Aslına bakacak olursanız Friedland‘taki kamp, ansızın ziyaret etmek isteyeceğiniz bir yer değil. Gittiğinizde göreceğiniz manzaranın size mutluluk aşılaması neredeyse imkansız; yan yana dizilmiş barınaklar, barınakların içlerinde sayısız ranza yataklar… Yani resme genel baktığınızda, tam bir kaos! Detaylara gelince her barınakta bir yemekhane var ama iştahı kabartmıyor, aksine köreltiyor. Gece tanımadığınız biriyle aynı yatağı paylaşmanız hayli olası ve iş karın doyurmaya geldiğinde de yine, adı sanıyla ilgili pek de fikriniz olmayan bir yabancıyla tabağınızı paylaşmak zorundasınız. ‘Yabancı’ olma durumu sadece tanışmamaktan ibaret değil. Friedland’ta bir ‘dil birliği’ de yok. Örneğin, yanınızdaki ağzını şapırdattığında rahatsızlığınızı öyle kolayca belirtemezsiniz çünkü aynı dili konuşuyor olma ihtimaliniz neredeyse yoktur. Çizmek istediğim portre bir ‘Birleşmiş Milletler’ toplantısı değil, aksine bir ‘istenmeyenler’ ittifakı.
Friedland’taki mülteci kampı II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuştu. Hannover’e yakın Friedland kasabası, işgal kuvvetlerinin merkez noktasıydı. Hitler rejiminden kaçanların geri dönüşü bu kampta başlıyordu. Yani bu kamp eve geri dönüş yolunda asılması gereken kritik engellerden biriydi. Sığınmacılar, buraya getirilip buradan şehirlerine dağıtılıyorlardı. 1956’da Macaristan’dan kaçanlar da Friedland’a sığındı, 1973’te Pinochet’den illallah diyenler de, 1978’de Vietnam’dan ayakkabısı dahi olmadan yola çıkanlar da. Arnavutlar da buradaydı, Almanya’ya göç eden Polonyalılar da -ki onların göçü 50 yıldan fazla sürdü. 1980‘li yıllarda Friedland’a Gliwice’den bir aile gelmişti. Onları diğerlerinden ayıran pek de bir özellikleri yoktu. Aynı sefaleti herkes gibi tecrübe ediyorlardı. Oğulları Lukas o günleri şöyle anımsayacaktı: “Çok kalabalıktı ve konuşulan dillerden hiçbir şey anlamıyordum. Tanımadığımız kişilerle ne olduğu hakkında fikrimiz olmayan bir şeyler yiyorduk. Herkes kökünden koparılmış ağaç gibiydi, herkes olduğu yere yabancıydı.”
Friedland’ta ikamet edenler, kampa ‘kurtuluş kalesi’ ismini vermişti. Çünkü yaşam şartları ne kadar kötü olsa da, buradan er ya da geç kurtuluyordunuz. Podolskiler‘in kurtuluşunu yine Lukas şöyle anlatıyordu: “Almanya’da ailesi veya akrabası olanları arayıp, onları ailelerin yanlarına gönderiyorlardı. Benim de dedem ile ninem Bergheim’da yaşadığı için, bizi oraya gönderdiler.” Öte yandan Bergheim’da da hayat çok parlak değildi. Ailenin tümü küçük bir dairede kalıyordu, yaşamın ne denli yor olduğu bir yana, nefes almak bir problemdi. Podolski ailesi asla umudunu yitirmedi ve bir süre sonra kendi dairelerine taşındılar. Lukas’ın komşu futbol sahasını keşfi ise kaçınılmazdı. “Devamlı futbol oynuyordum. Annem alışverişe gönderdiğinde bile topu sektirerek gidiyordum…” Futbolla uyanıp futbolla yatan Lukas’ın arkadaşlarını sahadan bulması da tesadüf değil, Monika ile bugün evliliğe varan birlikteliğini burada pekiştirmesi de… “Arkadaşım tanıştırdı. İlk sohbetimizde ‘İşte bu!’ dedim, uzunca yürüdük, top sahasına vardığımızda öpüştük.” Tabii ki Monika’yı o sahada öpecekti. Başka nerede olabilirdi ki?
Komşu saha sadece ilk öpüşmelere gebe olmamıştı elbette ki. Asfalt zeminde oynayan genç solağın keşfi de burada gerçekleşmişti ve 10 yaşında Köln altyapısında işler ciddileşmeye başladı. “Çok paramız yoktu. Bazen antrenmana gidecek kadar dahi olmuyordu. İki seçenek vardı; ya antrenmana gitmeyecektim ya da otobüse biletsiz binecektim – şu kadarını söyleyeyim, neredeyse hiç antrenman kaçırmadım.” O günlerde başlayan futbol aşkı hiç bitmedi. Lukas Podolski bugün 30 yaşında ve gülümsediği anda, Friedland’ta top niyetine tenekelere vuran küçük çocuğu görebiliyorsunuz. “Her şey paraya bakar” diyerek futbol tartışmalarını bitirenlerdenseniz -ve maalesef çoğu zaman haklı çıkanlardan- bu hikâye size aşırı romantik gelebilir fakat Podolski’nin futbolunu başka türlü anlamanız imkansız.
Aidiyet, bağlılık, tutku, sevgi; bunlar kulağa taraftar işi kavramlar gibi gelebilir. Lukas Podolski, futbol romantikleri için ise son umut, onların futbol kavgasında yıkılmamış son kalesi. Yuvasını, arkadaşlarını, kulübünü ve stadını özlediği için Bayern Münih’i bırakıp, Köln’e dönen Podolski hikâyesi defalarca anlatılmıştır. Hem yola çıktığı Bergheim’ın, hem de daha sonra futbola tamamen adım attığı Köln’ün altyapılarına verdiği destekler de sır değil. Lukas Podolski bir Köln aşığı ve bu aşka herkes saygı duyuyor. Bayern Münih’e gittiği gün izah etmişti sırtını döndüğü kulübe olan aşkını. Arsenal’de oynarken de “Köln” dedi, kısa bir süre Inter’de top koştururken şehrini dilinden düşürmedi. Hâlâ da bir gün mutlaka geri döneceğini söylüyor.
“Kafası başka yerde olan adamın Galatasaray’a faydası olur mu?” diyenlerinizi duyar gibiyim. Cevabı kısa ve net; evet, olur. Podolski bir ayna gibi aslında. “Ben futbolu seviyorum, futbol benim tutkum. Ayağımda top olduğu zaman mutluyum. Bu alışveriş sağlanmadığı zaman ben iyi bir performans sergileyemem” diyor. Yani, bir kulüpten ne istiyorsa öncelikle o kulübüne sunuyor. Podolski ne istiyor? Sevgi, aşk, tutku. “Neden sadece Köln’de verimli oldu?” sorusunun cevabı aslında burada gizli. Podolski, sadece Köln’de Podolski olabildi. Bayern’de ondan başka biri olmasını istediler, olamadı. Tekrar Köln’e döndüğünde ve Köln onunla birlikte küme düştüğünde, artık aşkı bir kenara bırakıp kariyerini kurtarmak zorundaydı. O dönemde Köln’e yakın bir şehre doğru yol alır derken, kendini Arsenal’de buldu. Arsene Wenger, teknik futbolcu sever; ayağına top yakışacak, temiz pas oynayacak, futbolu sanat olarak görüp, bir sanatçı gibi uygulamaya koyacak biri. Ancak Lukas Podolski bunların hiçbiri değil. Ayağına top yakışsa da, ilk tercihi, olduğu yerden şut çekmektir. Pası, sadece verkaç denemelerinden tanır, futbolu sanat olarak değil savaş olarak görür. Öte yandan dünyanın en estetik takımı olsanız bile, bazen bu tip oyunculara ihtiyacınız olur ve Wenger bu gerçeği uzun bir süre iyi kullandı. “Oynamadığım, ayağımda top olmadığı zaman mutlu olmamı beklemeyin” demişti bir Arsenal maçından sonra. Ertesi hafta üç gol atması, Podolski’yi çok iyi anlatan bir gelişmeydi. Hiç ummadık anda, ummadık yerde aşkı depreşebilir ve size dünyaları sunabilir. Kimi zaman da, oynama şans elinden alındığı zaman, mutsuzluğunu ilan eder – ta ki ayağının önüne biri top koyana dek.
Friedland’taki serüven ve Bergheim’daki zorlu şartlar Lukas Podolski’nin zihninde hep canlı ve bu gerçeklik sahadaki oyununa yansıyor. Hatta sadece sahadaki oyununu değil, genel olarak hayatını gereksiz bir şekilde zorlaştırmak istemiyor -ki Galatasaray’daki transfer döneminde belki de Podolski’nin bu yönü unutuldu. Almanya’nın bir milli maçı öncesi düzenlenen basın toplantısında, “Ben kısa cümleler kurayım, siz de bugün az çalışın” diyen Podolski’den bahsediyoruz. Yine Polonya asıllı olan Miroslav Klose ile sahada hangi dilde konuştuğu sorulan bir günde de verdiği cevap her zamanki gibi nevi şahsına münhasır: “Lehçe, Almanca, elle, ayakla; ne fark eder. Düzgün bir pas gelsin, gol olsun. Gerisi önemli değil.”
“Futbol böyle bir şey işte, bazen iyi olan kazanıyor.” Podolski’nin bu sözleri futboldan daha fazlasını içeriyor. Hatta sahada yıldızlaştığı 2006 Dünya Kupası’ndaki bu cümlesi Almanya’da yılın sözü seçilmişti. Hayatı mücadelelerle geçen ve futbolun kavgasını veren Lukas’ın bu kelimeleri artık yolculuğunun bir başka diliminde olduğunu gösteriyor. Bazı şeyleri artık olgunlukla kabul ettiği bir dilim. Hayattaki ve sahadaki sert kavgalar, evet, hâlâ devam ediyor ama bazen doğru yerde, doğru zamanda olan kazanıyor. Geçen yıllarda Türkiye’ye transferinin bir türlü gerçekleşmeyişi belki de bundan. Galatasaray, Podolski için doğru takım. Umuyorum ki tüm bu zaman-mekan algısında, en doğru zaman da bu sezon olacak.