Yiğiter Uluğ’un kaleme aldığı bu yazı, 22 Ocak 2019 tarihinde Serbestiyet adlı internet sitesinde yayınlandı.
Evet, daha önce Kaçak’la Dr. Kimble’ı almıştık eve… O yakalanmasın, yakalansa bile oracıkta öyle bir şey yapsın ki, kendisinin katil olmadığını, karısını o tek kollu adamın öldürdüğünü şak diye ispat ediversin dilekleriyle geçerdik ekranın karşısına… Taksitle alınmış televizyon cihazlarının markaları değişse bile, değişmeyen bir şey vardı; bu en değerli eşyanın üzerine koyulan dantel örtüler! Akşam olup da açma-kapama düğmesine basıldığında, dantel örtü hafifçe yukarı toplanır, ekranla teması kesilirdi. Bugün insana komik geliyor ama, televizyona sahne muamelesi yapmanın nişanesi değil miydi o tığ işi-göz nuru örtüler? Bir nevi perdeydi her biri…
Sobalı, bozalı, kestaneli gecelerde yokluk günlerinden kalma anılarıyla başrolde olan dedeler, çoktan kaptırmışlardı evin en güzel köşesini, hepimizin aklını alan bu sihirli kutuya… Derken, Dallas geldi… Sadece yayınlandığı geceleri değil, hayatımızın çok büyük bir kısmını kaplayarak, başrol oyuncularını adeta bizden biri yaparak, uzun süre gösterimde kaldı. “Ceyar Pide Salonu” diye bir tabela gördüğümde, ağlasam mı, gülsem mi, karar verememiştim. Şehrin neredeyse bütün duvarları Amerikan aleyhtarı sloganlarla dolup taşarken, gelip sokağın başına pideci açan Teksas’lı (!) girişimciyi cesaretinden ötürü kutlamak lazımdı herhalde…
Ceyar’ın işleri pek iyi gitmedi ama o modanın en lezzetli ve dirayetli temsilcisi olan Kolombo Kebab, 70’li yılların ortalarından beri Moda’da dimdik ayakta… Yolunuz düşerse mutlaka deneyin.
İşte bu hal ve şerait altında kapımızı tıklattı Koç Rivz… 12 Eylül karanlığı yeni başlamıştı. O meşum sabah, tank sesiyle yataktan fırlayacak kadar merkezi bir yerlerde oturmuyorduk ama, memleketin bir gecede nasıl emir-komuta zincirine vurulduğunu en ücra mahallelerde bile hissetmek mümkündü. Ne olacağını kestiremediğimiz günlere uyanıyor, sebepli-sebepsiz korkuyorduk. Aksaray’dan Gümüşsuyu’na gidene kadar yolda en az iki kez asker tarafından durdurulmam, ellerim duvara dayanarak sıkıca aranmam, öğrenci kimliğimin uzun uzun incelenmesi… Bunlar hep vaka-i adiyedendi. Ortalamanın üzerindeki boyum, yeni terleyen bıyıklarım, elimdeki spor çantası, sırtımdaki yeşil parka olağan şüpheli sayılmak için yeterliydi. Geceyarısı başlayan sokağa çıkma yasaklarından, o saatte hasbelkader sokakta yakalananların sorgusuz-sualsiz 90 gün tutuklu kalmasından hiç söz etmeyeyim.
Ne diyordum? Koç Rivz…
Adının aslında “Ken Reeves” diye yazıldığını başlarda bilmiyorduk. Boyu iki metreye yakındı. Bir diz sakatlığı yüzünden sahalardan erken kopmuş, Los Angeles’taki Carver Lisesi’nin müdürü olan eski bir arkadaşı, ona bu fakir mahalle okulunun basketbol antrenörlüğünü teklif etmişti. O zamana kadar bizim spor lügatimizde “koç” diye bir sözcük yoktu. Hoca vardı, antrenör vardı, gazeteler futbol takımlarının başına geçenlere “teknik direktör” demeye başlamıştı ama koç?.. Yok, bu bambaşka bir şeydi canım… Hem havalı, hem de sanki arkadaşınmış gibi.
1980 sonbaharında, Cuma akşamları haberlerden önce gösterime giren dizinin daha ilk bölümünde, koç oyuncularına “Tatil bitti artık… Bundan sonra çok sıkı çalışacağız ve her an peşinizde olacağım” diyor, takımdaki en boşboğaz oyuncu da “Beyaz bir gölge gibi yani” diye cevap veriyordu. Böylece 54 hafta sürecek ve ta 1982’de sona erecek tiryakiliğimizin adı da konmuş oldu: Beyaz Gölge… (Tabii o dönemde bunun aslında dizinin başrol oyuncusu Ken Howard’a lisedeyken takılmış bir isim olduğunu bilemezdik. Howard, Long Island’da okuduğu lisenin basketbol takımında tek beyaz oyuncu olduğu için, takım arkadaşları ona böyle seslenirmiş. Yıllar sonra ilk senaryo taslakları eline geçtiğinde, yapımcılara dizi için bu ismi o önermiş.)
Kuliç, Torp, Salami, Gomez, Heyvırd… Savrulup gitmiş yoksul ailelerden gelen, iyi eğitim olanaklarını ıskalamış, kapağı bir biçimde Carver’a atmış ve basketbol topundan medet uman gençler… Kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, çoğu siyahi… Karşılarında, önce müdür yardımcısı olarak tanıdığımız, sonra müdürlüğe terfi eden sağduyunun sesi Bayan Bükenın… Her hafta birinin ya da ikisinin ön plana çıktığı, basketbolun kenarına farbela yaptığı öyküler… Ve tabii son sözü söyleyen, hep Koç Rivz…
Dönemin Amerika’sında bile izleyicinin dizilerde görmeye alışık olmadığı sorunları ekrana taşıyan bu “sert” öykülerin bir kısmı, bize çok yabancıydı elbet… Gençliği kuşatmış olan şiddet, lise kapısından elini kolunu sallayarak girmiş uyuşturucular, yaşı 18’i bile bulmadığı halde hamile kalan kızlar, hayatta babasının yüzünü hiç görmemiş ergenler… Son derece karmaşık ve karanlık görünen o dünyanın adeta uçurumun kenarında gezen kahramanları, her hafta basketbol ve Koç Rivz yardımıyla bir ucundan yaşama ve umuda tutunuyordu. Bazen o kadar şanslı olamayanlar da vardı. Mesela birinci sezonun sonlarında, bir galibiyet kutlaması için şarap almaya giden oyunculardan Körtis, bir daha hiç arkadaşlarının yanına dönemedi. Bakkal dükkanını soymaya gelen silahlı çetenin kurbanı olmuştu.
Kıssadan hisse; Beyaz Gölge, sonu hep galibiyetle, soyunma odası sevinçleriyle biten hafif, toz pembe hikâyelerden oluşmuyordu. Senarist ve yapımcı Bruce Paltrow (evet, doğru tahmin ettiniz; Gwyneth Paltrow’un babası), sinema için olağan sayılabilecek, ancak televizyon izleyicilerinin sindirmekte güçlük çekeceği demir leblebileri, pudra şekerine bulayarak izletmeye, bu arada sosyal sorunların altını çizmeye çalışıyordu. Sanırım bu nedenle, dizi Amerika’da hiçbir zaman çok popüler olmadı. Reyting listelerinde aşağılarda kaldı.
Fakat Türkiye’de durum farklıydı; çok sevildi Beyaz Gölge… Koç’u seslendiren Çetin Tekindor -o sıralar bu kadar meşhur olmadığı için- hep merak edildi. Üzerinden 40 yıl geçmiş olmasına rağmen, günümüzde bile “Carver takımı” unutulmuş değil. Şimdi diyeceksiniz ki, “Televizyonun siyah-beyaz ve tek kanallı olduğu bir dünyada akşam saatinde bütün ailenin beraberce izlediği her dizi akıllarda yer eder.” Tam olarak öyle değil. Aynı yıllarda TRT ekranlarında sıraya girmiş, bugün bırakalım kahramanlarını, adını bile hatırlamadığımız bir sürü dizi var.
Bana kalırsa, Beyaz Gölge iki farklı burçtan fethetti bu coğrafyada yaşayan insanların gönlünü… Birincisi, sevgi ve şefkat… Dizinin her bölümünde sorunlar ne kadar çetrefil, içine düşülen bataklık ne kadar derin olursa olsun, öğrencilerin kuzey yıldızı olarak gördüğü Koç (veya bazı bölümlerde müdire hanım) otorite, saygınlık ve en nihayetinde çözüme giden yolun taşlarını sevgiyle döşüyordu. Gençlerin kafasına üşüşen yığınla soru ve onlara cevap aramaya çalışan “büyükler” vardı öyküde… Bizse, tarihimizde sıkça yaşandığı üzere, devlet babanın kızıp köpürdüğü, ceberrut yüzünü evlatlarına en merhametsiz şekilde göstermeye karar verdiği bir döneme toslamıştık yine… Ülkenin 300 yıllık geri kalmışlığının suçlusu bulunmuştu: Gençlik! Soru soran, başka bir dünyanın kapılarını zorlayan, babalarından farklı taleplerle sokaklara dökülen çocuklar…
Her zaman olduğu gibi, en önde koşanlar kırıldı… Kalanlar sustu, pıstı, küstü. O korkunç sessizlikte, haftada bir evimize uğrayan sıcacık bir dost gibiydi Koç Rivz. Çok uzaklardan gelip kocaman gülümsemesiyle içinizi ısıtan bir aile büyüğü sanki… Onu kaçırmamak için kırk takla atmaya hazırdım. O sıralar Cuma günleri basketbol antrenmanlarımızın bitişiyle dizinin başlangıç saati arasında ancak benim kaldığım öğrenci yurduna yetişebileceğim kadar vakit vardı. “Bizim koçumuz” Cihansever Yeşildağ, bir şeye kızıp da antrenmanı 15 dakika uzatacak veya ceza verecek olsa, Beyaz Gölge ile randevum tehlikeye giriyordu. Geç kalmayalım diye nasıl yalvardığımızı anlatamam.
Bir diğer sıkıntı, o zaman uygulanan enerji tasarrufu politikasıydı. Semtlere göre 1-1.5 saatlik elektrik kesintileri olurdu her gün… Bir ara bizim bölgedeki kesinti ile Beyaz Gölge saatleri çakışmıştı da, diziyi seyredebilmek için hangi arkadaşımın evine gideceğimi şaşırmıştım.
Biz yaşı 20’ye dayanmış olanlara veya acılı anne-babalara bir başka dünyanın mümkün olabileceğini fısıldayan Beyaz Gölge, çocuklar ve ergenliğe yeni adım atanlar için muazzam bir eğlencelikti. Onu sevdiren ikinci faktör de buydu… Daha önce TRT ekranlarında bir oyunu odak noktasına alan, bir taraftan kahramanlarının gündelik hayatlarından kesitler verirken, bir taraftan da maçların dinamizmini, tribünlerin heyecanını, oturma odamıza kadar getiren bir dizi hiç olmamıştı. Tamam, futbol müthiş bir tutku, adeta ateşli bir hastalıktı. Fakat ortaokul-lisede salon sporlarıyla tanışanlar, daha ziyade şehirli orta sınıfların çocukları, rekabet ederken kendilerini bulabilecekleri yeni alanlar arayışındaydı. Beyaz Gölge iyi bir zamanlama ve parke üzerindeki sahnelerin başarısıyla, küçük kalpleri de kısa zamanda çalıverdi. Basketbolu sevdirdi. Hepimiz için bir okul oldu. Üstelik de siyah-beyaz yayınlandığı halde… 1993 ve 2001’deki tekrar gösterimler renkliydi; Carver formalarının aslında turuncu olduğunu böyle keşfettik.
2010 yılında Türk Milli Takımı, Dünya Şampiyonası’nda final oynarken, Sinan Erdem Spor Salonu’na “Dünyanın en büyük diskoteği” yakıştırmasını yapan yabancı basın, “Bu ilgi nereden geliyor?” sorusuna cevap aramakla meşguldü. Tuhaftır, soruyu yönelttikleri spor insanlarının çoğu, Türkiye’de basketbolun 80’lere kadar uyuduğunu, o yıl gösterime giren bir dizinin bir anda bu spor dalına duyulan ilgiyi “patlattığını” söyledi. Hatta buradan yola çıkan Pete Thamel, New York Times’da Beyaz Gölge’ye selam gönderen uzunca bir makale yazdı.
Dizinin başrol oyuncusu Ken Howard, İstanbul’da düzenlenen o şampiyonaya davet edilmişti aslında… Ancak gelemedi; artan sağlık sorunları uzun bir seyahat yapmasına izin vermedi, ne yazık ki… Howard, 2016 yılında aramızdan ayrıldığında 72 yaşındaydı.
Şimdi düşünüyorum da, caddelerin, meydanların postallar altında ezildiği, duvarlarda tüfekli nöbetçi erlerin gölgeleriyle belleğimize kazınan o kasvetli günlerden, anımsadıkça beni gülümsetebilen pek az şey kaldı… Hiç şüphe yok ki, bir tanesi Beyaz Gölge…
Şimdi ne yapıyorlar?
Coolidge’i oynayan Byron Stewart, beş torun sahibi. California’da emekliliğin tadını çıkarıyor… Dizinin kadrosundan üç yönetmen çıktı: Tim Van Patten (Salami), Kevin Hooks (Thorpe) ve Thomas Carter (Hayward) ilerleyen yıllarda çeşitli film ve dizilerde yönetmenlik koltuğunda oturdular. 90’dan fazla bölüm çeken -ki bunların arasında Lost’un pek çok bölümü var- Hooks, en üretken olanları… Gomez rolündeki Ira Angustain, oyunculuğu kısa kesti ve din adamı oldu… Bayan Buchanan’i canlandıran Joan Pringle ise kariyerini noktaladıktan sonra Georgia’ya yerleşti. Oyunculuk koçluğu yapıyor.
Yazı: Yiğiter Uluğ