri tarafından dövülüşüne tanıklık etmişti. Ancak Gloria olayın ertesi günü, kırılan dişlerine rağmen yeniden antrenman kortunda olacak ve oğluna unutamayacağı bir ders verecekti. O ders, ne olursa olsun güçlü kalmaktı ve Jimmy bunu aklından hiç çıkarmadı. Hatta oynadığı beş setlik, beş saatlik uzun maçlarda bile o vahim günü ve sonrasında yaşananları düşünerek güç bulduğunu itiraf edecekti.

Jimbo’nun gençlik yıllarında, hayatındaki tek önemli kadın figürü annesi Gloria değildi. ‘Two-Mom’ yani ‘ikinci anne’ dediği büyükannesi Bertha Thompson da ölümüne kadar, onun yaşamındaki önemli karar alma mekanizmalarından birisi olarak kaldı. Gloria’ya göre bu iki güçlü kadın, Jimmy’ye ‘bir kaplan olmayı’ öğretiyordu. Fakat kaplan dahi olsa Jimmy’nin kaçamayacağı zorluklar vardı. Öyle ki dönem itibarıyla erkek tenisinde, karşı cinsten bir koça sahip başka oyuncu yoktu…

Bu dominant karakterli kadın koçun annesi olması da Jimmy’nin alaya alınmasına zemin hazırlıyordu. Bir keresinde, yakın arkadaşı Rumen Ilie Nastase bile maçları esnasında Connors’la dalga geçmiş ve ona “Ana kuzusu” diye seslenmişti. Profesyonel tenis hayatı boyunca annesini bir kez olsun bile yanından ayırmayan Connors, 1970 ve 1980’lerde cinsiyetçilikle karşı karşı kalmaya mahkumdu.

Jimmy Connors ve Chris Evert’ın ‘örnek’ ilişkisi çok uzun sürmeyecekti.

Jimmy’nin kadınlarla çevrili dünyasına 70’lerin başında önemli bir figür daha katıldı. O kişi, tıpkı kendisi gibi gelecek vadeden bir tenis yıldızı olan Chris Evert’tı. Kariyerini, tek kadınlarda 18 Grand Slam şampiyonluğuyla tamamlayacak Evert o günleri, “Birbirimize aşık olduğumuzda çok genç ve tecrübesizdik” diye aktaracak, yaptıkları hatalar konusunda öz eleştiri yapmaktan geri durmayacaktı. Bu ‘iyi görünümlü’ ve yetenekli iki genç, o günlerde ABD’de ‘örnek çift’ etiketini alacak kadar birbirlerine yakışıyordu. Fakat birlikteliklerinin temelinde, biraz da Jimmy’nin yarattığı bir huzursuzluk vardı. Connors’ın yıllar sonra, “Aynı evde iki dünya 1 numarası olur mu? Biz yapamazdık ve devam etmememiz iyi oldu” açıklaması da bitmiş ilişkilerine Evert kadar önem atfetmediğinin bir kanıtıydı.

Yetiştirilirken, özellikle de annesi tarafından, ona empoze edilen ‘kaybetmemesi gerektiği’ düşüncesi Connors’ın DNA’sına kadar işlemişti. Meşhur “Kazanmayı sevdiğimden çok, kaybetmekten nefret ediyorum” mottosunu ona söyleten, Chris Evert’la yaşadıkları ilişki üzerine konuşurken dahi hissedilen küstahlığı bundandı. Bir anlamda, ‘kaybetmemek için’ hayatının aşkından bile vazgeçecek kadar takıntılıydı. Bu takıntısı 20’li yaşlarında teşhisi konan obsesif kompülsif bozukluğunun bir tezahürü olabilirdi; kaldı ki Jimmy de durumunu kortta hep görünür kılmıştı. Büyük reaksiyonları ve hakemlerle yaşadığı atışmalar, onu zaman zaman, tıpkı en büyük rakiplerinden John McEnroe gibi antipatik gösterdi.

-III-

Jimmy Connors için annesini bir tenis maçında yenmek kolay olmamıştı. Profesyonel kariyerinde puanları/maçları bitirirken çoğu zaman zorlandı. Çalkantılı kişisel hayatını da hiçbir zaman tam anlamıyla idare edemedi. Connors hiçbir zaman ‘imtiyazlı, şanslı, büyük doğal yetenek’ gibi tabirlerin yanına yakıştırılamazdı. Hep, her şeyi hak etmesi gerekti. Ve bir şekilde her daim başarılı oldu. Bugün tenis dünyasında rekorlar üzerine bir araştırma yapmaya kalksanız, yazınızda Connors ismini sıklıkla geçirmeniz gerekir. Kariyerinde 109 turnuva şampiyonluğu var ve bu anlamda diğer tüm erkek tenisçilerin önünde. Oynadığı 1535 maçın 1256’sını kazandı ve galibiyet sayısında da bir rakibi yok. Toplamda 268 hafta dünya 1 numarası kaldı ki bu anlamda da en tepedeki isimlerden biri. Sekiz Grand Slam şampiyonluğunun beş tanesinin Amerika Açık’ta gelmesi de onu New York’ta en çok kupa kazanan üç erkek tenisçiden biri yapıyor.

1991 Amerika Açık’taki yarı final, Connors’ın son büyük performansıydı.

Peki ya Connors’a göre bu başarılardan hangisi en değerlisi? Cevap verelim: Hiçbiri. Jimbo’ya kariyerindeki en özel başarı sorulduğunda verdiği cevap, 1991 Amerika Açık’ta çıktığı yarı final ve o turnuvadaki 11 günlük serüveni. Bunun sebebinin ne olduğunu öğrenmek için Wall Street Journal’ın tenis yazarı Tom Perrotta’ya ulaştığımda, ilk sözleri, “Bunu neredeyse 40 yaşındayken yapması çok özel” oldu. “Birinci turda 2-0’dan gelip Patrick McEnroe’yu devirişini kim unutabilir ki” diyor Perrotta. Arkasından birkaç isim daha sayıyor ve duraksıyor. O esnada yaşanan sessizlikten, Perotta’nın aklına Jimmy’nin tam 39. yaş gününde Aaron Krickstein ile oynadığı dördüncü tur maçının geldiğini anlıyoruz…

90’ların başında Connors ve McEnroe gibi sembol isimler artık kariyerlerinin sonuna yaklaşırken, Krickstein da -Pete Sampras, Andre Agassi veya Jim Courier kadar revaçta olmasa da- dönemin kalburüstü ABD’lilerinden biriydi. Maç günü herkes, 24 yaşındaki Krickstein’in Jimmy’nin rüya turnuvasını bitireceğinden emindi. Hatta ABD’lilerin 15 yaş genç olanı da karşılaşmayı hatırlarken, “Artık benim zamanımdı, galibiyet için korta çıktım” diyordu.

Fakat işler beklenildiği gibi gitmedi. Louis Armstrong Stadyumu’nu dolduran binlerce taraftar gibi, o da Connors’ın şovmenlik becerilerinin tesiri altındaydı. Beş yıpratıcı setin ardından kazanan Jimbo olmuştu. Perrotta’ya göre bu epik maç, Connors’ın hâlihazırda az olan yakıtını tamamen tüketti. 39 yaşındaki ABD’li, çeyrek finali bir şekilde kazansa da son dörtte güçlü Jim Courier önünde varlık gösteremeden Amerika Açık’a veda etti.

Tüm bir turnuvanın Krickstein maçından ibaret olması dahi yeterdi çünkü 2 Eylül 1991, inişleri ve çıkışlarıyla Jimmy Connors’ın görkemli yaşamından gerçek bir kesitti. Beşinci setteki bir sandalye arasında, Connors artık zevkten çıldırmış taraftarları göstererek, o turnuvayı konu alan ESPN belgeseline adını verecek imza cümlesini söyledi: “İşte istedikleri bu!”

Gariptir, seyircinin Jimmy’den istediğini alması yirmi yıl, sekiz Grand Slam şampiyonluğu ve 1200 küsur galibiyet kadar sürdü. Yine de denir ki; geç olması, hiç olmamasından iyidir…


*Bu yazı Socrates’in Eylül 2017 tarihli 30. sayısında yayımlanmıştı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Chrissie

Chrissie

3 sene önce
İmparatoriçe

İmparatoriçe

4 sene önce