Bir söyleşisinde Paul Weller mı demişti? Herkes, yaşı ilerledikçe doğduğu zamanlara geri döner; oraya dair plak, kitap, dergi ve posterleri toplarmış. 1980’lerin atmosferini çocuk gözüyle tatmış biri olarak, ben de sürekli o yıllara dönüyorum. Televizyonun gözümü açtığı, ilk spor kahramanlarımı beyazcamda gördüğüm seneler… Sokakta top oynamadan önce derslerimi ustalardan alıyor, herkesin Maradona’ya âşık olduğu 1986 Dünya Kupası’nda Arjantin kalecisi Pumpido’ya sevdalanıyordum. Ya da Ceulemans’lı Belçika veya Lerby’li Danimarka’ya… Ama en çok, Lineker’e nefis ortayı yapan Liverpool’lu John Barnes olmaya çalışıyordum.
Topu elle tutanlara tutkumun Pumpido ile sınırlı olmadığını birkaç hafta sonra Dünya Basketbol Şampiyonası’nda anladım. Mersin’de güneşten yanan bir yazlıktaydım. Futbolcular Meksika’da aynı havada hayatta kalmaya çabalıyordu, basketbolcular ise İspanya’da ter döküyordu. Tyron ‘Mugsy’ Bogues ile Amiral David Robinson’ın omuzlarında yükselen Amerika Birleşik Devletleri takımı sayesinde hayatta boy farkı nedir anladım! Sonrasında, Arvydas Sabonis’i görüp fizik kuralları üzerine kafa yoracaktım.
Artık basketbolu sadece televizyondan izlemiyor, altyapı düzeyinde oynamaya çalışıyordum. 1991’de Jugoplastika formasıyla izlediğim Toni Kukoc ise gelecekte ne olmam gerektiğini göstermişti. Başkaları “Be Like Mike!” derken, benim kafamın içinde “Be Like Toni!” cümlesi dönüyordu. Ve sonra bir gün geldi, tutkum televizyonla sınırlı olmaktan çıktı. Artık ‘orada’ da olabilirdim. 1992’de Euroleague Final Four’una İstanbul’da şahitlik ederken, Zeljko Obradovic’in ilk şampiyonluğunu yerinde alkışlıyordum. İlerleyen yıllarda, o şampiyonluklardan birkaç tane(!) daha alacaktı. Bu sırada, yeni deneyimler de kapımı çaldı. Hep iyi şeyler değildi bunlar. ‘Kara Perşembe’nin ertesi gününde geçirilen mide spazmı ise hayal kırıklıklarına dahildi. Yıl 1999 oldu, televizyonun başından kalktım ve kendimi Ataköy’de düzenlenen Avrupa Yüzme Şampiyonası’nda buldum. O dönem çoktan efsane statüsüne erişen Aleksandr Popov’u büyük bir hayranlıkla takip ediyor, bir yandan da Pieter van den Hoogenband’ın doğuşuna tanık oluyordum. Havuzun hükümdarlığı henüz Michael Phelps’e geçmemişti ve birkaç metre önümde gördüklerim büyüleyiciydi. 2005 yazı ise en bereketlisiydi; yerinde Tour de France deneyimi üzerine, Ibrox Park’ta Rangers-Celtic maçı izlemek paha biçilemezdi. Federer ile Nadal’ın 2007 Roland Garros finalini canlı canlı izlediğime hâlâ inanamıyorum; bu, büyük bir hayalin gerçekleşmesiydi.
Büyüdükçe, o ‘an’larla ilişkim değişmeye başladı. Ekran önünde filizlenen, ardından yavaş yavaş tribüne doğru kayan, devamında mesleğe dönüşen spor tutkum, beni dünyanın farklı noktalarına yollamayı sürdürdü. Bir zamanlar Obradovic’in ellerinde yükselirken izlediğim kupaya, 2010’da Paris’te mikrofonun arkasından bakıyordum. Çocukken Amerika’dan eş dost yardımıyla getirilen kasetler sayesinde görebildiğim NBA yıldızları, sonrasında anlatım kabininden aktarmaya çalıştığım adamlara dönüşüyordu. Yüzler değişmiş, ‘an’lar kalmıştı. 1988’in bir Eylül sabahı gazetede tam sayfa fotoğrafına baktığım Ben Johnson-Carl Lewis düellosu, yıllar sonra İstanbul’da anlattığım 2012 Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’nda aklıma düşüyordu. Yelena Isinbayeva, birkaç metre önümde sırıkla atlamada dünya rekoru kırmaya çalışırken, ben dopingle kırılan o eski 100 metre rekorunu hatırlıyordum.
Bunları neden anlatıyorum? Yaşlandığım için olabilir. Ya da sadece, başta da dediğim gibi geçmişe dönmeye çabalıyorum. Ama emin olun, bundan fazlası da var. En sevdiğim spor filmlerinden biri Field of Dreams’dir. 80’lerden kalan filmde Kevin Costner’ın canlandırdığı Ray’e, bir ses sürekli “Eğer inşa edersen, onlar gelecek” diye tekrarlar ve Ray’in beyzbol yıldızı olan kahramanları, gerçekten de bir gün mısır tarlasına inşa ettiği o sahaya gelirler. Peki diğer insanlar da gelip onları izleyebilecek midir? J. E. Jones çıkar ve “İnsanlar gelecek, çünkü çocukluklarını yeniden yaşamak istiyorlar” der ve haklıdır; gelirler.
‘Kahramanlar’ sayısı ile açılışını yaptığımız dergide, yola ‘Maç İzleme Deneyimi’ ile devam ediyoruz. Çünkü seyirci yoksa bu sporların hepsi yok hükmünde. Katıldığınız için teşekkürler ve hepinize iyi seyirler.