Almanya Futbol Federasyonu birkaç gün önce Avrupa Şampiyonası’na gidecek kadronun 17 Mayıs’ta bir basın toplantısında açıklanacağını duyurmuştu. Kadro, federasyonun Frankfurt’taki merkezinde saat 13’te açıklanacaktı. Ancak saatler 13:15’i gösterdiğinde ortada ne Joachim Löw vardı ne de bir başkası. Alman disiplininin, kendisine ihanet ettiğini düşünürken bir anda kürsüye üç kişi geldi. Fransa Başkonsolosu Philippe Etienne, Futbol Federasyonu Başkanı Reinhard Grindel ve Genel Sekreter Ralf Köttker… Konuştular, konuştular, araya görüntü girdiler, yine konuştular ve yine konuştular. Aralıksız. Fransa’yı, havayı, güvenliği… Her şeyi. Sadece kadrodan bahseden yoktu. Saat 14’ü geçtiğinde kamuoyu hala Fransa’ya gidecek isimlerden habersizdi. Bir Alman gazeteci “Acele edin, kantin kapanıyor” diye paylaşım yaptığı dakikalarda nihayet kürsüye Löw gelip, 27 kişilik kadroyu açıkladı. Daha doğrusu yine bir görüntü girdi ve Löw çağırdığı isimlerin üzerine yorum yaptı.
Gereksiz şekilde uzayan merasim sırasında uyuya kalmayan basın mensupları kadronun ilginç isimlerini teker teker sormaya başlamıştı. Julian Brandt, Leroy Sane, Julian Weigl, Joshua Kimmich neden kadroda? Kaleciler arasında neden Kevin Trapp yok? Bastian Schweinsteiger sakat değil mi? Hatta bir basın mensubu ciddi ciddi Avrupa Şampiyonası’nda Almanya’nın açılış maçındaki ilk 11’ini istedi. Soru-cevap kısmında adı geçmeyen nadir isimlerden biri ise Mario Gomez’di.
Daha önce milli takım kapsamında düzenlenen tüm basın toplantılarında mutlaka bahsi geçen Gomez’i kimse tartışmak istemiyordu artık. Nasıl Manuel Neuer, Jerome Boateng, Mats Hummels, Mesut Özil, Thomas Müller’i konuşmaya gerek yoksa, Gomez’i de tartışmanın artık bir manası yok. Daha bundan birkaç ay önce konu milli takım olunca esamesi dahi okunmayan bir futbolcunun geldiği nokta kayda değer bir başarı hikayesi aslında. Ve Gomez’in uzun süre hiçe sayılmasında sadece performansı değil, tarzı da önemli bir rol oynamıştı.
Josep Guardiola’nın Almanya futboluna enjekte ettiği pas ve kontrole dayalı futbol, haliyle milli takıma da yansıdı. Löw de bir çok maçta merkez santrforundan vazgeçip, orta sahada pası iyi yapan, oyun kontrolünü ön plana çıkaran bir yapıya dönmüştü. Bu genelde göze hoş gelse de, Almanlar birçok maçta gol atmayı unutmaya başlamış, kolay gözüken eleme grubunda zor anlar yaşamıştı. Löw’ün tabiriyle Almanya “Artık öldürücü değil”di. Takıma bir tetikçi lazımdı ve Gomez, Beşiktaş formasıyla bulduğu goller ile bu rolü üstlenebileceğinin mesajını verdi. İlk başlarda Türkiye’deki performansına ödül gibi gözüken bu çağrılma, bu konjonktürde Almanya’nın Euro 2016 için tek kurtuluş reçetesi gibi gözüküyor.
Diğer tarafta Lukas Podolski de önceki kulüplerinde bulamadığı maç ve gol ortalaması ile milli takıma gelince, Süper Lig ister istemez Almanların merceğine takıldı. Kimine göre Türkiye’de eli ayağı düzgün her futbolcu Gomez ve Podolski’nin gol ortalamasını bulur. Başarı gibi gözüken bu verileri fazla büyütmemek gerekiyor onlara göre. Bu yüzeysel yaklaşım, Süper Lig’de 26 gol atan Gomez’i oldukça sinirlendiriyor: “Böyle diyorlar çünkü bilgisizler. Türkiye’ye gitmeden önce, Türkiye’yi bilmeyen arkadaşlarım, ‘Sen delirdin mi? Almanya ve İtalya’dan sonra orası en az iki sınıf düşük,’ Türkiye’yi bilenler ise, ‘Teklif mi aldın? Hemen git, hayatının en iyi kararı’ demişlerdi. Git diyenler haklı çıktı.”
Genç veya orta yaşlı Alman bir futbolseverin, ‘Türk Futbolu’ dendiğinde aklına gelen ilk şeylerin, bizim açımızdan çok iç açıcı unsurlar olmadığı aşikar. Almanya’da ve Avrupa’da işi bitmiş, Türkiye’ye büyük paralara gidip orada krallar gibi karşılanan oyuncuların ve teknik adamların hikayelerini hatırlatıyorlar. Almanya’da futbol oynamaya ve oynatmaya yetersiz görülenlerin Türkiye’de zirveye oynamaya yeterli görüldüklerini öne sürüyorlar. Ödenmeyen paralarını istedikleri için silahla tehdit edilen teknik direktör ve futbolcuların hikayelerini öne sürüyorlar. Her ne kadar son yıllarda Almanya’dan Türkiye’nin yolunu tutup başarılı olan birçok isim olsa da, hiçbiri algıyı kırıp, “Aslında Türkiye böyle bir yer değilmiş, biz yanılmışız” fikrini oturtamadı. Bunu “Türkiye benim ikinci vatanım” deyip her defasında Türkiye’yi savunan Christoph Daum da başaramadı, Joachim Löw de.
Ancak Almanların bir tetikçiye en çok ihtiyaç duyduğu dönemde, yaşları ilerlese de ülke futbolunun en bilinen iki isminin yüksek yüzdelerle karşılarına çıkması, ilk etapta buraya ilgiyi arttırdı, sonrasında ise hakim olan algıyı -biraz olsun- kırmayı başardı. Bu konuda Gomez ve Podolski’nin performansları dışında, söylemleri de etkili oldu. Özellikle Gomez’in açık sözlülüğü önemli bir etken: “Almanya’da, İngiltere’de, İspanya’da daha iyi liglerin olduğunu biliyorum” diyen Gomez şu izlenimlerini aktarmıştı geçtiğimiz aylarda: “Belki Almanya’daki kadar disiplinli bir ortam yok. Bir takım geri düştüğünde stoperi 60. dakikadan itibaren santrfor gibi sürekli ileri çıkabiliyor, bunu Almanya’da görmeyebilirsiniz. Ancak Almanya’da her şey sanıldığı gibi üst düzey değil. Hoffenheim-Stuttgart maçını izliyorum, 22 tane ayağı titreyen gergin futbolcu var mesela.” Podolski’ye kulak verdiğinizde de ifade ediş tarzı farklı ancak ana fikri aynı tespitleri duyabilirsiniz.
Kendi ligi ve takımları dışında futbol izlemeye çok aşırı bir merakı olmayan ortalama bir Alman futbolseverin, Gomez ve Podolski sayesinde bundan sonra Türkiye ligini takip etmesini beklemek hayalcilik olur ama ikilinin öyküleri, artık Türkiye dendiğinde anlatılan hikayelerin sadece olumsuz bir fon müziği eşliğinde olmayacağı umudunu bize aşılayabilir. 60’lı yıllarda Türkler, Almanya’ya daha iyi bir hayat standardı yakalama umuduyla gitmişlerdi. Aynı dönemde aynı umutla Almanya’ya göçen bir İspanyol torunu Mario ile aynı beklentilerle Almanya’ya gelen bir Polonyalının oğlu Lukas, kendi hikayelerini Türkiye’de yeniden yazarken, misafir oldukları ülkeye de paha biçilemez bir katkı verdi. Yeni hikâyeleri okumak dileğiyle…