Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

BasketbolGündemİlk Adım

Sarunas Marciulionis 1980’lerin sonunda SSCB’den ayrılıp NBA’e gitmeye karar verdiğinde örnek alabileceği biri yoktu. Soğuk Savaş dönemiydi ve ülkesinden kimse, daha önce bu kadar uzakta basketbol oynamayı denememişti...

Bu yazı ilk olarak Socrates’in ‘Tutunamayanlar’ ana konulu Şubat 2016 sayısında yayımlandı. Tüm sayılarımıza bu adresten ulaşabilirsiniz.


Basketbola başlamadan önce tenis kortlarında vakit geçirirken, 7-8-9 yaş kategorilerinde ülke şampiyonluğuna ulaştığınızı görüyoruz. Bu başarılara rağmen, “Hayatımda kort üzerinde Sarunas’tan daha kötü tekniğe sahip olan bir oyuncu izlemedim” diyen tenis antrenörlerinizin memnuniyetsizliği nereden geliyordu?

Rezaletti. Ne deseler haklılar. Yani… Vuruşlarımı nasıl anlatabileceğimi dahi bilmiyorum, o kadar kötüydü. Hayatımda hiç backhand vurmadım mesela. Her iki elimi de kullanmayı küçükken öğrenmiştim; top sağıma gelince sağ elle forehand, sol tarafa geçince de sol elle forehand vururdum. “Bu çocuk ne yapıyor? Kaybol buradan” demişlerdi Sovyet Rusya seçmelerinde. 10 yaşındaydım. O gün tenisi bıraktım.

Litvanya tenisi için büyük bir kayıp olduğunu düşünmüyorum. Ülke şampiyonuydum ama sonuçta backhand vuramıyordum. Ben de ailemin yardımıyla, tenisten elde ettiğim fiziksel kazanımı basketbola taşıdım. Reflekslerim ve ilk adımım yaşıtlarıma oranla çok gelişmişti. Hem sol hem de sağ elimi kullanabiliyor olmam da o dönem pek çok sporun aksine, basketbol için bir artıydı elbette. Biliyorsunuz ki Sovyet döneminde sol eli kullanmak…

Yasaktı. Ya da durun, yasak demeyeyim. Tercih edilmezdi. Nedenini biliyor musunuz? Hiçbir öğretmen solak değildi, o yüzden. Sol elle yazmak, farklı olmak ve gruptan ayrışmaktı. Öğretmenler sol elle nasıl yazı yazılacağını öğretemiyordu. Prosedür belliydi. Hoca tahtaya geçer ve sağ eliyle yazmaya başlardı. Sen solak mısın? Kalemi o elinden yavaşça bırakman ve hiç kullanmadığın sağ eline geçmen gerek. Geçmezsen, uyarı alırsın. Mesela ben hâlâ solak mıyım, değil miyim bilmiyorum. Ailem hayatta değil, bu bilgiyi de edinebileceğim kimse yok. Solak doğmuş ve daha sonradan sağ elimi kullanmaya zorlanmış olabilirim. Tenisteki skandal kariyerimi ancak böyle açıklayabiliyorum.

Sovyet baskısından bahsettiniz. Çıkış noktası her ne kadar Joseph Goebbels ve Winston Churchill kaynaklı olsa da dönemi anlatmak için kullanılan ‘Demir Perde’ artık kalıplaşmış bir tabir. Kapalı kapılar ardında, sizin bir politik görüşünüz var mıydı?

Hayır, yoktu. Olanları anlamıyorduk ki… Tek yol vardı. Alternatif yolu düşünüp de uygulayamamaktan, baskı görmekten bahsetmiyorum. Problem, A-B arasında kalıp her zaman A’yı tercih etmek durumunda kalmak değildi. B’yi bilmiyorduk biz. Başka bir opsiyon olabileceğinden haberimiz yoktu.

Sonra 1988’de olimpiyat altınını kazandık. Seul’deki zaferden sonra bazı düşünceler ortaya atıldı. Başka ülkelere geçme fikri konuşuldu. Ben o dönem tam ne kadar kazanıyorum hatırlamıyorum. Aylık 600 Dolar civarı bir miktar olması lâzım. O paradan da kulübüm Statyba, basketbol federasyonu ve başkaları pay alıyordu. Cebimde çok fazla el vardı. “Evet, size elbette pay vereceğim ama bana ait olanı alamazsınız” diyordum, yine de yetmiyordu. Hep daha fazlasını istediler. Atletler ülke genelinde kahraman ve rol model gibi görüldüğünden, bizi kaybetmek istemeyen de bir yapı vardı. Baskı arttı. Tehdit etmeye başladılar.

ABD’ye gitme kararını almanızda gelen tehditler mi faktör oldu? Ülkeyi terk edişinizden önce Garry Kasparov’la yaptığınız özel görüşmenin detaylarını paylaşabilir misiniz?

Büyüdükçe, özgür bir insan olmadığımı anladım. Mevcut şartlarda özgür olma şansım da yoktu. Bir şeylerden vazgeçip, bazı kararlar alıp, en basit tabirle ‘bir takas’ yapmalıydım. Tek çare Sovyetlerden ayrılmaktı. Kasparov’la görüşmeye gittim çünkü ikimiz de aynı avukatlarla çalışıyorduk. O avukatlar, uluslararası hukuk kuralları gereğince bize bir çıkış yolu gösterdi ve dünya üzerinde herhangi bir şirketle, istediğim gibi sözleşme yapabilmemi sağladı. Kasparov’un bana, “Yarın ülkenin en zengin adamlarından biri olarak güne başlayabilirsin. Ya da KGB seni Sibirya’ya götürür” dediğini hatırlıyorum.

Tehdit konusu ise biraz karışık. Kulübüm Statyba’da koç bana dava açtı ve NBA’deki hazırlık kampına gidişimi engellemek istedi. Moskova’da havalimanına gider ve bu ülkeden ayrılırsam, ‘Başıma bir şeyler gelebileceğini’ söyledi. Benim kazandığım paradan istediği payı alamıyordu. Daima, “Bu ülke bana şunları şunları verdi. Gidiyorum ama merak etmeyin hepsini geri ödeyeceğim” dememe rağmen bana karşı samimi olmadı. Cüzdanımda para, cebimde pasaport yoktu. Alın terimle kazandığım paraya göz dikmişlerdi. Şimdiki jenerasyona bunları nasıl anlatabilirim? Sen kaç yaşındasın mesela? Anladın mı? Hiç sanmıyorum.

Bu bağlamda, “Sarunas Marciulionis her şeyi başlatan adam. Bariyerleri o yıktı” ve Tony Parker’ın babasının yapmış olduğu, “Marciulionis bugün NBA’de yapılan her kontrattan yüzde 5 pay almalı” yorumlarına ne diyorsunuz?

Fransız mizahına olan inancım tazelendi. Çok gülmüştüm. Tony’nin babası umarım bir gün NBA komisyoneri olmayı düşünür. Eğer isterse bunu yapabileceğine inanıyorum.

Öte yandan, unutmayın ki 1989 yazında ABD’ye giden sadece ben değildim. Vlade Divac, Alexander Volkov ve Drazen Petrovic de aynı dönemde NBA kariyerlerine başladı. Elbette insanların böyle düşünmesi beni mutlu eder ama dediğim gibi, tek başına değildim. Drazen sürekli kenarda oturuyordu, sonra yıldız statüsüne erişti. Ben ne olup bittiğini anlamak için bir-iki yıla ihtiyaç duydum. Ancak üçüncü yılımda, Warriors formasıyla maç başında 18-19 sayı ortalama tutturabildim. Bugün geriye dönüp baktığımda, yaşadıklarımı gerçekten takdir eden birileri varsa bundan sadece onur duyabilirim.

Hall of Fame kabul konuşmanızda da ABD’ye adaptasyon sürecinin zorluğunu vurgulamıştınız. Golden State Warriors’tan eski takım arkadaşlarınız Mitch Richmond ve Chris Mullin’ın seremonide dakikalarca güldüğü ‘ördek’ hikâyesinin tamamını anlatabilir misiniz?

Hall of Fame konuşmasında hedefim insanların vaktini çalmamaktı. Fazla vakit yok, ben de esprili bir şeyler söyleyeyim dedim. Ördek hikâyesi de San Francisco’ya ilk geldiğimde ABD kültürüne dair hiçbir şey bilmememle alakalı. Donnie Nelson, koç Don’ın oğlu ve takımın scout’u, bana aynı zamanda daha yavaş konuşarak İngilizceyi İngilizceye tercüme desteği de veriyor. Bir gün antrenman sonrasında soyunma odasına girdim ve baktım ki her yerde buz var. Chris Mullin da ayağını buz kovasına daldırmış. Korktum ve Donnie’ye söyledim.

-Donnie, biz buzu viskiye koyarız. -Amerika’da tedavi için de kullanılabiliyor.

Hayatımda hiç o kadar buzu bir arada görmedim. Buz çantası, buz kovası… Tamam, tedavi için bana buz veriyorlar onu anladım. Eğlence için değil. Ama bir şeyler içmeye gidiyoruz, kola istiyorum ve garson bana içi buz dolu bir bardak getiriyor. “Bu ne?” diyorum. “Kola” cevabını veriyor. Hayır, kola değil. Kolalı buz. Donnie, sırf bu tür olaylarda benimle çok eğlenirdi. Mesela istatistik kavramı da var. Ben 20 yıl istatistiğe bakmadım. Maçı ya kazanıyorsun ya da kaybediyorsun. Yazıyor yukarıda skor. NBA’e bir gittim, her yerde sayılar var. Kafam karıştı. Koç Don Nelson zaten sürekli bağırıyordu. Yanına gider kısık sesle bir şeyler söylerdim, o daha yüksek sesle cevap vermeye başlar ve konuşma biterdi. Bir ördek gibiydim. Soyunma odasında duran, tuhaf bir ördek.

‘Eurostep’le özdeşleşen ve bu adımlama rutinini NBA’e getiren kişi olarak, James Harden’ı izlemek nasıl hissettiriyor? Modern oyunda hareketin mükemmelleştirildiğini mi düşünüyorsunuz? Yoksa…

Manu Ginobili’nin adımlamasını beğeniyorum. Estetik, zeki ve eğlenceli. Bir anda yönünü ve kararını değiştirebiliyor. Onunki kusursuza daha yakın, benim denemelerimin geliştirilmiş formu diyebiliriz. Harden ise adımlamanın yanı sıra eliyle koluyla bir şeyler yapıyor.  Modern basketbolda yeni kural buysa ben bilmiyorum. Penetre ederken rakibi elimle itebileceğimi bana öğretmediler. Sadece omzumu kullanabiliyordum.

NBA’deki en iyi döneminize denk gelen 1993 EuroBasket’e değinmek istiyorum. ‘Wroclaw Fiyaskosu’ olarak bilinen, Litvanya’nın Belarus’a kaybedip EuroBasket’e katılamadığı eleme turnuvasında neden sakat sakat oynadınız? Sabonis ve Kurtinaitis kadroda yer almadığı için mi?

O dönem çok sakatlanıyordum. Warriors’ta bir diz sakatlığı geçirmiş ve sadece takıma destek için kafileye katılmıştım. Oynamayı düşünmüyordum, teklif de etmedim. Kadroda yer almam koç Garastas’ın fikriydi ve bir hataydı.

“Hadi oyna, takıma yardım et” dediler ve Polonya maçıyla oynamaya başladım. Kötüydük, yine de kazanmıştık. İkinci maç Belarus’a karşıydı ve ülke tarihinin en acı mağlubiyetlerinden birini aldık. Kadroda Sabonis-Kurtinaitis yoktu ama Karnisovas, Krapikas ve Chomicius vardı. Benden de liderlik bekleniyordu. Ben ne yaptım? Boş şutları dahi sokamıyordum. 1992’de olimpiyat bronzu alan takım, Belarus’a yenilmişti. Oynamasam, takım muhtemelen daha iyi performans gösterip böyle bir skandal yaşamayacaktı. Hâlâ katılamadığımız tek turnuvadır 1993 EuroBasket.

Fiyaskonun akabinde gelen 1995 finaline dair ne söylersiniz? Rakibiniz Sasha Djordjevic’le konuştuğumda…

Sözünü kesiyorum. Ne dedi? Kesin devre arasında soyunma odasına giderken ona, “Sasha hadi iyisin. Ortalamanı şimdiden yakaladın” dediğimden bahsetti. Herkese bunu anlatıyor. Evet, dedim. Yaptım bir hata. 41 sayı attı, kupayı elimden aldı. Benden daha ne istiyor? O maçta hakemlerin sonuca etki etmediğini söyleyebilir misiniz? Sabonis’e çalınan beşinci faulü hatırlıyor musunuz? Ben hakemlerle aramda geçenleri biliyorum. Maçın bir devresinde iletişim hâlindeydik, ikinci yarıda ise beni görmezden gelmeye başlamışlardı.

Maçın durduğu an Sasha yanıma geldi ve “Kaç tane yarıda kalmış finalimiz var?” dedi. “Nerelerden sıyrıldık, başımıza neler geldi… Bugün, işte buradayız. Hadi bitirelim şu maçı” diye çıkıştı. Benim de aklımı çeldi tabii ki. Ona hep çok saygı duydum ve adil bir rakip olduğuna inandım. Hakem yönetimi onun suçu değildi sonuçta. Yugoslavya gibi galibiyeti salonda askerlerle kutlamak durumunda kalan bir ülke için bu galibiyetin önemi belliydi. Külkedisi hikâyesine, tutunacak güçlü bir şeylere ihtiyaçları vardı. Biz de gerçekten büyük saygı duyuyorduk onlara. Geri döndük. Kaybetmiş olmamıza, hak etmeden yenilmiş olmamıza rağmen ortaya tarihin en güzel finallerinden biri çıktı.

Bugün geriye dönüp bakıyorum. 1995 finali dahil, bir yıkım yaşamıyorum. Basketbol kariyerim bitti. Ülkeme geri döndüm, bir akademi kurdum. Otel açtım. Spor barı işlettim. Litvanya’da profesyonel basketbol liginin oluşumunda rol aldım. Vakıflar kurdum, elimden geldiğince insanlara yardım etmeye çalıştım. SSCB’den ayrılırken, “Bir gün borcumu ödeyeceğim” demiştim. Sözümü tuttum.

Peki bıyığı neden kestiniz?

Kadınlar artık beğenmiyordu. Kadınları dinlemelisiniz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Umut Işığı

Umut Işığı

3 sene önce
Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce