Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

Saha DışıBir Frank Deford Yazısı

Frank Deford spor yazarlığını nasıl kökünden değiştirdi? Ünlü yazarın ardından...

Daha gidecek çok yol vardı. Frank Deford ile tanıştığım gün, Ortaköy’deki üniversitemden çıkmış, vapura binmiştim. İstikamet her zamanki gibi Kadıköy’dü, oradan da 16 numaralı otobüsle eve gelecektim. Yani, sıradan bir gündü. Ama aslında değildi. Vapurda Kindle’daki spor yazılarına göz gezdirmiş, asla bakmaya bile fırsat bulamayacağım bir yığın şey içerisinde, eski bir klasiğe rastlamıştım: The Rabbit Hunter. Orada okumaya karar verdim ve sonra galiba her şey değişti. Yavaş yavaş.

Aslında bu geç bir tanışmaydı. O günlerde Frank Deford çoktan 70’ini devirmişti ve aktif olarak yazmayı bırakmıştı. National Public Radio’daki görevine devam ediyordu; hâlâ söyledikleri dinlenen, isminin önünde ceket iliklenen bir adamdı ama birbiri ardına yazılarla ABD’yi sarstığı Sports Illustrated yılları çok gerilerde kalmıştı. Yine de o ritm, üslup, ateş arşivlerde parlamayı sürdürüyordu. Bu arşive dalışım, Bill Simmons’ın Book of Basketball kitabıyla olmuştu. NBA tarihi üzerine yazan Simmons, kaynakça bölümünde kendisine en çok yardımı dokunan şeylerden bahsederken eski maç görüntülerinin yer aldığı Youtube ile birlikte Sports Illustrated arşivinin bedava ve herkese açık olduğu SI Vault’u işaret ediyordu. Oradan Deford’a sekmiş ve birçok yazısıyla, en çok da The Rabbit Hunter ile, karşılaşmıştım.

O Deford, yakın bir zamanda, 29 Mayıs 2017’de hayata gözlerini kapadı. Eğer vefat ettiği akşam sosyal medyada gezindiyseniz ya da en az bir yabancı spor sitesine, mesela ESPN’e girdiyseniz, haberini görmüşsünüzdür. Soyadı anında Twitter’ın en popüler konuları arasına girdi, öyle ki efsane yazar, neredeyse Barcelona’nın yeni teknik direktörü Ernesto Valverde kadar konuşuldu. Ardından Boston Globe gazetesinin efsane kalemi Bob Ryan, “20 yaşındayken hayalim onun gibi olmaktı. Hâlâ buna uğraşıyorum. Hâlâ başaramıyorum” diyordu. Bir başka büyük meslektaşı Jack McCallum ise “Onunla birlikte çalışan herkes şu an hangi yazıyla Deford’u anacağını bulmaya çalışıyor. Bu süreç tüm günümüzü alabilir” ifadelerini kullanıyordu. Bu ve benzeri açıklamalar, yazılar, anmalar sürdü ve hepsi ünlü kalemin mirasını çok daha doğru bir şekilde andı.

Şimdi okuyacaklarınız, Kadıköy’den Atalar’a giden bir otobüsten ve sonraki birkaç yıldan kişisel notlar.

1-Tavşanlar

The Rabbit Hunter bir Wiliam Faulkner sözüyle açılıyor. Bu, ilk bakışta entelektüel bir gösteriş çabası olarak görülebilir ama öyle değil. Biraz sonra, ünlü koç Bobby Knight’ın dünyasına girdikçe o sözün anlamını ve yerini bulacaksınız. Evet, Deford’un bu yazısı Knight’ı anlatıyor. Aslında bu bir röportaj. 1970’lerde fenomen olan, kolej basketbolu tarihinin gelmiş geçmiş en büyük koçlarından biri olarak gösterilen ünlü ismi farklı çerçeveler üzerinden okuyoruz. Arada kendi sesinden, arada başkalarının…

Yazı Bobby Knight’ı anlatırken ailesinden, takımından, oyuncularından, rakiplerinden, mesleğinden evvel tavşanlardan bahsediyor. Daha açılışta, ilk bölümün başlığını (Tavşanlar) gördüğünüzde bile anlıyorsunuz buradaki meselenin başka olduğunu. Deford, tavşanlarla birlikte Kinght’ın dünyasına taşıyor bizi. Burada zıtlıklar başrolde. Yenilgiler kadar zaferler, sevgi kadar nefret, mutluluk kadar rahatsızlık, gurur kadar memnuniyetsizlik de mevcut. Ama her şeyden önce tavşanlar var. Sözü yazara bırakalım:

“Bu sezon başında bir maçtan önce Knight oyuncularına mühim şeylere odaklanmalarını tavsiye ediyordu. Takımına ‘Size daha kaç kere bunu söyleyeceğim? Tavşanlarla kavga etmeyin. Çünkü, beyler, tavşanlarla kavga ederseniz, filler gelir ve sizi öldürür.’ diyordu. Ama koç bu konuda kendi sözüne kulak asmıyor. Ona göre, ‘Etrafta çok fazla tavşan var ve bunu bilmek bana iyi gelmiyor. Fillerle savaşmak yerine tavşanların peşinden koşuyorum.’ Ve tavşanlar onu etkiliyor, her şeyi berbat ediyordu.”

Frank Deford, uzun boyu ve tarzıyla sık sık Clark Gable'a benzetilirdi.Frank Deford, uzun boyu ve tarzıyla sık sık Clark Gable’a benzetilirdi.  (Fotoğraf: Sports Illustrated)

Bu zıtlık ya da muhteşem karakter tahlilleri, Deford’un bütün yazarlık kariyerinde var. Bugün geçmişten hangi yazısını seçerseniz seçin, orada çok iyi tanınmış, aktarılmış ve tarihe kazınmış bir figür bulacaksınız. Mesela Bill Russell sizin için de adı rekor kitaplarında olan, 11 şampiyonluk kazanmış, NBA tarihinin en büyük oyuncularından biri, öyle değil mi? Boston Celtics efsanesini belgesellerde izliyor, yaptıklarını kitaplarda okuyor, ara sıra maç görüntülerine bakıyor ve aslında çok da tanımadan günümüzün yazılarıyla ilgilenmeyi sürdürüyoruz.

Oysa Deford’un onun hakkında 1999’da yazdığı yazı bambaşka bir pencere açıyor. Bir anda, ABD içerisinde arabasıyla uzun seyahatler yapan, gazetecilere konuşmayı sevmeyen ama konuştuğu zaman da felsefe yapmaktan hoşlanan, sürekli okuyan ve televizyon izleyen bir münzevi ruh karşılıyor bizi. Deford, tarihin en büyük ‘takım oyuncusu’nun oturma odasına götürüyor bizi, orada kariyeri boyunca asla ‘Ben’ demeyen, hep beraber çalıştığı isimlerle bu başarılara gittiğini söyleyen Russell’ın aslında evinde tek başına günlerce kalmaktan hoşlanan bir asosyal olduğunu anlıyoruz. Televizyon karşısında uyuyor, saatlerce okuyor, kimseyle iletişime geçmiyor ve mutlu mesut bir şekilde hayatına devam ediyor. Ve bu satırları okurken, onunla bazen aynı arabada, bazen de aynı odada olduğunuzu hissediyorsunuz. Bir noktada, Russell’ı rahatsız etmemek için çok ses çıkarmamaya uğraşıyorsunuz. Bırakalım, ekranda golf açıkken, tek başına ya da sevdiği kadınla birlikte uyusun.

2-Tesadüfler

Frank Deford kariyeri boyunca hep tavşanlardan daha fazlasını kovaladı. Kişisel olarak yolculuğu birçoklarına göre daha kolay olmuştu. Princeton Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Sports Illustrated ile görüşmeye geldiğinde bile özgüvenini belli etmişti. Burası çalışmak istediği tek dergiydi, daha iş görüşmesinde Time’a sallıyor, SI’ı övüyordu. İşe alındı. Dergi, İkinci Dünya Savaşı sonrası cephe deneyimi de olan, hatta kendi iddiasına göre Charle de Gaulle’un basın sekreterliğini yapan karizmatik patron Andre Laguerre yönetiminde yeni bir yola girmişti. ABD’de yazı değişiyor, “Yeni Gazetecilik” akımı kitaplardan dergilere, belgesellerden gazetelere her şeyi etkiliyordu. Artık kurgusal olmayan meseleler bile bir öykü üslubunda anlatılıyordu. Tom Wolfe, Gay Talese, David Halberstam gibi adamlar sınırları zorluyor, spor yazısıyla edebiyat, tarih metniyle novella arasında gidip gelen metinler kaleme alıyordu.

Aynı dönemde psikanaliz de artık iyiden iyiye moda olmuştu. 1960’ların yazıya da sıçrayan etkisi hem topluma hem bireylere bakışı değiştirmişti. Artık kimse ‘sıradan’ değildi. Ve o dönemin devrimci atmosferi kendisine Sports Illustrated’da da yer bulmuştu. Evet, ABD özelinde spor yazarı her zaman önemli olmuştu. Adı, daha sonra Bill Simmons’ın sitesine ilham verecek olan Grantland Rice, 20. yüzyılın başında yazdıklarıyla ülkenin en önemli insanlarından biri olmuş, onu takip eden birçok kalem de toplumsal hafızada büyük yer edinmişti. Ama Sports Illustrated’ın 1960’larla birlikte geçirdiği değişim, spor yazarlığı kavramını da farklı bir boyuta taşımıştı.

Deford önce bu değişimin bir parçası oldu, sonra da aktörü. Ve onun kaleminde spor da sporcu da bambaşka nitelikler kazandı. Bir Freud alıntısıyla açılan Jimmy Connors röportajını, Bobby Knight ile birlikte, en önemli eseri yapan şey de hem etkilendiği dönem, hem de kendi yetenekleri. Deford, ölümünden sonra da binlerce insan tarafından paylaşılan o röportajda 1970’lerin en ünlü tenisçisinin iç dünyasıyla tanıştırıyor bizi. Connors o günlerde medyada çok yer bulan bir adam; ilk olarak genç yaşta kazandıklarıyla, sonra da kaybettikleriyle… Ama Deford’un kaleminde o, annesi ve anneannesi tarafından çok sevilerek, kral muamelesi yapılarak büyütülmenin hayat boyu etkilediği bir erkek çocuğuna dönüşüyor. Yaptığı her şey, tepkileri, skandalları, bir tenisçi olarak yükselişi ve düşüşü, onu yetiştiren iki kadın üzerinden anlatılıyor. Bitirdiğinizde Connors ile yıllar geçirmiş gibi hissediyorsunuz, tıpkı Billy Conn, Bill Russell, Bobby Knight ile geçirdiğiniz gibi…

ABD’li yazar, kariyeri boyunca etkilendiği Britanya spor geleneğini takip etmiş, sonuçlardan çok karakterlerle ilgilenmişti. Sonrasında genç yazarlara verdiği hayat derslerinde söylediği gibi, o aslında spor yazmıyordu. Sadece, şansa bakın ki, yazdığı insanlar spor yapıyordu. Bu tamamen tesadüftü. Ve bu tesadüf, binlerce yazara ilham vermişti. Ölümünden sonra bütün ünlü kalemlerin ağız birliği etmişçesine “O olmasaydı ben de olmazdım” demesi boşuna değil. Deford, gerçekten de birkaç farklı kuşağı spor yazmaya teşvik eden bir adam. Çünkü onun kuşağıyla birlikte artık spor yazmak hem gazetecilikti hem de edebiyat.

3-Kilometreler

O tesadüf kilometrelerce ötedeki insanların da hayatını etkilemişti. ABD’de 1960’larda Frank Deford okuyarak büyüyen bir çocuğun hislerinin ne olduğunu bilemem ama otobüs yolculuğumu hatırlayabilirim. O dönem genç bir editör olarak The Rabbit Hunter bende farklı bir damar açmıştı. Küçüklüğümden itibaren birçok dergiyle haşır neşir olmuş, batug.com gibi sitelerden çok etkilenmiş ve bir şeyler yazacağım günleri büyük bir heyecanla ve bazen hayal kırıklığıyla beklemiştim. Bazen, o günler hiç gelmeyecek gibi görünüyordu. Ama beklemeye değerdi.

Frank Deford da bu bekleyişi değerli yapmıştı. İlk bakışta onun kim olduğunu bilmiyordum. 1960’larda dergiciliğe yaptığı etkiden haberim yoktu. NBA’i ilk yazan ve ABD gazeteciliğinde haritaya sokan kalemlerden biri olduğunu henüz okumamıştım. Anıları da bana yabancıydı. Bir zamanlar ABD’de gazetecilerin sporculardan daha iyi şartlarda çalıştığından, mesela Boston Celtics efsanesi John Havlicek’in uçakta ekonomi sınıfındaki koltuğundan kalkıp business class’a Deford’a röportaj vermek için geldiğinden de haberim yoktu. Ama karşımda büyük bir yazı vardı ve bu bana müthiş bir mesaj vermişti. Tekrar tekrar okuyabilir, kurgusuna bakabilir, cümlelerini çalışabilir ve belki de günler, aylar içerisinde iyi bir şeyler yazabilirdim.

Ünlü yazarın başka bir etkisi de olmuştu. Yazdığı ve röportaj yaptığı bütün bu adamların yanında bir sürü tanınmayan figür de vardı. Mesela The Toughest Coach There Ever Was yazısında sayfalarca anlattığı Robert Victor Sullivan kimsenin tanımadığı, adını duymadığı bir koçtu. Ama bu, yine de unutulmaz bir yazının gelişine engel olmamıştı. Deford ünlü yıldızlar ya da koçlar kadar ünsüzlere de vakit ayırmış, ismin değil iyi yazının peşinde koşmuştu. Bu, üslup, ritm, kurgu kadar önemli bir dersti. Ona baktığınızda bunu da görebilir ve konu seçimlerinizde ufkunuzu genişletmeye çalışabilirdiniz.

Frank Deford, ABD'nin ilk ve tek günlük spor gazetesi The National'ın genel yayın yönetmeniydi.Deford, ABD’nin ilk ve tek günlük spor gazetesi The National’ın genel yayın yönetmeniydi. Fotoğraf: USA Today

Aradığım, aslında birçok spor yazarı gibi, Deford anlarıydı. Birkaç sene önce Fransa Turu zirvesinde olan Andy Schleck’i evinde, çocuğuna bakarken, düşmüş ama mağrur, her şeyi geride bırakmış şekilde bulduğumda bunu yakaladığımı düşündüm. Daha sonra farklı karakterler üzerine çalışırken de aynısının peşindeydim. Elbette hiçbirinde tam olarak bulamamıştım. Yine de aramayı sürdürüyor, Deford’un etkisiyle, onları bir sporcu gibi değil, spor da yapan bir insan olarak düşünmeye gayret ediyordum. Sadece spor da değildi mesele. Emek Sineması’nın emektar müdürü Hikmet Abi’yi, 80’ine merdiven dayamış bir şekilde Çınarcık’ta Yoğurt Cafe’de ziyaret ettiğimde kendi The Toughest Coach There Ever Was’ımı arıyordum muhtemelen. Hikmet Abi koç değildi, pek sert de değildi lâkin aklımın bir yerinde geçmişte okuduklarım vardı. Hepsi önce ilham, sonra taklit olmuştu benim için. Mesele bu hırsızlıklardan bir şeyler çıkarabilmekti.

4-Hayaller

Frank Deford, 1960’lardan 1980’lerin sonuna kadar Sports Illustrated’a yazdığı yazılarla kendisini bir yaşayan efsane statüsüne taşımıştı. Sporun yanı sıra romanlar yazıyor, senaryolar kaleme alıyor, yazının onu götürdüğü farklı mecralarda öne çıkıyordu. O günlerde aldığı cazip bir teklif sonrası ABD’nin ilk ve tek günlük spor gazetesinin, The National’ın genel yayın yönetmeni olmuş, daha sonra çok büyük bir eğlenceyle anlatılacak bir mirasın başı olmuştu. Bir yandan NPR’a ve HBO’ya yaptığı işlerle radyo ve televizyon dünyasına da adım atmıştı. Şöhreti ve karizması onu filmlerde ve bir reklamda rol almaya kadar götürmüştü.

O da herkes gibi spor yazarlığının altın çağının kendi yetiştiği dönem, yani 1960’lar olduğunu düşünüyordu. Belki de haklıydı. Televizyonun yükselişinden önce yazmanın popülaritesi ve saygınlığı başkaydı. Deford, NBA’i esas alanı seçtiği için avantajlıydı. Magic Johnson ile Larry Bird’ün ligi büyük kitlelere taşımasından, insanların Twitter’da ‘Michael Jordan mı Lebron James mi’ diye kavga etmelerinden epey bir süre önce, final maçlarının bile televizyonda kendisine doğru düzgün alan bulamadığı ABD’de Deford basketbol yazıyordu. Ve bu ona müthiş bir saygınlık getirmişti. Öyle ki, anılarında belirttiği gibi, Boston Celtics’in bir şampiyonluğu sonrası efsane koç Red Auerbach görüşlerini almak isteyen bir televizyon muhabirine tepki göstermiş, “Şubat ayında neredeydiniz?” diye kızmıştı. Sonra elini Deford’un omzuna atmış ve “Ben yazarlarımla gidiyorum” demişti.

Bu konuda yalnız değildi. Daha sonra binlerce okuyucu yazarlarıyla, özellikle de Frank Deford’la yola devam edecekti. Çünkü, Mike Lupica’nın dediği gibi, Deford herkese hayal kurmasını öğretmişti. Kilometrelerce uzaktaki okuyucularına bile. Hâlâ o hayalin peşindeyiz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler