Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Saha Dışıİnönü’nün Unutulmaz Yazı

Vodafone Arena ilk maçını bekliyor ancak bir de konserler var... İnönü'nün unutulmaz '93 Yazı'nı hatırlıyoruz.

1993 çok sıra dışı bir yıldı. Tam olarak neden, nasıl olduğunu anlayamadığımız çok sayıda uğursuz gelişmeye sahne oldu: Uğur Mumcu cinayeti, Eşref Bitlis’in hayatını kaybettiği şaibeli kaza, Madımak katliamı, Turgut Özal’ın ölümü ve daha neler neler… Öyle bir yıldı ki politik olarak ‘90’lar karanlığı’ diyebileceğimiz şeylerin, ‘beyaz reno’ların, faili meçhullerin, kutuplaşmaların, kirli savaşın, dev ekonomik krizlerin müsebbibi değilse de işaret fişeği sayılabilecek gelişmelerle doluydu. Ama bir yandan da özel televizyonların ve popüler kültürün patladığı yıllardı aslında doksanlar. Rüstem Batum’un talk show’unda Cumhurbaşkanı Özal’ı yanında taklidini yapan bir komedyenle beraber ağırladığı, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in HEP milletvekili Ahmet Türk’le birlikte türkü söylediği, Tutti Frutti adlı erotik şovun bir ulusal kanalda şifresiz yayınlandığı, iki yöne evrilebilecek tam bir araf aşamasıydı sanki o yıllar. İşte yine aynı ‘93 yılında, şimdi adıyla birlikte yeniden inşa edilen İnönü Stadyumu’nda sekiz stadyum konseri düzenlenmişti. O yıllar için herhangi birinin gelişi büyük olay sayılacak sekiz devi ağırlamıştı Dolmabahçe ve 1992’deki Bryan Adams konserini saymazsak, bunlar İstanbul’un gördüğü ilk ciddi stadyum konserleriydi. Hatırlayanlara sorduk, tanıklıklarını Socrates için yazdılar…

23 EYLÜL / MICHAEL JACKSON 

Ne yazdı ama… 1993 yazından söz ediyorum. İlk gençliğini ve gençliğini İstanbul’da geçiren ya da İstanbul’a gelme imkanı bulabilen herkes için efsanevi bir yazdı. 15 yaşındaydım ve o yaz, hayatımın en çok para peşinde koştuğum yazıydı sanırım. Para, beleş davetiye ve şişe kapağı! Michael Jackson konserinin en aklımda kalan tarafı da bu zaten. Konserin kendisi değil, konser bileti almak için topladığımız kapaklar aklımda… Biz 1993’te, bazı konserleri bazı içeceklerin kapaklarını biriktirip aldığımız biletlerle izledik. Sağa sola haber salıp, insanlara masalardan kapak toplattığımı anımsıyorum, annemin çantasından kapak çıktığını falan. Topladık, aldık biletlerimizi ve son anda, gelmedi Michael Jackson. Hatta sanki, Michael Jackson Türkiye’ye geldi de gelmesine rağmen iptal edildi diye kalmış aklımda. Dedikodunun bini bir para. Yok teninin rengi çok tuhaflaşmış da sahneye çıkmak istemiyormuş, yok hastalanmış ölüyormuş, yok aslında zaten ölmüş de bir dublör varmış… Biletlerimiz var ama konser yok. Neyse ki yıl bereketli, üzüntüden ayılıp bayılmıyoruz. Sonra Ahmet San’dan -ki hemen hemen bütün konserleri o organize ediyordu- bir haber geldi, yapıyoruz konseri diye. Sanki eski biletlerimizle girdik diye hatırlıyorum. Konser hayal meyal aklımda, internetten bakınca hafızam tazelendi, konserin başındaki gözlük atışını hatırladım mesela. O güne kadar görmediğim bir ışık şovuyla başlayıp bittiğini, arkadaşlarımla konserden sonra günlerce “Aslında o değilmiş, dublörü gelmiş” geyiği yaptığımızı, biraz kıvırmaya başladığımız İngilizcemizle bağırarak eşlik etmeye çalıştığımızı ve o dans ederken hepimizin ağzımız açık kalakaldığımızı anımsıyorum. Bir de ya gelişinde ya da gidişinde, uçağının kapısından el sallamasını. Yıllar sonra bir gün Michael Jackson öldü. Çocukluğumuzun bir sayfası daha kapandı. Denedik, moonwalk dansını yapamıyoruz. Hoş zaten çocukken de yapamıyorduk ama artık hiç yapamıyoruz.
ÇİĞDEM MATER

 

26 MAYIS / GUNS N’ ROSES 

Yıl 1993, günlerden 26 Mayıs, lise birinci sınıfın son günleri. Türkiye’nin ikinci, benim ilk stadyum konseri maceram. Guns N’ Roses geliyor haberleri çıktığından beri hepimizde büyük bir heyecan; kuyrukta beklenip alınan biletler, zaman yaklaştıkça acaba nasıl olacak konuşmaları, şarkıları daha da iyi ezberleme çalışmaları… Hepimizin gönlünde Appettite For Destruction ve Use Your Illusion 1-2 taht kurmuş. Konsere gidip bağırarak şarkı söylemek istiyoruz. Önceden deneyimimiz yok ama duyduklarımız var, öğrenmişiz ki geceden gidip sıraya girmek lazım. Sırtımızda çantalar, kısa bir vapur yolculuğu ve İnönü Stadyumu’na varış. Uykusuz bir gece, tuvalet sorunu kimin umurunda… Gece çok kalabalık olmayan sıra, hava aydınlanmaya başlayınca uzamış, bir süre sonra ucu görünmez olmuş. Saatlerce beklemenin yorgunluğu herkese çökmüş ama binlerce insanla aynı şeyi beklemenin heyecanı hepimizi sarmış. 22 yıl sonra her detayı hatırlamak zor ama stadyumun ortasında durduğum anı, bir de konser sırasında tanıştığım arkadaşlarımı hala unutmam.  Tabii bir de Axl Rose’un kırmızı taytıyla sahneye fırlamasını… Gerçi ben her zaman Izzy’ciydim. Bağıra bağıra şarkı söylediğimiz konser, Axl Rose’un atılan maytaplara sinirlenmesi ve “Giderim ha!” tehditleriyle geçti. Ama bir daha hiçbir stadyum konseri benim için o kadar heyecanlı olmadı. Artık kuralları biliyordum çünkü… Bir de bilmem yazıyı görürler mi, eski arkadaşlarım Kerim, Ceyda, Ayşegül ve Hüseyin, bu konseri unutulmaz yaptığınız için teşekkür ederim.
İLKSEN BAŞARIR

 

20 HAZİRAN / ELTON JOHN 

Kendi paramla aldığım ilk kasetlerden biriydi Reg Strikes Back. Bir geri dönüş albümü olduğu adında saklı. Geri dönen Reg, gerçek adıyla Reginald Kenneth Dwight. Bizim bildiğimiz adıyla, Elton John. İşte o albümle tanıştığım bu usta, daha yeni yeni gitar çalmaya başlamışken beni çok etkilemişti. Şarkı yazma konusunda en büyük öğretmenlerimden, rehberlerimden biri olan bu sıra dışı müzik insanının bulabildiğim bütün albümlerini edinmiştim. Metalci olmamanın en hafif ifadeyle ‘zor’ olduğu arkadaş grubumda tuhaf karşılanan bir dikkatle sürekli dinliyordum ki o haber geldi: Elton John istanbul’a geliyordu. 1993 yılındaki bana, “İstanbul’da bir stadyumda kimi izlemek istersin?” diye sorsalar tereddütsüz Elton John cevabını vereceğim için bu küçük mucizeyi kaçıramazdım. Yalnız gitmek istemiyordum konsere ama doğrusu, Elton John seven tek bir arkadaşım bile yoktu. Hatta benim kuşağımın konsere ilgisi de doğrusu sınırlıydı. Türkçesi ‘sert’ olmayan bir müzik dinlemeye razı olacak bir kurban bulmam gerekiyordu. Sağ olsun, sınıf arkadaşım Boran Evren benimle konsere gelmeyi kabul etti. Konser günü erkenden stada gittik. Yalnız o yılın diğer konserlerinin aksine, sırada bekleyen binlerce insan yoktu. Dolayısıyla bir-iki saat sonra döneriz diyerek sahile doğru yürümeye başladık ve birer turist edasıyla doğruca Dolmabahçe Sarayı’na girdik. Hızlı bir turun ardından stada döndüğümüzde yine büyük bir kalabalık yoktu. İzleyicilerin çoğu işten çıkıp gelecekti çünkü. Konser yaklaşırken benim heyecanım, Boran’ın can sıkıntısı artıyordu. Hangi şarkıların çalınacağını çok merak ediyordum. Sesin nasıl çıkacağını çok merak ediyordum. Gitarist Davey Johnston başta, bütün ekibi çok merak ediyordum. Her şeyi çok merak ediyordum ki konser başladı. Şimdiki aklımla hatırlayabildiğim, harika bir setlist ve iyi bir performanstı. “Sağ eli biraz tutuk mu ne?” gibi bir yorum duyup sinir olduğumu hatırlıyorum ki ihtimal, şimdi de duysam farklı hissetmem. Neredeyse bütün şarkılara eşlik ettiğimi, çok mutlu olduğumu hatırlıyorum. Bir de henüz hiç şarkı söylememiş ve şarkı yazmamış bir velet olarak müziğin nasıl bir etkisi olduğunu anlamaya başladığımı.
HARUN TEKİN

 

25 HAZİRAN / METALLICA 

Metallica’nın ilk İstanbul konseri, Türkiye’deki rock-heavy metal neslinin dönüm noktasıdır. O yüzden, kişisel bir hatıranın çok ötesinde anlamlara sahiptir. Ama hikâyenin kişisel kısmında da olayın önemine dair ipuçları yatıyor diye düşünüyorum. Ben o sıralarda İzmir’de lise ikinci sınıfa giden bir öğrenciyim. İzlediğim en büyük grup Pentagram. Popüler yabancı gruplar o dönemde Türkiye’ye hiç gelmemiş. Düşünün; Almanya’nın küçük ama kült thrash grubu Tankard İstanbul’a geldiğinde infial yaratıyor. Öyle bir yokluk… Bryan Adams, Guns’n Roses ile bu kabulleniş biraz yıkılıyor ama Metallica bir başka tabii. İzmir’in tek metal dükkanı Stüdyo Ümit, Metallica’ya üç otobüs kaldırdı. Biz de onlarla gitmek istedik ama annelerimiz izin vermedi. Ben 16 yaşındayım, kardeşim 14 yaşında. İzmir’de Göztepe’den bile çıkmışlığımız az, bir de İstanbul’a stadyum konserine gideceğiz! Israrlarımızdan sonra ailelerimiz tek şartla izin verdiler: Onlar da gelecek. E peki! Arkadaşlarım Tolga, Barış, kardeşim Fırat, annemiz ve Tolga’nın annesi dizilişinde bir kafileyle yola koyulduk. Bizi stadyumun oradaki sırada bıraktılar ve Taksim’e gittiler. Nihayet özgürüz! Saatlerce sırada bekledikten sonra kapılar açıldı. Biz önlerde yer almayı kafaya koymuşuz, dört genç depardayız. Stadyumun ana kapısına yaklaştık ki o da ne! Yolun ortasında annem ve Tolga’nın annesi kollarını açmışlar “Gitmeyin lütfen çocuklar gitmeyin hayırrrr!” şeklinde duruyorlar. Tam Babam ve Oğlum’daki “Kollarımı açaydım, gitme diyeydim!” sahnesi. Meğer Taksim’de takılırlarken “Rock konserlerinde çocuklar sakatlanıyor” gibi hurafeler duymuşlar, endişeleri katlanmış, polise yalvar yakar içeri girmişler. Tüm asiliğimle “Anne saçmalama!” deyip deparımıza kaldığımız yerden devam ettik. Konsere gelelim. Ön grup The Cult sahnedeyken yanımdaki insanlar “Az sonra Metallica’yı göreceğim” diye ağlıyordu. Ben onlara biraz gülüyordum ama James Hetfield’ı ilk gördüğümde gözümün sulandığını itiraf edebilirim. Konserde Hetfield’ın komutan edasıyla 40.000 kişiye hükmedişini ve Jason Newsted’ın iç organlarımın yerini değiştiren bas gitarını asla unutamam. Ama daha önemlisi Metallica’nın bizim nesil için ifade ettiği anlamda, ‘büyümek’te yatıyordu. O dönemki sloganlarının ‘Birth-School-Metallica-Death’ olması boşuna değildi! Annemin son dakika kuralını yıkmamla ve binlerce insanla Master of Puppets’a eşlik etmemle birkaç yaş büyüdüm sanki. Çıkıp annelerimizle buluştuğumuzda sanırım onlar da bunu fark etti. İstanbul’da daha sonra gerçekleşen konserlere anneler olmadan gittik.
DOĞU YÜCEL

 

2 TEMMUZ / STING 

Lise yıllarımda yazın herkes yazlığa, bense konserlere koşardım. Bunlardan ‘93 yazı hem bereketli geçmiş, hem de yeni bir lezzet katmıştı konser kültürüme: stadyum konseri. İnönü Stadı, iki adım ötedeki Açıkhava Tiyatrosu’ndan yükselen tınılara kulak vermiş, kafasını kaldırdığında gördüğü Spor Sergi Sarayı’nda konser yapılmasını kıskanmış olacak ki çimlerine basılmasına göz yummuştu artık. O zamanlar Gökkafes gibi çirkin, işgalci bir yapı ya da uzay tünelleri yoktu stadın dibinde. Onun yerine Beleştepe vardı. Nitekim Guns N’ Roses konserini oradan dinlemiştim. Keza Metallica da öyle ama son şarkılarda kapılar açılıp içeri hücum ettiğimizden, birkaç şarkılığına da olsa ilk stadyum konserim o olmuş oldu. Benim iple çektiğim tarihse başkaydı.

4 Temmuz günü saat sabahın 07:30’unda bitiverdim İnönü’de. 20 kişi kadar daha vardı, garaj kapısının orada. Uzun bir bekleyiş olacaktı, her şey Sting’i en önden izleyebilmek içindi. 10.30 gibi acı haber geldi; bütün kapılardan giriş yapılacaktı. Bu, üç saattir boşu boşuna beklediğimiz anlamına geliyordu. Herkes farklı kapılara dağıldı. Ben de seçtim rastgele bir kapıyı ve orada yeni sıra arkadaşları edindim. Biri rica etti; “Ben hızlı koşamam, lütfen beni de tut ve sürükle en öne” diye ve sözümü aldı. Nitekim o an geldi, çattı ve tüm kapılar aynı anda açıldı. Sahaya ilk adım atan bendim. Dört bir yandan açılan kapılardan akın eden rakiplerimi gördüğüm gibi başladım depara. Sağ elimde bir ağırlık, bir insanı sürüklemekteyim. Ben Johnson halt etmiş, ben de bu 100 metreyi 9.79’da koşabilirim, hem dopingim de sağlam, beni bekleyen bir Sting konseri var. Nitekim ipi ben göğüslüyorum! En öndeyim ya, artık gerisi teferruat. Konser mi? Hiçbir şey hatırlamıyorum! Zaten stadyum konserlerini bu yüzden pek sevmem. Hani futbol maçına gidip pozisyonları ya da golleri anca evde izleyebilenler vardır ya, işte stadyum konserleri de benim için öyledir.  Yine de o konserden hatırladığım bir ‘pozisyon’ var elbette. O da konserin ön grubu, o zamanlar hayranlık beslediğim Bulutsuzluk Özlemi’nin sahne alışı. Bulutsuzluk en iyi zamanındaydı, hem de Richard Hammer’lı, Demirhan Baylan’lı, Akın Eldes’li kadroyla. Konser süper değildi esasında, tahminen çok da rahat değillerdi sahnede, ama yine de enerjileri yerindeydi, özellikle Demirhan’ı hayranlıkla izlemiştim. O zamanlar bilmiyordum tabii yıllar sonra Demirhan’ın konserinde çalışacağımı, Bulutsuzluk’un kaydını yapacağımı. Aradan geçmiş yirmi yıla yakın zaman, yine Sting gelecek, hem de Back to Bass formatında, gitmek farz. Mekan yine bir spor alanı: Ataköy Atletizm Arena. Artık olmuşum VIP, konsere bir saat kala varıyorum mekana. Her şey harika, yanımda sevdiğim kadın, etrafımda müzisyen dostlarım, önlerdeyiz. Tabii beklentilerim değişmiş, illa adamın burun kılını görmem gerekmiyor, sahneyi ve sesi biraz daha bütün olarak algılamak istiyorum. O yüzden en öne yönelmeyip birkaç metre arkada duruyorum. Her şey harika, süper bir konser izliyorum. Ama rahat batıyor, arkamı dönüyorum, biletleri ateş pahası sahne önünü saha içinden ayıran o bariyerleri ve ona yapışmış duranları görüyorum. Durduğum yer onların hakkı, ilk gelenin, en çok isteyenin, yirmi yıl önceki benim. Ama aradan geçen zaman, seyirci ile sanatçı arasına endüstriyi iyice sokmuş, olan sahnedeki sanatçıya, sahadaki sporcuya, tribündeki taraftara, sahadaki seyirciye, aralarındaki duygusal bağa olmuş. Kaldırın şu bariyerleri.
VOLKAN GÜRKAN

 

13 EYLÜL / BON JOVI 

Heyecanlıydım; “Çalışır mısın?” dedi Hamdi, ne iş yapacağımızı bile sormadım. Bon Jovi sevdiğimden değil, stadyum konseri izleyeceğim için heyecanlıydım. Sabah erken saatte İnönü’ye girdik. İşin benim için en keyifli tarafı, ‘Mabed’in hiç görmediğim ve belki de bir daha göremeyeceğim yerlerini görüyor olmaktı. Büyükçe bir salonda toplandık. İki gönüllü istediler. 23 yaşında ve her şeyi bildiğini sanan biri olarak tabii ki her şeye atlamamak gerektiğini de biliyordum. Diğer çocuklar da benim kadar biliyorlardı sanırım, kimse gönüllü olmadı. Rastgele iki kişiyi alıp götürdüler. Akşam konserden önce geldiklerinde bütün günü Bon Jovi ile geçirdiklerini öğrendik. İşimiz sponsor firmanın meşrubat satış noktalarının ikmalini organize etmekti. Bütün gün boş boş oturduk, geyik yaptık, stadın “Oraya giremezsiniz” demedikleri her yerine girip çıktık. “Nirvana ve Pearl Jam varken Bon Jovi ve Guns kimmiş!” diye bolca ahkâm kestim. Sonra ‘ses’ geldi; soundcheck. Hiç bu kadar yüksek bir ses duymamıştım. Hipnotize oldum. Sonra seyirciler girdi. Üzerimizde görevli olduğumuzun işareti Bon Jovi tişörtleri olduğundan kasılmaya başladık. Hava karardığında Bon Jovi sahneye çıktı. Numaralı tribündeydim. Işık; bir futbol sahasını dolduracak kadar çok insanın üstüne vuran ışık. Bayağı bir süre seyirciyi izlediğimi hatırlıyorum. Sonra da ister istemez Richie Sambora’yı. Enteresan, basçılarını hiç hatırlamıyorum ki hep basçıyı izlerim. Ama ilgimi çekmiyordu konser. Benim de saçlarım belime kadardı ama fönlü değildi işte. Kale arkasına geçtim alt koridorlardan. Her yer idrar kokuyordu. Herkes organizatöre küfür ediyordu. Üstümdeki tişört yüzünden bana da ettiler. Kale arkasındaki satış noktalarından birinde çalışanlara yemek gitmemişti. Onlara yemek getirmeye gittim, yemek bitmişti. Ben de bitmiştim. Geri dönüp “Yemek bitmiş arkadaşlar” dedim koca koca adamlara. Onlar da küfür ettiler. Ben de küfür ettim.  Sahaya inip Kapalı’ya geçtim. Çok uzun sürdü insanların arasından yürümek. Kapalı’da da sıkıldım. Sonuçta, önümüzden koşan bir Metin yoktu.
TAYFUN POLAT

 

17 EYLÜL / SCORPIONS 

Bryan Adams’ın Summer of 69’ı varsa, bizim de ‘93 yazımız var. Türkiye’de stat konserleri 1992 yılında Bryan Adams’ın İnönü Stadı’nda verdiği konserle başladı, 1993 yazında ise doruğa ulaştı. Hepsine gittim ve her konser öncesi sanki İnönü Stadı’nda maça çıkıyormuşçasına heyecanlıydım. Hepsinde saha içindeydim, bazen önlerde, bazen en önde. Tıpkı yukarıda saydığım isimler gibi Scorpions’ın da ilk İstanbul konseri olacaktı bu. O zamanlar biraz Still Loving You, biraz da Wind of Change’in etkisi ile ülkemizde ‘bakkal rock’ statüsüne sokulsa da ve zaman zaman ben de aynı görüşte olsam da grubun diskografisine saygı duyuyordum, özellikle ilk dönemlerine… Gitarda Michael Schenker, sonra yerine gelen Uli Jon Roth’un olduğu dönemler bunlar. Ne yazık ki iki gitaristle de izleme şansımız olmadı, bir başka hastası olduğumuz Matthias Jabs denk düştü içinde bulunduğumuz yıllara. Face the Heat albümü İstanbul konserinden birkaç önce çıkmıştı, bu nedenle setlist’in üçte birini oluşturan albüm şarkılarına kulaklarımız aşina değildi henüz. Eski ve yeni şarkılarla geçen dakikalardan sonra grup sahneyi terk etti, ışıklar söndü ve sahnenin ön tarafına daha küçük ölçekli bir davul ve birkaç tabure konuldu. O da ne, Scorpions sahneden beş kişi indi ama altı kişi çıkıyor. Işıklar yanınca altıncı elemanın Michael Schenker olduğunu anlayanlar ortamı alkış, ıslık ve çığlığa boğdu. İnanılmaz bir andı, az sonra Uli Jon Roth da fırlar diye düşündüm ama fırlamadı… Tıpkı gruptan ayrılmasına rağmen ‘93 İstanbul konserinde Guns N’ Roses’la sahneye çıkan Izzy Stradlin gibi, Michael Schenker’in varlığı da bu konseri unutulmazlarımız arasına soktu. When The Smoke is Going Down , Always Somewhere, Under the Same Sun ve Holiday akustik bölümün şarkılarıydı. Bu şarkılar ne zaman bir mekanda çalsa aklıma gelen hep konserin Michael Schenker’li akustik bölümü oldu. Şarkıların hiçbiri Michael Schenker’li döneme ait olmamasına rağmen…
ÇAĞLAN TEKİL

 

 

7 EKİM / MADONNA

Ahmet San Productions’ta tüm saha prodüksiyonunun başında çalışıyorum. O yaz beş konser yapmışız,  adeta İnönü Stadı’nda yaşıyorum. Madonna son konserimiz. Genelde sanatçılarla konser öncesi tanışıp konuşmuş olurum ama Madonna’ya ulaşmak mümkün değil. Kimseyle görüşmüyor. Onca süper sanatçı içinden bir tek bu mükemmeliyetçi kadın stada saatler öncesinde geliyor. Dansçıları ile full soundcheck (ses ve dans rutin provası) yapıyor. Her konserinde yaparmış. Bütün ekip hayretler içindeyiz. Konsere bir saat kala basın danışmanı yanıma geliyor. “Birisi ile konuşmak istiyor, sen ol istiyorum, gel benimle” diyor. İki telsizimi kapatıp soyunma odasına giriyorum. İçeride sadece bir sürü mum ve makyaj aynasının ışıkları yanıyor. Küçük olduğunu biliyoruz hepimiz ama hiçbir şey, insanı onu gördüğünde ne kadar ufak tefek olduğuna hazırlayamıyor. Makyajı yapılırken yanına gidiyorum. “Konuşmak istiyormuşsun” diyorum. Bana bakmadan “Beklentim ne olmalı?” diyor. Ben “Sorularını detaylandır lütfen” deyince makyözü durduruyor, bana dönüp bakıyor ve “Arkama geç, aynadan birbirimizi görüp konuşalım” diyor. Sınıfı geçiyorum ve başlıyor sormaya. Hem de ne detay! Michael Jackson konseri nasıl geçti? Doluluk oranı neydi? Seyirciyle konuştu mu? Sence bu konsere gelenlerin yaş ortalaması kaç? Türkiye’de eşcinsel haklarına nasıl bakılıyor? AIDS bilgilendirilmesi ne noktada? İngilizce konuşsam kaç kişi ne düzeyde anlar? Ne kadarı senin kadar konuşuyordur? Sonra “Bana birkaç Türkçe kelime öğret” diyor. Ne söylesem anında hiç aksansız tekrar edebiliyor. İki tekrar ve laf, artık ezberinde. 20 dakika sonunda çok içten teşekkür ediyor ve “Ben senin için ne yapabilirim?” diye soruyor. O sıralar Power FM’de program yapıyorum, yanımda kayıt cihazı var. “Bir şey söyle, kaydedeyim” diyorum. “Ne istersen” diyor Madonna bana! “Hi this is Madonna, you’re listening to Power FM 100!” de diyorum. O zamanlar dünyada hiçbir radyoda onun böyle bir kimlik kaydı yok. Söylüyor. Şoktayım. Kimler geldi, kimler geçti onun kadar profesyonel ve zekisini görmedim. Tesadüfen Madonna olunmuyor.
ÇAĞAN YÜCE

* Bu yazı ilk olarak Socrates’in Mayıs 2015 sayısında yayımlanmıştır. Eski sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.

 

İlginizi çekebilecek diğer içerikler