Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

PlatformHayata Parmak Ucuyla Tutunanlar

Hayallerinin peşinden giden bir grup insan... Amatör ruhla profesyonel bir iş yapıyorlar.

Dar bir sokakta ilerliyorsun. Bir kapının yanında salonlarının adı yazılı. Graffiti. Ancak üstünde kargaların fink attığı bir korkuluk kadar işe yarayan bir graffiti. Sadece bu yazıyı arayan biri fark edebilir. Hemen graffitinin yanında turuncu metal bir kapı ve kapının üstünde dışarı sarkan bir ip parçası… İçeride milli sporcular antrenman yapıyor.

Kapıdan girince hemen sağda dev bir minder var. Üç tarafı çeşitli çıkıntılarla dolu duvarlarla sarılı. Bunlardan biri eğik. Ancak geriye değil öne doğru. Tahminimce yerle arasında 60-70 derece civarı bir açı var. Duvarsız olan tek taraftan alelade etrafa dağılmış sandalyeler ve ortalarında bir masa girenlere el sallıyor. Mindere ayakkabıyla basmamak için hemen önümdeki dar merdiveni kullanıyorum. Yukarı katta sandalyelere özenmiş ağırlıklar var. Masa görevini üstlenen ağırlık sehpasının etrafında büyüklü küçüklü dizilmişler. Çıktığımdan daha da dar bir merdiveni kullanarak sandalyelerin de durduğu yaşam alanlarına iniyorum.

Efe Can Sevil beni karşılıyor. 28 yaşında. Tırmanış neredeyse tüm hayatı olmuş. Kendisi 2015 Türkiye Bouldering Şampiyonası dördüncüsü. Uzun bir süredir Boğaziçi Üniversitesi üçüncü sınıf öğrencisi. 4. Levent’teki yerine taşıdıkları salonlarıyla ilgilenmek için Arda Kadir Uruluer’le beraber okulu ikinci plana atmışlar. Dondurmuşlar. Başka bir deyişle hayallerinin peşinden koşmuşlar; her şeyi ikinci plana atarak.

“Abi bir kahve ikram edeyim mi? Benim son bir ortalığı süpürmem lazım da…” diyor. Daha sonra taze kahve ve bardakların yerini işaret edip elektrik süpürgesini çekiştiriyor. Bulaşık makinesinin yanından geçerken yayılan ısı dalgası oradaki bardakların da temiz olduğu mesajını verse de dolabı açıyorum. Birkaç karton bardağın yanında tek başına duran kırık kulplu eşantiyon kupayı yadırgamadan alıyorum. Burası, çoğu yönden bir öğrenci evi aslında.

O sıralarda Barış Güvenç’i görüyorum. Avrupa’da insanlar genelde 30 yaşında bu sporu bırakırken o 32 yaşında ve 2015 Türkiye Şampiyonası Sakarya ayağında üçüncü oldu. Profesyonel fitness ve tırmanış antrenörü. Onun arkasından ise Lara Özak içeri giriyor. Biz konuşmaya devam ederken diğer masaya oturup dinlemeye başlıyor. “Lara da Türkiye Şampiyonu bu arada, öyle sessiz oturduğuna bakmayın” notunu düşüyorlar. Kibir veya gururdan çok, hafif bir utanma geçiyor yüzünden. Tırmanmak, daha çok tırmanmak ve daha iyi tırmanmak istiyorlar. Başarı, gerçekten amaçtan çok sonuç.

Tırmanışçıların, Türkiye’de görece değil direkt olarak küçük bir grup oldukları söylenebilir. Şu anda bu işi gerçekten üst düzey icra etmeye çalışanların sayısı ise çok daha az. Sakarya’daki bir şampiyonadan şöyle bahsediyorlar: “Yarışmaya 50 kişi girdi. Normalde 50 kişiden yarı finallere 20 kişinin kalması lazım. Finale de altı kişi yükselmeli. İlk 17 kişi bir şekilde sıralandı ama ilk 17’nin dışındaki kimse hiçbir şey yapamadı. 30 kişi 18. oldu. Yarı finale 50 kişi kaldı. Zaten yarışmaya 50 kişi girmişti. Hani o yarışmaya katılan herkes Türkiye Şampiyonası’nda yarı finalist. İlk tur için beş farklı rota vardı ve hepsinde de ilk hareket gelemedi. Ya onlar için rota çok zor ya da sportif açıdan hazır değiller. Böyle komik şeyler oluyor hala.”

Dünya genelinde ise durum farklı. Avrupa’da bu sporun oturmuş bir kültürü var. Üstün Alman teknolojisi bu alanı da es geçmemiş. Avusturya ciddi bir ekol sahibi. Medya gücünün etkisiyle ön plana çıkan sporcularıyla beraber Amerika Birleşik Devletleri de Avrupa’nın hemen ensesinde. Sporda tek bir ülkenin mutlak hakimiyetinin olmaması ise onları özellikle olimpik bir spor olma yolunda heyecanlandırıyor. O zaman, her şey çok daha farklı olabilir. Aday diğer sporlara baktıklarında ise tırmanışı bir adım önde görüyorlar.

Ülkemizde ise tırmanışın genelde üniversite çağında başlanan bir spor olması dünya çapındaki yerimizi etkiliyor. Normalde çocuklarını bu spora başlatacak olsalar 6-8 yaş arasının ideal olduğunu söylüyorlar. Türkiye’de ise ilginin bu kadar az olduğu sporlara 20 yaşında başlayıp bile zirveye çıkabileceğinizi ekliyorlar. Tabii gerekli fedakarlıkları yapabilirseniz. Minderi süpürmekten eğitmenliğe kadar her şeyi yaptıkları salonlarında ise ne mutlu ki çocuk öğrencileri de var. Sayıları çok olmasa da varlıkları onları memnun ediyor. Onlardan bahsederken bir tutam umut da seziliyor sözlerinde: “Eğitim dönemi içerisinde düzenli gelen 6 ila 10 çocuk var. Onlardan eğer devam edenler olursa bizi geçmeleri için elimizden geleni yapacağız.”

20150721.124644.5945

Bu sırada dersler de başladığı için kimi mindere kimi ise kendi antrenmanına gidip geliyor. Sohbet devam ederken bir şey fark ediyorum; tırmanış, bireysel spor olmasına rağmen kimse bir kez olsun birinci tekili kullanmıyor. Sadece birinci çoğul. Bireysel bir sporu yapmalarına rağmen bunun ekip işi olduğunu söylüyorlar: “Evet, takım sporu değil ama kesinlikle ekip sporu. Tek kişi icra ediliyor ama yanında ve arkanda desteğini hissedeceğin birçok insan oluyor. Mesela burada tırmanıyoruz ve haliyle çok güvenli bir yer ama kayaya gittiğinizde sekiz veya on metre bir blok var. Taşıdığımız minderi altına koyuyoruz. Biri tırmanırken spot almak dediğimiz şekilde bekliyoruz. Bazen, atlayan kişi istediği yeri tutamıyor ve o ivmeyi almışken minderin dışına doğru gidiyor. Vuruyorsun minderi ona doğru. Ya da kafanı toparlıyor biri. Bazen beraber düşüyorsun. O arkandaki insanlara tam bir güven duymadan olmuyor.”

Üstüne biraz düşününce antrenörlerinin kendileri olduğunu fark ediyorsunuz. “Arda ve ben spor tırmanış antrenörüyüz. Kendi üzerimizde ve diğer tırmanışçı arkadaşlarımız üzerinde yeni antrenman metotları deniyoruz. Amacımız doğrusunu bulmak” diyorlar. Aralarında gerçek bir görev dağılımı var. Antrenman bilimiyle onları tanıştıran kişi, bir dönem beraber tırmandıkları ve artık müsabık kariyerini bırakan Uğur Yılmaz. Eskiden tükenene kadar tırmanıyorlarmış. Avrupa’ya gitmeyi bu kadar isteme sebepleri de bu. “Batının iyi yönlerini almaya gidiyoruz” diyorlar. Hala öğrenmeleri gereken çok şey olduğunu ifade etmekten de çekinmiyorlar. Beslenme Efe Can’ın, fitness antrenmanları Barış’ın, periyodizasyon Arda’nın işi. Nebil, çoğunun çıktığı Boğaziçi Üniversitesi Dağcılık Kulübü ile ilişkilerini düzenliyor. Her biri bu yapbozun farklı bir parçası.

Tüm bu zaman, onları çok farklı bir şekilde birbirlerine bağlamış. Herkesin ailesi birbirini tanıyor. Bugün babaannesini kaybettiği için bizle olamayan Arda Kadir Uruluer’in yanına gidecekler akşam. Beraber antrenman yapıyorlar, beraber gülüyorlar ve beraber ağlıyorlar. Klasik “Beraber yürüdük biz bu yollarda” edebiyatının çok daha ötesinde bağlılar birbirlerine. İşin cefasını da beraber çekiyorlar. Ekonomik zorluklar sebebiyle yılın yedi sekiz ayında yedikleri makarnayı bile beraber yiyorlar.

Fiziki anlamda limitlerini zorlarken en çok rahatsız oldukları konu ise maalesef toplum algısı: “Seni gören insanları ikna edebiliyorsun ama senin bağlı olduğun yetkililere bunu anlatmak her zaman çok kolay olmuyor. Ağrı’ya çıktın mı? Tırmandığımızı söylediğimizde gelen ilk üç sorudan biri bu. Asla sekmez. Gelişen teknoloji kendimizi ifade etmemizi baya kolaylaştırdı. Şunu yapıyoruz abi diyerek videoyu açıyorum.”

Bir de tabii bunun gerçek hayatta ne işe yaradığına dair sorular var. Özellikle yeni girdikleri ortamlarda bu şüpheyi gösteren sorular da alıyorlar: “Ne yapıyorsun? Tırmanışçıyım. Anlamıyorlar. Rastgele bir yeri gösterip ‘Şuraya tırmanabiliyor musunuz?’ diye soranlar oluyor. Genelde tırmanabiliyoruz. Urban bouldering diye bir şey var. Türkiye’de bunu yapan ilk kişilerdeniz diyebilirim.”

Uzun lafın kısası hayatları tırmanmak. Madalyonun diğer yüzünde ise ekonomik kaygılar var. Lüks içinde yaşamaktan değil yurt dışındaki büyük organizasyonlara gidebilmekten bahsediyorlar. Onlar için düz duvara tırmanmak kolay ama sponsor bulmak zor. Yakın zamanda yaptıkları bir sponsorluk görüşmesinde firmanın “Peki ne yapabilirsiniz?” sorusuna verdiği cevabı tekrarlıyor: “Yaklaşık 20 madde sıraladık. Film çekerim, teaser olur, kıyafetime logo yapıştırırım pankart açarım. Ne gerekirse, ne olabilecekse yazdık. Bir sonraki aşaması da alnımıza dövme yaptırmamız zaten.”

Sohbetimizin sonuna doğru 45 dakikadır duvarda terleyen bir Amerikalı yaklaşıp ücretleri soruyor. Ardından da “Siz hoca mısınız?” diye ekliyor. Bu spor uğruna feda ettiği her şeyi, yaptığı uzun antrenmanları ve okuduğu yüzlerce sayfayı bir kenara atıp bir şeyler geveliyor. Tüm bu şartlar altında bile kesin bir “Evet!” çıkmıyor ağzından. Elinden gelen bir şey olursa yardım edebileceğini söylüyor. Egodan tamamen arınmış bir şekilde yaşıyorlar.

Şimdiki hedefleri 14-15 Ağustos’ta Münih’te yapılacak Dünya Kupası etabı. Türkiye’de hala sadece amatör olarak görülen bir sporu yapmanın her zorluğunu yaşıyorlar. “Hakan Şükür’ün sabah konfeksiyon atölyesinde çalışıp akşam antrenman yapmasını bekleyemeyiz. Yapsaydı Hakan Şükür olamazdı zaten” diyorlar. Yarışma bu kadar yakında olmasına rağmen hala istedikleri gibi finansal destek bulamıyorlar. Salonları var ama oraya da ilgi, tahmin edersiniz ki yüksek değil. Özellikle gelişmek için yurt dışındaki büyük yarışmalara gitmek zorundalar. “Biz parayı kendi cebimizden veriyoruz giderken. Ağustos ayında Dünya Kupası’na gideceğiz. Dünya Kupası deyince aklına ne geliyor? FIFA World Cup gibi bir şey sonuçta. Fatih Terim’in oyuncularına ‘Beyler, Japonya’ya gidiyoruz da uçak bileti lazım, para topluyoruz’ dediğini düşünsenize. Tamam, gidip üçüncü olmayacağız ama Türkiye Milli Futbol Takımı’nın da ilk gittiğinde üçüncü olduğunu sanmıyorum” diyorlar. Haklılar.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler