*Bu yazı, Donald McRae tarafından kaleme alındı.
Steven Gerrard ile 17 Mart 2015’te Liverpool’un antrenman tesisi Melwood’da tanışmıştım. Güneşli bir salı sabahıydı ve ben, üç yıllık çalışmanın ürünü olan, 1960 ve 1970’lerin şampiyon gay boksörü Emile Griffith hakkındaki A Man’s World adlı son kitabımı yeni bitirmiştim. Tek bir konu hakkında yıllar süren araştırma ve yazımın ardından her daim ilginç duygusal bir ikilem çıkar karşınıza: Mutluluk ve belirsizlikle kaplı rahatlama ve bitkinlik.
Gerrard uzak ara daha ilginç ve dokunaklı bir yerdeydi. Nerdeyse 27 yıldır Liverpool’daydı ve A takım için 700’den fazla maça çıkıp 114 kez İngiltere Milli Takımı’nın formasını giydikten sonra, ülkesindeki kariyerini sona erdirme ve LA Galaxy ile oynamak için Amerika’ya ailesiyle birlikte taşınma kararı almıştı. Gerrard ayrıca, 2006 yılında yayımlanan ilk kitabının ardından bir yenisine daha yoğunlaşacağına karar vermişti.
Bu kitabı yazıp yazmayacağımı konuşmak için benimle buluşmak istediğini biliyordum ama kalan her şey muallaktı. Ne başka yazarlarla görüşüp görüşmediği ne de kitabın ne tarz olacağı hakkında bilgim vardı. Üstüne üstlük, bu kitap için doğru kişi olduğumdan ya da bu kitabın benim için doğru olduğundan da emin değildim. Gerrard’a hem bir futbolcu hem de bir insan olarak yıllardır hayranlık duymam bana yardımcı oldu. Onunla tanışmak benim için yeterli bir sebepti.
Eve, o sabahın erken saatlerinde dönebilmişti. Haftalarca süren sakatlığının ardından yedekten oyuna girip Liverpool’un Swansea’yi geçmesine yardım etmişti önceki gece. Ama Gerrard, kitabın umuduyla öyle dikkatli, neşeli ve ilgiliydi ki direnmek çok zordu. Ayrıca sade bir dürüstlükle, futboldaki hayal kırıklıklarından da bahsetti -onun için büyük önem arz eden ama bir türlü başarıya ulaşamadığı o anlardan. Birçok önemli zaferi üzerinde durmak yerine zorlandığı anlardan açıklıkla bahsetmesinden etkilendim. Sırtımı yaslayıp düşünmeme neden olan birkaç sakatlık ve gönül ağrısı hikâyelerini paylaştı. Bunlar profesyonel futbolun, Şampiyonlar Ligi kupasını ya da FA Cup’ı kaldırırken görüntülendiği karelerden çok daha canlı ve gerçek yanlarıydı.
Gerrard, benim ve eski kitaplarım hakkında dersini çalıştığını söyledi. Birlikte taze ve farklı bir şey yapabileceğimizi düşünüyordu. Benim de hissiyatım aynı şekildeydi, öyle olunca da karar vermesi kolay oldu. Bunu yapacaktık ve ikimiz de bir yıllık çalışmanın, basmakalıp spor biyografilerinden daha derin bir ürün çıkarmamıza yardımcı olacağını düşünüyorduk.
İlk büyük şok bizi şaşkınlığa uğrattı. Epik anlar ve derin bir samimiyet içeren bir kariyeri, aşırı hızlı da çalışsak bir yılın üzerinde bir sürede hazırlayabileceğimiz fikri, aniden gülünç görünmeye başlamıştı. Yayıncılar ısrarlıydı. Kitap haziran sonuna kadar yazılmalıydı. Bu, 2016 Haziran değil, yalnızca 15 hafta uzaktaki 2015 Haziran’dı.
Kitabın teslim tarihi 26 Haziran Cuma olarak belirlendi. O tanıştığımız salı gününü de eklersek, tartışmak, araştırmak ve 150 bin kelimelik bir kitap yazmak için tam 100 günümüz vardı. Aynı zamanda Steven Gerrard, onu neredeyse tüm hayatı boyunca hem bir futbolcu hem de bir insan olarak tanımlayan ve her daim seveceği kulübe elveda demeye hazırlanırken, yaşamının en duygusal birkaç ayını geçirecekti. Bu dönemde bana açıkladığı üzere çok önemli maçlar da oynayacaktı ve veda maçının, 35. doğum gününü kutlayacağı 30 Mayıs’a denk düşen FA Cup finali olması için yanıp tutuşuyordu.
15 hafta şartını duyduğumuzda Gerrard ile birbirimize baktık. Bir kitap yazmak için 15 hafta… Yayıncıların kıskacından çıkmak için yaratabileceğimiz her boşlukta nasıl çalışabileceğimizi konuştuk. Futbolun, buluşmalarımızdan daha önemli olduğunu bilerek, yine de kariyerini ve hayatını detaylarıyla konuşmak için 15-20 uzun söyleşiye ihtiyacımız olacağını hissediyordum.
Gerrard netti. İhtiyacım olan tüm zamanı bana ayıracaktı ve kafamdaki kitabı oluşturup yazmama izin verecekti. Ardından da anlaştığımız üzere, her satırın üzerinden itinayla geçecekti. Şu açıktı, teslim tarihi ne olursa olsun Gerrard onu bir futbolcu olarak tanımlayan kitaba gereken bağlılığı gösterecekti. İyi olmasını istiyordu, gelecek ay ve yıllarda kitabın nasıl değerlendirileceğini önemsiyordu. Onun için bir gösteriş malzemesi ya da kolay para getirisi değildi bu kitap; ciddi bir işti.
El sıkıştık ve birlikte çalışacağımıza karar verdik. Rahatlamıştık. Tutkulu bir Arsenal taraftarı olduğumu öğrendiğinde önce surat asıp sonra da kahkaha attı. Aniden bu işi kotaracağımızı ve her şeyin yolunda gideceğini hissettim.
Gerrard ayrıca, eğer teslim tarihinin gerçekçi olmadığını hissedersem yayıncılarla konuşacağını ve yeniden düşünebileceğimizi söyledi. Anlaşmamız üzerine yeniden konuşabilirdik.
O gece eve geldim ve aileme Gerrard’ı ne kadar beğendiğimi anlattıktan sonra modern yayıncılığın ekonomisine karşı sayıp sövdüm. Sanki kitaptan ziyade ayakkabı satıyormuşuz gibi hissettim. 15 haftada işe yarar bir çift ayakkabı tasarlayıp üretebilirdiniz. Ama bir kitap yazmak? İmkansız olduğunu düşündüm.
Ertesi sabah, menajerimle ve olası kitabın editörüyle etraflıca konuştum. Onlara güvendim ve saygı gösterdim. İkisi de kitabın 2015’te yayımlanması gerektiğine ikna olmuştu. Gerrard’ın doğup büyüdüğü şehrin kaptanı, ilham kaynağı ve en sevilen futbolcusu olduğu, kulübe veda ettiği yılda yazılmalıydı. Aniden haklı olduklarını biliyordum. 15 haftalık çılgınlığa boyun eğmek üzereydim.
Şimdiden 99 güne düşmüştük. 49 günü söyleşilere, araştırmaya ve Gerrard’ın Liverpool forması giyeceği, benim de Guardian’a yazmak üzere ayrı geçireceğimiz günlere ayırmaya karar verdim. Şansım yaver giderse kitabı yazmak için elimde elli gün olacaktı. Biliyordum ki bir teslim tarihi önüme çıktığında günde üç bin kelime yazabilirdim. Elli günde 150 bin kelime yazmak artık imkansız gelmiyordu.
Gerrard’a, vahşi 26 Haziran teslim tarihine yetişebileceğimizi mesaj attım. Liverpool’un Manchester United ile Anfield’da oynayacağı 22 Mart’tan 1-2 gün sonra işe koyulmak için buluşmaya anlaştık.
Drama kapıdaydı. Bu, Gerrard’ın hikayesinde sürekli yinelenen bir temaydı. United’a karşı ilk 11’de değildi. Everton ile birlikte yenmeyi en çok sevdiği takıma karşı yedek kulübesine hapsolmuştu. Tanışmamızın öncesindeki gece Swansea’ye karşı kenarda olmak daha anlaşılırdı. Sakatlıktan sonraki ilk maçıydı. Eski düşmana karşı oynayacağı son maçta, United’a karşı Anfield’da sahada olacağından emin olduğunu söylemişti.
Gerrard’ın kenardan gelip maçı kazandıran golü atmasını istedim. Hocası Brendan Rodgers’ın, muhteşem adamı yanında oturtarak göze batan bir hata yaptığını hissetmesini istiyordum. Maçı, sanki Arsenal oynuyormuş gibi çarpıntılar geçirecek derecede yakından izledim.
Liverpool ilk yarıda faciaydı. Rakibe diş geçiremiyorlardı ve devre arasına 1-0 geride girdiler. Gerrard oyuna girmek üzere çağırıldı. Neşelendim.
Oyunun yeniden başlamasının üzerinden 38 saniye geçmişti ki, Gerrard, Ander Herrera’nın ayağına bastığı için oyundan atıldı. O kadar açık ve kızgın bir hamleydi ki, kırmızı kart kaçınılmazdı.
‘Stevie G’nin sahayı terk edişini izledim. Kişisel acısı ve aşağılanışı bir yana, bunun kitabımızdan da elle tutulur bir zamanın çalacağını biliyordum. Gerrard’ın konuşacak durumda olmayacağını anlayacak kadar büyük spor insanlarıyla yeterli sayıda röportaj yapmıştım yıllar boyunca.
Birkaç günlük sessizliğin ardından mesaj geldi. 26 Mart Perşembe günü çalışmaya başlayabilirdik. Teslim tarihine 92 gün kalmıştı. Normalde bir kitap yazmak için ihtiyaç duyduğum 3-4 yıllık süreye karşı kalan üç ay. Gerginlik ve şüphe büyüyordu içimde.
Ama o perşembe sabahı, Steven Gerrard sağ olsun, inanmaya başladım. Ayrıca Gerrard’ın en güvendiği futbol yazarı, Daily Express’ten Paul Joyce da burada tebriği hak ediyor. Gerrard’ı 17 yıldır tanıyan Paul’a ilk söyleşiye nereden başlamamın uygun olacağını sordum. Nereden başlamak istediğimi biliyordum aslında ama bu yaşanan ayağa basma olayının hemen ardından, Gerrard’a ilk olarak geçen sezon, Liverpool’un durdurulamaz görülen şampiyonluk yürüyüşüne darbe indiren, Chelsea’ye karşı oynadıkları maçta ayağının kayması üzerine topla buluşan Demba Ba’nın attığı golü sormanın zalimce olduğunu düşündüm.
Paul kesin konuştu. “O anla başlamalısın” diye önerdi. “Stevie o konu hakkında konuşması gerektiğini biliyor ve konuşacaktır.”
Bu paha biçilemez bir tavsiyeydi. O gün öğrendim ki Steven Gerrard geçmiş ıstıraplarından saklanmayan biri. Bana, Chelsea maçından sonra arabasının arka koltuğuna oturup ağladığını anlattığı, sürükleyici bir ilk röportaj verdi. O kadar çökmüş hissetmiş ki, üç kızının onu bu şekilde görmemesi için eşi Alex’e, acısını yok etmeye çalışmak üzere evden uzak, sakin ve sessiz bir yere gitmeleri gerektiğini söylemiş. Mağlubiyetin çaresizliği kadar zaferin coşkusunu da bildiğini kendine kabul ettirmeden önce o birkaç günün ne kadar zor geçtiğini anlattı bana.
Gerrard karanlığın ve aydınlığın, hazzın ve perişanlığın benzer olduğunu açıkladı. Premier Lig’i kaybetti ama Şampiyonlar Ligi’ni kazanmıştı.
Hillsborough ıstırabını ve Kop ziyafetini deneyimlemişti. Karanlık ve aydınlık birbirine aitti. O kadar vurucu bir saptamaydı ki bu, kitabın anahtar görüntülerinden biri zihnimde oluşmuştu. Kutlama ve mahvoluş sanki birlikte görünüyordu, bir arada değil ama ayrılamaz biçimde, sanki Anfield’da boş duran bir kalenin iki direği gibi.
Sonra ayrıldık. Takip eden haftalar ve aylarda Steven Gerrard ile tekrar tekrar farklı yerlerde röportaj yaptım. Raheem Sterling’in eski evinden, Formby Golf Kulübü’nün cam odasına, Liverpool’daki bir otelin yönetim odasından, Melwood’a, Liverpool’daki 710. ve son maçını oynayacağı günden hemen önceki gece Crewe’e kadar farklı farklı yerler… Sanki her şey hakkında konuşmuştuk ve paylaştığı bilgiler ile anılar gelecek haftalar ve aylarda beni ayakta tutan şeylerdi gibi hissettim.
Her sabah 4.30’a -ve hatta son günlerde 2.30’a- alarm kurmak zordu ama ofisin bahçe barakasına karanlıkta tökezleyerek giderken Gerrard’ın dürüstlüğüne ve cesaretine, Liverpool’a olan bağlılığı ve sadakatine ve mühim kariyerine adil davranmaya çalıştım. Yorgun ve bitmiş hissederken bile bu kitabı yazıyor olmak özel hissettirdi.
Sona yaklaşırken ve kendime uçtuğumu söylerken, her kitabın böyle keskin bir yoğunlukta yazılması gerektiğini bile düşündüm. Teslim tarihine yetişmeye çalışırken ölsem dahi, bu epik spor hikâyesini yazarken mutlu öleceğimi söyleyerek latife ettim.
Daha kesin olmam gerekirse, 26 Haziran 2015 Cumartesi öğle saatinden hemen önce kitabın son kelimesini yazdım. O kelime ‘Anfield’dı. İçeriye doğru yalpaladım ve dizlerimin üzerinde kayarak mutfağa girdim.
En büyük kızım, gözlerini devirdi, ama eşim bir öpücük ve beşlik vermek üzere bana doğru eğildi. Özel hissettirdi. Buna değmişti. Neredeyse her şeye yeniden başlamayı dileyecektim.
Çeviri: Buğra Balaban (@7naka)