Yemin ederim benim hayatım bir film.
Gerçekten bir film.
Bayağı tiplerin arazi aracı aldıkları için bu tarz cümleler kurduğunu biliyorum ama yemin ederim ki ben bunu gerçekten söyleyebilirim. Bunu size ispatlayacağım.
Bu gerçek bir hikâye. Yemin ederim. 16 yaşımda Kamerun’dan Amerika’ya geldiğimde İngilizce bilmiyordum, Amerika’da bir kişi bile tanımıyordum ve temel hip-hop kültürü dışında kültürlerine dair hiçbir bilgim yoktu. İnsanların benim hikayemi biraz bildiğinin farkındayım ama aslında ne kadar çılgınca olduğuna dair hiçbir fikirleri yok. Çünkü basketbol oynamaya Florida’da bir liseden teklif almadan 3 ay önce başlamıştım.
Smaç basabiliyordum fakat top kontrolüm hiç yoktu.
İlk gün antrenmana gittiğimde o kadar kötüydüm ki koç beni salondan kovdu. Ne yaptığıma dair bir fikrim yoktu. Cılız ve yumuşaktım. En kötü kısmı ise takım arkadaşlarım lise filmlerindeki dallama çocuklar gibi aralarında beni gösterip gülüşüyorlardı. Çılgıncaydı. Ne konuştuklarını bile anlamadan o çocuklara bakıyordum ve “Hadi ama çocuklar, gelişime güvenin biraz” diye düşünüyordum.
Onlar da “Gerek yok, sen berbatsın” der gibilerdi.
Yurt odama gittim ve ağladım. Kendi kendime “Bu çılgınlık. Burada ne yapıyorum? Oynamayı bile beceremiyorum. Eve gideceğim” diye düşünüyordum.
Sonrasında odamda oturup Lil Wayne ya da ona benzer bir şeyler dinlerken ve benimle dalga geçen çocukları düşünürken rekabetçi yanım duygularımı ele geçirdi. Gerçekten ama gerçekten motive olmuştum. İnsanlar bir şeyleri başaramayacağımı söylediklerinde buna bayılıyorum. Onları haksız çıkarmayı o kadar fazla istiyorum ki. Sonra kendime dedim ki “Tamamdır, iyi bir oyuncu olana kadar salondan çıkmayacağım. KOBE”
Kendimi günden güne geliştiriyordum, özellikle de çember etrafında. Fakat hâlâ şut atamıyordum. Ben de takım arkadaşlarımdan biri olan Michael Frazier II ile çalışmaya başladım. Onu hatırlıyor musunuz? Bu çocuk bir şutördü. Öyle böyle değil. Bir keresinde Florida’da bir maçta 11 üçlük atmıştı. Ben de antrenmanlardan sonra onunla birlikte üçlük antrenmanlarına başladım ve tabii ki beni parçalıyordu. Şut stilim ve temellerim yoktu. Topları fırlatıyordum. Ama bu çocuğa her gün kaybedemezdim. O kadar rekabetçiyim ki “Bu çocuğu yenmeliyim, bir yolunu bulmalıyım” diye düşünüyordum.
Bir akşam dinlenirken YouTube’a girdim ve bu şutörlük olayını öğrenmeye koyuldum.
Arama kutusuna geldim…
NASIL ÜÇLÜK ATILIR?
Hayır.
DOĞRU ŞUT STİLLERİ
Hayır.
Tam o anda zihnimde bir ampul yandı ve büyülü kelimeleri yazdım.
ÜÇLÜK ATAN BEYAZ ADAMLAR
Dinleyin, bunun bir stereotip olduğunu biliyorum fakat hiç üçlük atan 30 yaşında normal bir adam gördünüz mü? Dirsekler her zaman dik. Dizler bükük. Muazzam bir şut hareketi. Her zaman. Amerika’da nasıldır bilirsiniz, sahada her zaman Everlast marka şort giyen hafif yaşlı bir adam vardır. O adam her zaman sıkıntı yaratır. Tertemiz şutu vardır.
YouTube’da bu tarz adamlardan öğrendim şut atmayı. Mükemmel bir şut stiliyle üçlük atan rastgele adamlar. Michael ve ben antrenmandan sonra saatlerce oynardık ve o adamların şut stilini taklit etmeye başlamamla birlikte onunla yarışabilir hale gelmiştim. Çılgıncaydı çünkü şut mesafemi arttırmak tüm oyunumu değiştirmişti. Takımlar artık beni uzaktan savunamıyordu, daha iyi oynamaya başlamıştım.
Biliyorum ki insanlar abarttığımı düşünecek ama bu gerçek bir hikâye. O zamanlar daha J.J Redick’in kim olduğunu bile bilmiyordum. NBA hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordum çünkü Kamerun’da asla izleyemiyordum. Ama hayır, çok fakirdik, televizyonumuz yoktu diye izleyemiyordum demek istemiyorum. Televizyonumuz vardı. Gayet normal bir hayatımız vardı. Amerikalılar, tüm Afrika tek bir ülkeymiş gibi garip fikirlere sahip.
NBA izleyemememin sebebi annemin okul hakkında çok katı biri olmasından kaynaklıydı. Şakası yoktu. Asla geç saatte maç izleyemezdim. Uyan, yemek ye, saat yediden beşe kadar okula git, koşarak eve dön, biraz kestir, uyan, yemek ye ve geceye kadar ders çalış. Her günüm böyleydi. Amerika’da okul çok kolay. Kamerun’da lise üniversite gibi. Tüm yaptığım uyumak ve ders çalışmak olduğu için arkadaşım bile yoktu.
Kamerun, 2002 Dünya Kupası’nda altın jenerasyona sahipken sekiz yaşındaydım ve annemle babama futbol oynamama izin vermeleri için yalvarıyordum. Oralı bile değillerdi. Yaşım biraz daha büyüdüğünde asileşmiştim ve oynamak için evden kaçıyordum.
Okulun bitiş saatinden sonra annemin eve gelişine kadar bir saatlik vaktim vardı ve evimizin hemen yanında bir saha bulunuyordu. Tüm düzeni kurmuştum. Okuldan sonra eve koşuyordum, çantamı mutfak masasının oraya bırakıp bir kitap açıyordum. Gerçekten çok çalışıyormuşum gibi önemli yerlerin altını renkli kalemle çiziyordum. Kalemler ve kağıtlar ortalıktaydı. Tüm bunları hazırladıktan sonra sahaya koşuyordum. Bu konuda o kadar iyiydim ki annemin arabasının yoldan gelirken çıkardığı sesi tanıyabiliyordum. O sırada sahanın diğer tarafındaysam çok uzakta kalmış oluyordum. Kalede oynayan arkadaşım annemin arabasını görür görmez “Joel! Joelllll! Annen geliyor dostum! Koş!” diye bağırıyordu.
Annem gelir gelmez eve doğru depar atıyordum, ayakkabılarımı saklıyordum ve terli bir halde masanın başına geçiyordum. Sanki o kadar yoğun ders çalışıyormuşum ki bayılmama az kalmış gibi. Annem arabasını park edip, ayakkabılarını çıkarıp ders çalışıp çalışmadığımı kontrol edene kadar yaklaşık 25 saniyem oluyordu.
Masada elimde bir bardak meyve suyuyla “Merhaba anne, benim. Uslu çocuğun” der gibi oturuyordum.
İzlediğim ilk NBA maçı 2009 Finalleri sırasındaydı.
Lakers vs. Magic.
Dwight. Pau. Odom. KOBE.
Daha önce böyle bir şey görmemiştim. %100’le şut atıyorlarmış gibi hissediyordum. Her şut basket oluyordu. Sahadaki hareketleri, atletizmleri dünya üzerindeki en karizmatik şeydi.
Sonra bir an bunu yapmak istediğimi fark ettim.
Anneme ve babama yalvardım. Bir yıl boyunca yalvardım.
Babam “Kamerun’da kimse basketbol oynamıyor. Voleybol oynayabilirsin” diyordu.
Ben de “Ne, voleybol mu?” şeklinde karşılık veriyordum.
O sıralarda internetten Amerikan hip-hop müzikleri duymaya başlamıştım ve havalı görünmek için İngilizce bilmememe rağmen şarkıları söylemeye çalışıyordum. Lil’ Bow Wow ve Ciara’nın şarkısını söyleyerek okulda geziniyordum. O şarkıyı hatırlıyor musunuz? Tüm İngilizce bilgim “Hello, good morning” ve “I ain’t never had nobody do me like you” cümleleriydi.
Amerikan kültürüyle tanışmam bu şekildeydi. Bow Wow, Kanye ve Kobe. Bazen evimin yakınlarında arkadaşlarımla basketbol oynadığım sahaya giderdim ve her şut attığımda “KOBE” diye bağırırdım.
Hayal edin. Kamerun’da Kobe diye bağırarak harap bir potayı şutlarımla taşlıyordum.
Yedi yıl sonra Kobe’ye karşı oynadım.
Bu bir film. Gerçekten bir film.
İnsanlar hikayemi duyduklarında bile “Afrika’da inanılmaz yetenekli bir çocuk keşfettiler ve çocuk buraya gelip herkesi mahvetmeye başladı. Hop. Kansas. Hop. NBA” diye düşünüyorlar.
Hayır, anlamıyorsunuz.
16 yaşımdayken Luc Mbah a Moute beni her yaz Kamerun’da düzenlediği basketbol kampına çağırırdı çünkü boyum yaklaşık 2.10’du. O kadar gergindim ki ilk gün kampa katılamamıştım. İkinci güne katıldım, beni oyuna soktular ve birinin üzerinden smaç bastım.
Sanırım o kadar korkmuştum ki adrenalin vücudumu ele geçirmişti.
Daha ilk maçtan. Sadece smaç basmak değil. Birinin üzerinden smaç basmak.
“HASS***!” demiştim.
Hala berbattım ama en azından yeterince iyiydim. Bende bir şeyler görmüşlerdi. Güney Afrika’da Sınır Tanımayan Basketbol kampında yer kazanmıştım. İki ay sonra liseye gitmek için Florida’ya giden bir uçaktaydım.
Bir sene sonra Kansas’a katılmaya karar verdim.
O zamanlar March Madness’ın ne olduğunu bile bilmiyordum. Hangi takımların iyi olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Kansas’ı seçmemin tek sebebi Luc’un bana “Kansas en iyi takım. Kansas’a gitmelisin.” demesiydi.
Sonuç olarak Kansas’a gittim.
Ve yemin ediyorum gerçek bir hikâye daha.
Kansas’taki ilk idmanımızda Tarik Black üzerimden o kadar sert bir smaç vurdu ki az kalsın antrenmanı terk ediyordum. O kadar sert bir smaçtı ki eve dönüş bileti bakmaya başlamıştım. Tarik son senesindeydi, kocaman bir adamdı. Neler olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Ribaundu aldı ve üzerimden o kadar sert bir smaç vurdu ki her şey ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi hissettim.
Smacı kafama vurmuştu, gerçek anlamda. Ama henüz olayın en kötü yanını anlatmadım. En kötü yanı Kansas kadın basketbol takımının tribünlerde antrenmanımızı izliyor oluşuydu. Tüm salon bana gülüyordu. Çılgıncaydı. Worldstar videolarındaymış gibi hissettim.
Antrenman sonrası doğruca Bill Self’in ofisine gittim ve “Bunu yapamayacağım. Beni bir seneliğine bekletmelisin. Bu adamlarla oynayamam” dedim.
Bill’in cevabı “Ne? Ciddi misin? İki yıl içerisinde NBA Draft’ında ilk sıradan seçileceksin.” oldu.
Durum şu ki bana kolej koçlarının yalancı oldukları söylenmişti. Beni kafalamaya çalıştığını düşünüyordum. Kafamda en azından antrenmanlara katılıp üniversite diploması alırım diye düşünüyordum. Bu annemi çok mutlu ederdi.
Devam etmemi sağlayan tek şey ailemin beni yetiştirme şekliydi. Ne olursa olsun çalışmaya devam etmemiz gerektiğini söylerlerdi. Amerika’ya ilk geldiğimde Kamerun’daki koçumun bana gönderdiği bir DVD vardı. Hakeem Olajuwon ve diğer efsanevi uzun oyuncularının hareketlerinin yer aldığı bir saatlik kayıt… Büyük ihtimalle üç yıl boyunca her gün o DVD’yi izledim. Hakeem’in hareket ediş şeklini çalışıyordum ve sahaya çıktığımda onu taklit ediyordum.
Bunu lisede ve Kansas’ta yaptım.
Aslında yaptığım şey iyi bir basketbolcu olduğumu hayal etmekti. Zihnin gücü gerçekten inanılmaz. Yani, hâlâ berbattım ama bir şekilde kendimi Hakeem olduğuma inandırmıştım. Sonrasında gitgide daha iyi oynuyordum ve kısmen parçalamaya başlamıştım.
Kendimi kandırarak NBA’e yolumu çizdim. Ciddi anlamda YouTube’da video izleyerek ve antrenman sahasında yaşayarak lige girmiştim. Lige girişimi açıklamanın başka yolu yok. KG’nin şampiyonluk kazandıktan sonra çılgınca hareketler yaparak “HER ŞEY MÜMKÜÜÜÜÜÜÜN!!!!” diye çığlık attığı anı hatırlıyor musunuz?
O, bana dokunan bir andı. O an, benim hayatım. Her şey o kadar hızlı gerçekleşti ki mantıksız görünüyor.
Yaşadığım en gerçeküstü an Kobe’nin emeklilik turu sırasında Philly’de son maçını oynadıktan sonraydı. Maçtan sonra onunla konuşabilmemiz için bizi ufak bir odaya toplamışlardı. Kobe içeri girdi ve elini sıktım “Adamım, eminim bunu çok fazla duyuyorsundur ama gerçekten yedi yıl önce senin sayende basketbola başlamıştım. Parkta her şut attığımda “KOBEEEE!” diye bağırıyordum.
Güldü ve bir dakika boyunca konuştuk sonrasında söylenebilecek en Kobe şeyi söyledi. Çoğu insan için bir şey ifade etmeyebilirdi fakat benim için gerçeküstü bir şeydi. Bir bilgisayar oyunundaymışım gibiydi.
Olabilecek en Kobe şekilde “Peki genç adam. Çalışmaya devam et. Çalışmaya devam et” dedi.
Teşekkürler Kobe. Teşekkürler Hakeem. Teşekkürler anne ve baba. Teşekkürler Kansas. Teşekkürler Philly. Teşekkürler Lil’ Bow Wow. Teşekkürler beyaz adam.
Yemin ederim ki hayatım bir film.
Çeviri: Safa Doyran