Peter Sagan’dan önce sesi geldi.
Carcassonne’dan başlayan günde bisikletçiler Fransa’nın güneyinin rüzgarıyla boğuşmuşlardı. Zaten dağ etaplarının arasına sıkışan bu son iki gün haddinden fazla zorlu olmuştu ve son bölüm yaklaşırken herkesin aklında sprint finişi vardı. Çeşitli inişler ve çıkışlardan sonra elimizde toplu bir grup vardı ve düz etap sayısı bir hayli az olan bu seneki parkurda Marcel Kittel ve Mark Cavendish gibilerin öne çıkması bekleniyordu. Ama bütün bu planlar ve beklentiler arasında Sagan bir şey yaptı. Yarışın durulduğunu fark ettiği bir anda takım arkadaşı ve domestiği Maciej Bodnar’a “Haydi, haydi gidiyoruz” dedi ve atağını yaptı.
O anda bir şaşırma nidası basın odasını kapladı. Montpellier’deki yarışı beraber izlediğim gazetecilerden çoğu çapraz rüzgarlara ve heyecanlı ataklara rağmen çok büyük bir şey vaat etmeyen bu etabın sonunda böyle bir atak beklemiyordu. Şaşkınlık nidalarını arttıran şey Chris Froome’un da Sagan’ın peşine takılması oldu. Sarı mayo ile yeşil mayo birlikte atak yapıyordu ve yaşı geçkin, çoğu eski günlerin özlemi ve nostaljisiyle yaşayan birçok gazeteci için bu geçmiş zamanın izinde yapılan bir ataktı.
Ben de hazırlıksız yakalandım. 2016 Fransa Bisiklet Turu’ndaki ilk günümün daha sakin geçmesini bekliyordum. İtalyanların efsane gazetecisi Gianni Mura ile konuşmuş, Fransızların aynı statüdeki kalemi Philippe Brunel’den röportaj randevusu almıştım. Günümün geri kalanında ülkemi gururlandıracak bir şekilde açık büfeye saldırmayı, birbiriyle alakasız birçok tuzlu ve tatlıyı kombinlemeyi ve basın odasına ilk kez giren her aşırı heyecanlı budala gibi gördüğüm yıldızları saymayı planlıyordum. Bak Sean Kelly geçti, Greg LeMond orada, aa Cyrille Guimard! Bir de Caner Eler’in İstanbul’dan kurduğu bağlantılarla Eurosport basın turunun bir parçası olmuştum ve onlarla ufak bir prodüksiyon gezisi yapacaktım.
Sagan’ın atağı ile prodüksiyon turunun son bölümü üst üste geldi. Bu turdan sorumlu olan iletişim uzmanı hanımefendi birazdan canlı yayında program yapacak olan Ashley House ile Juan Antonio Flecha’nın peşinden gitmemizi önermişti. Bunu gerçekten yapmak istiyorduk ama yarış çok güzeldi. SBS’in finiş bölgesindeki çadırı bu noktada yardımımıza koştu. Avustralyalı eski sprinter Robbie McEwen şimdi yorumcu koltuğundaydı ve o da bizim gibi Phil Liggett’in sesinden yarışı izliyordu. Liggett sürekli “Old-School racing” diye bağırırken polisler kalabalığı ve bulunduğumuz yeri kontrol etmeye çalışıyordu.
Peter Sagan’dan önce sesi geldi. İlk olarak basın odasında, ikinci olarak ise şimdi. Fransa Bisiklet Turu’na daha önce gidenlerin yakından bildiği devasa araç konvoyunun sesi kulağımıza geliyordu. Motosikletler, arabalar, kameralar, polisler ve bizi bir arada tutmakla görevli hanımefendinin direktifleri arasında Sagan’ı gördük. Bu hayatının en etkileyici sprinti değildi ama en özel Tur zaferiydi. Froome da peşinden geldi. İkili Fransa Bisiklet Turu’nun bu yılki en büyük kahramanlarıydı ve Montpellier’de de muazzam bir deneyim yaşatmışlardı.
Bisikletçiler teker teker çizgiyi geçerken biz de Eurosport’un canlı yayınına doğru hareketlendik. Birkaç dakika sonra yeniden en başa, basın odasına döndüm. Salle de presse’i dolduran gazeteciler heyecanla klavyelerindeki tuşlara basıyordu ve ekranda bisikletçilerle yapılan röportajlar dönüyordu. Açık büfenin kaldırıldığını öğrendiğim o hüzünlü anda mikrofona Peter Sagan geldi. Her zamanki kırık dökük İngilizcesiyle “We are like actors. Sorry, we are like artists” dedi. Dili sürçmüş, yaptıkları atağın sanatsal değerini anlatmaya çalışırken “Aktör gibiydik” demişti. Oysa bu, bir hayli yerinde bir hataydı. Bisikletçilerin eskisi gibi içgüdüsel ataklar yapmadıkları, kendilerine yazılan rollere ve sportif direktörlerinin telsizlerden verdiklere direktiflere bağımlı kaldıkları için eleştirildikleri bir çağda Sagan önceden yazılmış bir senaryoyu oynamayı reddetti, doğaçlama yaptı. Montpellier’de bir kez daha gördük. Bu, onun sanatı. Biz sadece takip ediyoruz.