“İnsanlar daima daha iyi bir gelecek yaratmaktan bahsederler. Oysa bu, gerçek değildir. Gelecek, kimseyi ilgilendirmeyen hissiz bir boşluktur. Geçmiş ise yaşam doludur; kızdırır, başkaldırtır, yaralar, o kadar ki bu yüzden onu yok etmek ya da yeniden yaratmak isteriz. Geleceğe egemen olmak istenilmesinin nedeni, geçmişi değiştirebilme arzusundan başka bir şey değildir.”
Milan Kundera / Gülüşün ve Unutuşun Kitabı
Artık ülkesini terk etme zamanı gelmişti. Kararı kesindi. O yıl baskıdan yılan ve Paris’e yerleşen yazar Milan Kundera gibi o da gidecekti. Martina Navratilova, batıya uçmadan önceki akşam babasıyla nehrin kıyısındaki yolda yürüyüşe çıktı. “Artık ailen olarak sana ne söylersek söyleyelim, aslında sen çoktan gittin, biliyorum” dedi babası ona. Bu uzunca bir süre için yüz yüze son konuşmaları olacaktı. Ertesi gün Navratilova; bir valiz ve dört raket ile özgürlüğüne uçmak için yola çıktı. 18 yaşında Çekoslovak bir lise öğrencisiydi. Ama gelecek vaat eden bir raketti. Başta milli takım antrenörü Vera Sukova olmak üzere, Çekoslovak yetkililerden zar zor alınan izinle gidebilecekti. Çünkü Amerika Açık oynamak için New York’a doğru yol aldığında, devlet yetkilileri onun kültürel bir yozlaşma sonucu ‘Amerikanlaşmasından’ korkuyorlardı.
5 Eylül 1975 tarihinde, Amerika Açık yarı finalinde, daha sonra büyük rakibi ve en yakın dostu olacak olan Chris Evert’a kaybetti. Menajeri Jeff Barman ise günler öncesinde oyuncusunun sığınma işlemlerini ayarlamak için ABD Göçmenlik ve Vatandaşlık Bürosu ile temasa geçmişti. Ancak başka kimsenin haberi yoktu. Sabah, otel odasındaki telefon çaldı. Arayan Vera Sukova’ydı, “Neden yaptın bunu?” diyordu. Meğerse bilgi Washington Post tarafından servis edilmişti bile. Navratilova hemen Barman’ı aradı. WTA’in halkla ilişkiler direktörü Jeanie Brinkman’a ulaştılar. Brinkman, “Artık herkese açıklamanın vakti geldi” dedi. O cumartesi, Navratilova basın toplantısında ABD’ye sığındığını resmi olarak açıkladı. “Özgürlüğümü istiyordum” dedi. Ünlü Sovyet balet Mikhail Baryshnikov’dan bir yıl sonra bu kez genç bir tenisçi batıya iltica etmiş ve bu, Soğuk Savaş zamanı kasırga etkisi yaratmıştı.
O Cumartesi akşamı Navratilova, Brinkman ve Barman beraber yemek yediler. Restorandaki barmen Brinkman’ın arkadaşıydı. “Hey Brinkman, KGB biraz önce seni soruyordu” dedi masaya gelerek. Navratilova telaşlı bir şekilde restorandan koşarak çıktı ve sonraki iki günü korku dolu bekleyişle Brinkman’ın dairesinde geçirdi. Brinkman o günü şöyle anlatıyor: “FBI’dan bir telefon aldım. Telefonlarımın dinlendiğine ve evin önünde onları korumak için bir araç beklediğine dairdi.” Adeta bir John LeCarré romanında gibiydiler. Sonraki turnuvalara uzun bir süre FBI korumasında gideceklerdi. Hatta ülke dışı yolculuklarda Sovyet hava sahasını kullanmamaya da özen gösterdiler.
Aslında ilk plan, o yıl Wimbledon için Londra’ya gittiklerinde aileyle iltica etmekti. Fakat vazgeçtiler. Navratilova o günleri, “Bana bir şey olsa babam ABD’de nasıl yaşayacak diye düşünmüştüm” diye anlatıyor. Baba dediği, soyadını aldığı ve ona tenis oynamayı öğreten üvey babası Miraslov Navratil’di. Öz babası, annesinden boşandıktan sonra, Martina henüz sekiz yaşındayken intihar etmişti. Annesi de baskıcı komünist rejime karşı fikirleri yüzünden öğretim görevlisi olduğu yerden atılmıştı. Martina da 1968’de Çekoslovakya’nın Sovyetler tarafından işgalinin akabinde önemli bir tenis yeteneği olarak devletin kontrolündeydi. Kazandığı paranın yüzde 20’sini federasyona vermek zorundaydı. Aynı zamanda, onlar istemezse başka bir ülkeye gidemiyor ve turnuvalara katılamayabiliyordu. Hayatı boyunca kontrol edileceği düşüncesi, kendisine yabancı bir ülkede, ailesinden uzakta yaşama ihtimalinden çok daha korkutucu geliyordu. ABD’nin özgürlükler ülkesi olduğunu düşünüyordu. Ket vurulamaz bir özgürlük aşığıydı. Ona göre bu, doğal bir haktı. İlticası sonrası ülkesinin yetkililerinden gelen açıklama ise şöyleydi: “Navratilova, Çekoslovak toplumunun karşısında büyük bir yenilgi almıştır. Vatanında gelişebilecekken, profesyonelliği ve şişkin bir banka hesabını tercih etmiştir.”
1975’ten ABD vatandaşı olduğu 1981’e değin bir haymatlos olarak yaşadı. Ancak her şeyin sonunda, neredeyse 30 yıla yayılan ve 18 tekler Grand Slam şampiyonluğuyla taçlanan kariyerinin ötesinde bir figüre dönüştü. Tüm zamanların en iyilerinden biri oldu. Hatta efsane Billie Jean King’e göre, o en iyisiydi. Zorluklar yaşadığı da oldu ama çoğunlukla kort dışında…
Göçmenlik Bürosu’nun geçmişte farklı cinsel yönelimdeki insanlara vatandaşlık vermediği biliniyordu. Martina da bu korkuyla sessiz kalmayı tercih etti. 1981’de vatandaşlığa kabul edildiğinde gerçeği açıklamayı düşündü fakat bu sefer de WTA bunu yapmamasını istedi. Sponsorların çekilebileceğinden korkuyorlardı. Bilhassa 1982-84 yılları arasında dünyanın en iyisiydi. O dönem sadece altı tekler maçı kaybetti. 254 tane de kazandı. Öte yandan onun bile tam olarak açılması zaman alacaktı. 1993’te Washington’daki eşcinsel yürüyüşünde asıl konuşmasını yaptı. Bu ona, yıllarca dünya tenisini domine ederken almadığı alkışı ve takdiri getirecekti. Oyunu; kuvvete ve kas gücüne dayalı, geleneksel kadınsal estetik algıdan, diğer bir deyişle güzellik yanılgısından uzak olduğu için hep hakir görüldü. Fakat tamamen açıldıktan sonra, ülkedeki 18. yılında, nihayet kendini evinde hissetmeye başladı. O günden bu yana, sadece eşcinsellerin değil tüm ezilenlerin haklarını korumaya çalışıyor.
“Tenis, takım sporlarına göre daha demokratik. Bu yüzden, hayat standartlarımı kaybetme tehlikesi yaşamadım. Ama çok konuşmasam ve yalan söylesem, daha fazla para kazanırdım. Ancak eminim ki o parayı böyle vicdanen rahat harcayamazdım. Günümüzde sporcular, genelde seslerini çıkarmaya çekiniyorlar. Kaybedebilecekleri para boyutu da arttı. LeBron James, Colin Kaepernick gibileri çok az.”
Navratilova artık 60 yaşında ve eşi Rus Julia Lemigova ile birlikte geleceğe egemen olmaya çalışırken başkalarını ezenlere karşı mücadelesini sürdürüyor. Zaman, bir noktadan sonra ondan yana olmuştu. O da karşılığını vermeye çalışıyor.
Bu sayı; zamanın ruhu ne olursa olsun, ondan ümidini kesmeden hakikatin savunulması için mücadele edenler, hatta gerçeği bulunması zor bir şey olmaktan kurtarmaya çalışanlar, geleceği ve geçmişi özgürleştirenler için…
Tıpkı Green Day’in Time of Your Life şarkısında bahsedildiği gibi…
“Zaman seni bileklerinden yakalar ve gideceğin yere yönlendirir
O yüzden, bu sınavdan alabildiğini al ve ‘Neden?’ diye sorma
Çünkü bu bir soru değil, zamanla öğrenilen bir ders
Öngörülemez bir şey ama sonunda doğru
Dilerim ki hayatının en güzel zamanını geçirmişsindir.”