Hayatı boyunca beklediği gündü. NBA Draft’ında ilk turda, üstelik üst sıralarda seçilmesi bekleniyordu. Ancak drafta bir ay kala kendini bir kalp doktorunun muayenehanesinde bulmuştu. Rutin bir kontrol sırasında bir anomaliye rastlanmıştı. Doktorun ofisindeki uzun bekleyiş sonrası testlerin sonucu açıklandı. Marfan Sendromu teşhisi konmuştu. Genetik bir bağ dokusu hastalığıydı. Kalbi etkilediği için ölümcüldü. Bir daha basketbol oynaması imkansızdı. Doktorun ofisinden çıkıp eve gittiğinde hâlâ sakindi. Onun gibi kendini büyük rüyasına hazırlamış sporcular genelde çevrelerine bir zırh örerdi. O da bu zırhın içindeydi ve inanmak istemiyordu. “Ben buna nasıl yakalanırım, kesin yanlış teşhis kondu!” diye düşündükten sonra gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. Bu, karşılaştığı ilk zorluk değildi. Yıllar önce garip bir kaza sonucu sağ gözünde görme kaybı yaşamıştı. Buna rağmen, lisede üst seviyede basketbol oynayıp Baylor Koleji’nde kariyerine devam etmişti. Ancak hayatındaki en büyük hayalinin, NBA oyuncusu olmanın peşinden giderken bir çelme daha yemişti.
Ancak bu kez durum daha ciddiydi. Tüm engelleri aştıktan sonra nasıl da onu bulmuştu bu illet? Beş bin kişiden sadece biri bu hastalığa yakalanıyordu. Ama zamanla, “Neden ben?” demeyi bıraktı. “Demek ki benim için planlar başka işleyecek” diyordu artık. Hayaller bazen Walter Mitty’nin zihninde canlanan renkli düş dünyası gibi değil de David Lynch’in İkiz Tepeler dizisindeki kabus versiyonlarına dönüşebiliyordu. Ürkütücü, soğuk ve uzaklaşan cinsten… Ancak NBA Başkanı Adam Silver, onu ve ailesini draft gecesine davet etmişti. Seçilmeyeceğini biliyordu. Draft devam ederken Adam Silver “2014 NBA Draft’ı 15. sıradan Isaiah Austin’i seçiyor” dediğinde yüzünde büyük bir gülümseme oluştu. Ne de olsa çocukluğundan beri hayalini kurduğu NBA’e dahil olmuştu. Artık yeni rüyalar kuracaktı. Marfan Sendromu’na yakalanan gençlere yardımcı olmaya adayacaktı kendini. Austin, ömür boyu Boston Celtics oyuncusu seçilecek, Dream Again kitabında da hikâyesini anlatıp insanlara hayata başka hayallerle tutunmanın yollarını anlatacaktı.
Bazen, kabustan başka bir şey göremezsiniz. Rüyalar bile kabus gibi gelir. Öyle bir ülkede yaşarsınız ki ilk hayalinde bile hedefine ulaşmanın ne kadar zor olduğunu hatırlatırlar. Ya da size, yalan hayaller satarlar. Hayal etmeyi dahi yanlış anlayan bir ülkede yaşayan bir yüzücünün olimpiyat rüyası size ne kadar mantıklı gelebilir ki? Hem de bunu altıncı defa yaşamayı başarmışken… Üç tarafı denizle çevrili olmayı yeterli havuz tesisiyle bir tutan bu bakış açısının hüküm sürdüğü bir coğrafyada, Derya Büyükuncu da çoğunlukla “Hayaller suya düştü” cümlesiyle hatırlandı. Oysa Michigan gibi yüzme konusunda özel bir üniversite tarafından bir numaralı yetenek olarak seçilmişti. Olimpik yüzücü olmayı düşlemenin ‘İmkansızın Şarkısı’ olduğu bir toprak parçasında kendi şarkısının notalarına tutunmuştu. Altı kez olimpiyat oyunlarına gitmeyi başardı. Kabul etmeyenler olabilir ama başardı. Hataları olmadı mı? Oldu, herkes gibi. Bazı hayalleri sözde ıssız bir adada batırdı hatta. Fakat onu bu yola iten koşullar neydi? Yetenekli ve umutlu gençlere, burada ne kadar tahammül ediliyordu? Üstelik henüz tek kulaç atmamışken… Onur Erdem bunu, Yazıhaneden sitesinde ‘schadenfreude’ sözcüğüyle özetlemişti zamanında. “Tam karşılığı olmasa da başkalarının mutsuzluğundan, başarısızlığından, zarar görmesinden mutlu olmak gibi. Bunun goygoyunu yapma kısmı ise bu topraklardaki gelişmiş versiyonu” demişti. Derya Büyükuncu, kim ne derse desin, bu ülkenin kendince oksijensiz ortamında, her şeye rağmen olimpiyat hayaline tutunmuş ve vazgeçmemişti.
Bazıları ise vazgeçmeyerek bir ülkenin hayallerini temsil ediyordu. Üstelik, tarihin en sıra dışı hikayelerinden birine imza atarak…
O, 1992’de Agassi’ye, 1994 ve 1998’de de Sampras’a finalde yenilip çocukluk hayaline uzak kalmıştı. Artık umudunu kaybeder gibiydi. Ancak bazen düşler, en uzak olduğunu düşündüğünüz zamanda size yakınlaşırlar. Goran Ivanisevic 2001’de, dünya 125 numarasıyken Wimbledon’a katıldığında bundan habersizdi. Hırvat raket, balyoz gibi servisleriyle çim kortun hızının hakkını verirken, özel davetle (wild card) ana tabloya giriyordu. Aslında, bir zamanlar aynı ülkeye mensup olduğu Djokovic gibi bir başarı timsali değildi fakat farklı bir etkileyiciliği vardı. Seyirciye dönüp konuşurdu. 2001 Wimbledon boyunca da konuşmaya devam etti. Müthiş galibiyetler sonucu ulaştığı finalde, seyircilerin bir başka favorisi Patrick Rafter ile karşılaşmıştı. Beş set sonunda, hem de 30 yaşında, en imkansız ve zor yoldan çocukluk hayaline ulaştığında şunları söylemişti: “O an tüm kariyerim ve hayatım, her şey film şeridi gibi aklımdan geçti. Bunun olduğuna inanamıyorum. İmkansız bu… Günler boyunca Merkez Kort’ta kalabilirim. Zaferimi, bu hayalimi kurmamı sağlayan dostum Drazen Petrovic’e adıyorum.”
Bu sayı, kurduğu hayallere tutunmaktan korkmayan, başkalarına hayal kurduran ve tüm hayalleri paramparça olsa da yenilerini kurmayı başaranlar için…
John Lennon’ın Imagine’de dediği gibi;
“Bana bir hayalci diyebilirsin
Ama ben tek değilim
Umarım sen de bir gün bize katılırsın. Ve dünya bir bütün olur.”