“Sizi yalnız bırakmayacağız.” Boğaziçi Üniversitesi’ndeki rektör atamalarının Türkiye’nin gündemine oturduğu 3 Şubat akşamında, gözaltına alınan öğrencileri Çağlayan Adliyesi’nde karşılayan Feyzi Erçin’in sözleri binlerce insanın kalbine dokundu. Boğaziçi Üniversitesi’nde yıllardır sinema ve müzik üzerine dersler veren Erçin, kalbi o öğrencilerin yanında olan herkesin sesi oldu. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki tartışmalar sürerken, Melih Bulu’nun atanması sonrası yeni fakültelerin talimatının verildiği haftada Feyzi Erçin’le görüştük ve ona süreci sorduk.
Gönül isterdi ki sizinle Fantasy Premier Lig veya sinema üzerine sohbet edelim ama gündemin sıcaklığını göz önüne alarak Boğaziçi sürecini konuşacağız…
Çok isterdim sinema konuşmak… Fantasy Premier Lig’i ise hiç sormayın, okulda polis müdahalesi öncesi dünyada 18 bininci gidiyordum, neredeyse 100 bine düştüm. Bunun tek sebebi içinde bulunduğumuz süreç değil tabii, Liverpool-Manchester City maçında üç Liverpool oyuncusunu oynatıp iki City’liyi kenara almak gibi radikal hamleler yaptım.
Geçmişte dünya çapında başarılarınız olduğunu da duyduk…
2014-2015’te dünyada 2521. olmuştum, Türkiye birincisiydim. Ondan dört-beş sene evvel de UEFA oyununda Türkiye birincisi olup dünyada 105. sırayı elde etmiştim. Ancak FPL’deki o başarı sonrasında bir daha hiç 10 bine giremedim. Üç senedir üç tane 30 bin civarı derecem var. 2015-2016 ise en kötü sezonumdu çünkü kendime aşırı güveniyordum, Leicester City’nin şampiyon olacağına inanmadım. Hep düşecekler diye plan yaptım, Mahrez ve Vardy’yi kadroya almadım. Hatta arkadaşlarla “Socrates Fantasy Premier Ligi’ni kazanırsak belki bizimle röportaj yaparlar” diye konuşuruz ara sıra. Şimdi haber bekliyorlar, “Bizden bahsettin mi?” diye. Polat ve Burak’ın isimlerini kayda geçirmek isterim bu noktada…
Okuyucularımızın affına sığınarak röportajın geri kalanında spora değinmeyeceğiz, Boğaziçi Üniversitesi gündemine döneceğiz. Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi Rektörü olarak atandığı haberini Twitter’dan öğrendik çoğumuz. O geceki hisleriniz nasıldı?
Ben şans eseri uyumuyordum o ara, ilk tepkim “Yanlış bir haber olabilir bu”ydu. Resmi Gazete’ye girip gerçek olduğunu görünce ise Melih Bulu’nun profiline baktım. Ondan sonra ilk verdiğim tepki kendiliğinden geldi, “Bir şey yapmam gerekiyor” diye düşündüm çünkü öğrencilerimin tepkilerini görüyordum ve ben de hislerimi yazmak istiyordum. Dolayısıyla o anki tepkilerim duygusaldı. İlk dakikalarda rektör seçimleri, demokratik gelenekler gibi daha rafine konulara kafa yormuyordum. Bir dayatma, politik bir maksat var diye düşünürken aklıma bir Pasolini sözü geldi, onu paylaştım. Sonrasında “Galiba biz bu konuyu uzun süre tartışacağız” diye hissettim ama işler bu noktaya gelmeden rektörün istifa edebileceğini düşünüyordum. Yanılmışım…
O “Bir şey yapmalıyım” hissinin sizin için farklı boyutları da var. Hem yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalık yapıyorsunuz hem de avukatsınız…
İlk tepkimi Boğaziçili kimliğimle verdim ve sonrası da doğal olarak devam etti. Zaten temelde bir hareketin yanlış olmadığına inanıyorsanız onu yapıyorsunuz. Barışçıl bir protesto içindeyseniz, barışçıl bir protesto içindesiniz. Artık o anda “Ya karşı taraf yaptığım doğruda bir kanuna aykırılık bulmaya çalışırsa?” diye aklınızdan geçirmiyorsunuz. Doğru olduğunuz şeyin peşinden koşuyorsunuz. Ben hukukçu olarak bir eylemi barışçıl bir protesto olarak görüyorsam orada olmalıyım diye düşünürüm.
Keza rektör atamasını meşruiyet anlamında yanlış görüyorsam, gelenek anlamında yanlış görüyorsam söyleyeceklerime dair çekinmemem lazım. Söylemem, yazmam, konuşmam lazım. Bu sefer Boğaziçili kimliğimdi en baştaki tepkimin kaynağı. Daha yedi senedir okulda hocayım ama burada kendimi çok Boğaziçili gibi hissetmemi sağlayan bir ortam vardı. En başta öğrenciler ve onların dersimle kurduğu ilişki…
Bu noktada, belki hâlâ bilmeyenler olabilir, rektör atamasının sizin için en rahatsız edici yanı neydi? Kanun hükmünde kararnamelerle birlikte 2016’dan beri rektör atamalarının tek bir elden yapılması ve seçimin tamamen rafa kaldırılması mı?
Ben taşıma ve sigorta hukuku çalışan bir avukatım ama bu dönemde ceza hukukuna dair temel bilgilerimi yeniden gözden geçirmek ve hatırlamak durumunda kaldım. Ama idari hukukçusu kesin değilim. Fakat bu durumda ona dair de bazı bilgilerimi tazeledim, kısmen de meraktan. Şimdi şöyle bir durum var: Hukuken rahatsız edici yanı, OHAL döneminde çıkmış olan bir düzenlemeyle OHAL’in kalkmış olduğu bir dönemde atama yapılması ve bunun Anayasa’ya aykırı olması. OHAL ve KHK kaynaklı bir düzenlemenin sürekli kılınması, benim için, hukuka aykırı bir tutum.
2016’da gelen KHK’dan söz ettik. O dönem Mehmed Özkan, rektör olarak atanmıştı. 2016’daki atamaya daha ılımlı yaklaşılmasının, “Neyse, en azından içimizden biri geldi” tepkisi verilmesinin bugüne nasıl yansımaları oldu?
Birincisi, o zaman darbe kalkışması sonrasındaki süreçti ve demokratik tepkilerinizin farklı anlamlara doğru yönlendirilmesi, manipüle edimesi bir kaygı yaratıyordu. Bu durum insanları çekindirmiş olabilir. Yani o dönemin politik konjonktüründe yapılmamış olan itirazın anlaşılacak bir yanı var. İkincisi, bu doğru muydu? Şimdi dönüp bakınca, hayır. İçimizden biri olsa dahi daha fazla ses çıkartılabilirdi.
2016’da üç senelik bir hocaydım henüz ama o dönem öğrencilerle aramızdaki sohbetleri hatırlıyorum. Birçok öğrencide aynı his vardı: Bu, daha kötüye gidecek bir yolun başlangıcı. Hocalar da bunun farkındaydı. Ama psikolojik faktörler ve insani tepki açısından bakarsak anlayabiliyorum süreci. İçimizden biri var, belki o kadar kötü olmaz, belki ileride tekrar seçilir düşünceleri mevcuttu. O yüzden verilmemiş tepkiye dair çok da suçlayıcı olamıyorum.
Yakın zamanda pols302’nin çarpıcı bir videosu vardı, “Rektör ataması yasal ama…” şeklinde argümanlar sunuyorlardı Bulu’nun atamasıyla ilgili. Bu noktada akıllara şu soru geliyor: Demokrasilerde yasal olan her şeyi direkt kabul etmek gibi bir zorunluluğumuz mu var?
Hayır, etmemeli. Yasaya karşı çıkabiliriz, yasanın yanlış uygulandığını söyleyebiliriz. Bir de şunu akıldan çıkarmamak lazım: Yasalar bir zincirdir, tek bir yasa yoktur. Bir yasa başka bir yasaya aykırı olabiliyor, burada da zaten anayasa aykırılık üzerinden kuruluyor tartışma. Nihai olarak bir yönetmelikteki bir cümle yasal gözüküyor olabilir ama arkasındaki zincirde başka bir aykırılık olabilir. Ayrıca her yasa, meşru olmak, bir geleneğe oturmak zorunda değil. Ben buna karşı protesto hakkımı kullanarak değişim talep edebilirim. İllaki atılmış son imzanın yasal olmadığını iddia ettiğim anlamına da gelmez bu. Ama o imzanın arkasındaki geleneği, meşruiyeti, mantığı, anayasaya aykırılığı gündeme getirmek de hakkımdır. Bunların tartışılmasını isteyebilirim. Hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hem Amerikan Yüksek Mahkemesi kararlarında hep vurgulanan, bizdeki Anayasa Mahkemesi kararlarında da ima edilen bir durum vardır. Seçim, demokrasideki tek ve yegâne demokratik hakkımız değil. Karşı çıkmak, itirazda bulunmak, muhalefet etmek de demokratik haklarımız arasında. Demokrasi bir bütün olarak bu sürecin tamamıdır, temelinde de ifade özgürlüğü vardır. Rektör atamasının her aşamasına dair itirazlarımı dile getirebilir, “Ben burada seçim istiyorum” diyebilirim. Üniversitenin özerk olması konusundaki temel de buradan güç alır. Seçim isteğinin arkasında bir tarih, bir gelenek, bir mana var.
Eylemler sırasında AKP’li bir siyasetçinin “Devletin gücünü sınamayı kimseye tavsiye etmiyoruz” demecini işittik. Türkiye’de, demokratik tek hakkımız sandıkmış ve ondan sonraki dört yılda her kararı sorgulamadan kabul etmeliymişiz gibi bir algı var. Oysa demokrasinin temelinde o gücün sınanması yok mu?
Öbür türlü “Dört senede bir sandığa gidelim, arada hiçbir vatandaşlık görevimiz olmasın” gibi bir mantık oluşuyor zaten. Böyle bir dünyayı hayal eden biri zaten demokrasiyle ilişkisini yanlış kuruyor. İlginç olan, seçim dönemlerinde hemen her partinin programında üniversite özerkliği, seçim, demokrasi vurguları ballandıra ballandıra kullanılır. Ama ne zaman gücü tutan partiler kaybetmek üzere olduğunu fark ediyor, o zaman demokrasi ihtiyacı rafa kaldırılıyor.
Boğaziçi hocalarının katıldığı bir yayın vardı Clubhouse’ta, kabaca özetleyeceğim ama orada katılımcılardan biri “Üniversite aykırılıktır, gece gördüğünüzde sizi rahatsız eden, bazen bilincinizin arkanıza attığınız rüyalardır, düşüncelerdir” gibi bir tanım yaptı. Üniversitenin aykırı olmak gibi bir imkânı da olmalı; duvarlar arasına, belirli kurallara sıkıştırılmamalı mı sizce de?
Üniversite kaynağı, tarihsel bağlamı, amacı açısından özerk olmak zorundadır çünkü üniversite, düşüncenin özgürleştiği yerdir. Ben bunu daha dar bir hocalık geçmişinden söylüyorum. O yüzden de daha temel bir mantıktan yaklaşıyorum konuya. İnsan 18 yaşına geldiğinde artık farklı bir döneme giriyor. Kimliğimizin oturmaya başladığı, çocukluktan yetişkinliğe geçtiğimiz bir zaman dilimi o. Düşünce yapımız genişliyor, dünyanın ne olduğunu daha berrak bir şekilde görüyoruz. 18-22 yaş arası benim kendi hikâyemde de en çok iz bırakan yaştı. Ben o yaş aralığında Bergman, Tarkovsky, Kieslowski, Antonioni gibi sinemacılarla tanıştım ve onlar hayatım boyunca en sevdiğim yönetmenler olarak kaldılar. Onların yaptığı işler, benim için bir bakıma hayat düsturu oldu. Bunlar üniversitede, Türkiye’nin bana sunduğu imkânlarla gerçekleşti. Sonuçta üniversitede, belirli bir siyasi partinin düşüncelerini temsil ettiğine inanılan bir rektörün varlığı, kimseye gelecek için ümit vadetmiyor. En nihayetinde önünüzde ifade özgürlüğüyle, düşüncenizin genişlemesi umuduyla dolu bir dört sene uzanmadığını fark ediyorsunuz, yolun tıkandığını hissediyorsunuz. Ben sinema dersi veriyorum, o açıdan bile bunun etkilerini görebilirim. Zira belirli bir ideolojiden baktığınızda bazı filmleri sansürleyebilirsiniz. Bunu yaptığınız zaman birden fazla nesle, özgür düşünme imkânlarına ve özünde bir kuruma zarar veriyorsunuz. Düşünün ki şu an üniversite nesli sürekli bu konuları tartışmak zorunda: Twitter kapatılacak mı? Rektör seçimini protesto etsem gözaltına alınır mıyım? Clubhouse yaşayacak mı? Bizde tartışma başlıkları fikirlerin söylenememesi tehdidi üzerine kurulmuş vaziyette. Bu şekilde kurulan bir ideoloji veya iktidar, kaybetmeye mahkûmdur. Zira artık öyle bir dünyada yaşamıyoruz. Genç arkadaşlarımız fikirlerini söyleyemedikleri bir yapıyla barışık olamazlar.
Dolayısıyla üniversitenin ifade özgürlüğünü, düşüncenin genişlemesini desteklemesi, eşyanın tabiatına uygun tek yol. Aksinin kimseye faydası yok. İnanın, şu anki iktidara da faydası yok. Ülke olarak topluca kaybederiz böyle devam edersek.
Yerli ve milli dediniz, elitlik tartışması da Boğaziçi sürecinin bir parçasıydı. Rektör atamasını Boğaziçi Üniversitesi’nin elitlerden alıp halka sunacak bir fetih gibi gösteren basın mensuplarına ve politikacılara ne diyorsunuz?
Boğaziçi, bana hiçbir zaman elitist bir üniversite gibi gelmedi. Boğaziçi, halkın üniversitesidir. Burada her türlü etnik kökenden, dini inançtan, cinsel kimlikten insan bir arada, mutlu şekilde yaşar. İktidarın tehdit olarak gördüğü de herhalde bu kozmopolit yapı. Binaların tarihi, güneydeki çimlerin çok güzel olması bir okulu elit yapmaz. Kaldı ki sorunlardan bahsedeceksek de mesele elitizm falan değil. Bir kere okulun nüfusu korkunç fazla. Hem hocaların hem öğrencilerin yükü çok fazla. Binaların bazıları depreme hazır değil. Kulüplere destekler çok kısıtlı. Derslerin seçilebilmesini, mevcudunu, işleyişini en baştan etkileyen konu aslında bunun türevlerinin getirdiği maddi imkânsızlıklar. Yani reel problemler var ortada. Onu halktan uzak, elitist bir kaleymiş gibi gösterip “Şimdi halka açacağız” diye yaklaşmak o kadar yanlış bir yol ki… Başka bir boyutu da var meselenin. Melih Bulu’nun yorumlarının birçoğu da tartışmalı yerlerden yaklaşıyor üniversiteye. Örneğin okula hemen büyük maddi imkânlar verilebileceğini belirtilmesi beni çok rahatsız etti. Madem verilebiliyordu, niye daha önce bu maddi imkânlar yaratılmadı? Hocaların maaşlarının artabileceği rivayet edildi. Peki bu neden daha önce yapılmamıştı? Zaten anladığım kadarıyla kendisi, üniversiteyi para kazanılması gereken bir ticari kurum gibi gören anlayışın bir parçası. Oysa burası halkın çoğulcu kimliğini yansıtan, geleneğiyle, tarihiyle öne çıkan bir devlet üniversitesi. Bunu son derece tuhaf bir açıdan yaklaşarak, tektipleştirerek bozmaya çalışıyorlar. Üniversiteyi ticarileştirerek ve halkçı olan bir kurumu elitizm üzerinden suçlayarak… Bozmaya çalıştıkları, bir kültür.
Benim Boğaziçi Üniversitesi’ne dair en sevdiğim yan, kendine has bir kültürü olması. Galatasaray, İTÜ, ODTÜ gibi pek çok başka üniversitede de o kültürü görürüz. Boğaziçi kültürünün bence en önemli yanı, dünyayla çok entegre bir yer olması. Tarihsel kökenleri misyoner bir Amerikan varlığına dayanan ama daha sonra rızaen Türkiye Cumhuriyeti’yle bir işbirliğine giren, o kültürel bağlarını kenara atmayan ama onyıllardır bir devlet üniversitesi olarak dünyayla Türkiye arasında köprü görevi gören bir kurum. Dolayısıyla Melih Bulu’nun “Boğaziçi rektörü olmak hayalimdi” cümlesi pek çok insan için geçerlidir. Ama seçilmiş olarak oraya gelmek hayal olmalı, atanmış şekilde gelmek değil…
“Çevredeki esnafla birlikte okulu kalkındıracağız, ilk 100’e sokacağız” gibi açıklamalarda da sanki Boğaziçi bir futbol takımıymış gibi bir ton vardı. Son yıllarda Türkiye’de böyle bir ilk 100 fetişizmi var, sanki yabancı oyuncu transfer edince, para yatırınca ilk 100’e girilecekmiş gibi…
Her şeyi rakamlarla, rekabetle değerlendireceğin bir yer değildir üniversite. “Kazanacağız, bizim olacak, geçeceğiz” gibi bir yaklaşımla üniversiteyi geliştiremezsiniz. Daha temel sorunlara dair hiçbir cümle söylenmemesi zaten atanmış rektörün kafasında nasıl bir gelecek olduğunu ve sorunlara dair önerisi olmadığını gösteriyor.
Bir yandan da “Mesele sadece Boğaziçi değil, gördünüz mü?” tartışması başladı. Bu protestolar, sadece bir Boğaziçi meselesi olarak kalabilir miydi yoksa Türkiye’deki birçok adaletsizliğin buluştuğu bir alan olması doğal mı?
Daha somutlaştırmak gerekirse, buradaki problem sadece Boğaziçililerin değil, bütün üniversitelilerin problemi. Yakın geçmişimizde muhtelif rektör atamalarının ve onların ilgili üniversiteleri nasıl olumsuz manada değiştirdiğinin çok sayıda örneği var. Ve aslında hepsi YÖK’ün kuruluş amacına, dayattığı sisteme dayanıyor. Bu sistem OHAL döneminde, KHK’lar ve üniversitelere rektör atamasının değiştirilmesiyle son noktasına ulaştı. Zaten daha gerilere gittiğinizde en çok oy alan adayın rektör seçilmediği başka örnekler de var. O yüzden de sorun, sırf bugünün sorunu değil. Ama insani olarak bardağı taşıran bir son damla oluyor, bir kurumun teamülünün hiçe sayıldığı bir atama. Boğaziçi, son damlaydı. Artık bu üniversite sisteminin değişmesi gerekiyor. Üniversitelerin, iktidarın hegemonya kurması gereken bir alan olmaktan çıkması gerekiyor. Seçime dayalı özerk bir üniversite, herkesin isteyebileceği temel bir arzu olmalı. Diğer taraftan, bu süreçte anılan birçok antidemokratik uygulamayı aynı iktidar yaptığı için eninde sonunda farklı meselelerin birbirleriyle ilişkilendirilmesi doğal. Ama ortada, özellikle de Boğaziçi tartışmasında, çok basit bir gerçek var. Rektörlerin seçilme şeklini değiştirmek, bunu seçimle yapmak o kadar basit ki! Bunun yapılmıyor olması beni şaşırtıyor. Ama neden yapılmadığını da biliyoruz. İktidarın temel bir bakışı var. Ne tür insan yetiştirmek istediği belli. Hangi konularda itiraz edilebilir, itiraz edildiği zaman kırmızı çizgiler nelerdir, hepsini iktidar belirliyor.
LGBTİ+ tartışması da sürecin merkezine oturdu. AKP’li siyasetçiler meseleyi LGBTİ+ üzerine odakladı, “LGBTİ+ sapkınları” ifadesi yüksek perdelerden işitildi. Bu siyasi taktiğin gerisinde ne vardı?
Neden hedef gösteriyorlar? İnsani açıdan bunun cevabını hakikaten bilmiyorum. Bu hedef göstermeyi yapanlar en başta zaten ayrımcılık suçu işliyorlar. Artı, şunun farkına varmak çok mu zor? LGBTİ+ bireyler her yerde, her siyasi partide, her ortamda. Başka bir röportajda da bana “Bütün bunlar okuldaki LGBTİ+ kulüpleriyle ilgili mi?” diye sorulmuştu. Nasıl böyle bir şey olabilir ki? Sanki LGBTİ+ bireyler tamamen bir kulüpten oluşuyormuş gibi. Sanki bir kulübün içerisine hapsedilmişler, o kulübün dışında LGBTİ+ bireyler yok gibi davranıyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? On binlerce insanı kırıyorsun, kızdırıyorsun ve aslında karşına aldığın kitleyi de tam olarak bilmiyorsun. Çünkü dediğim gibi LGBTİ+ her yerde.
Siz sinema ve müzik üzerine dersler veriyorsunuz. Süreçte sanat ve kutsallık hakkında nutuklar çekildi, siyasetçiler de meseleye dair sert mesajlar verdiler. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sergi üzerinden yapılan tartışmalara nasıl bakıyorsunuz?
İktidarın söylemlerinin büyük bölümü insanları kutuplaştırmaya yönelik olduğu için her kesimin içerisindeki hassasiyetler de daha vurucu bir şekilde ortaya çıkıyor. Bunlarla ilgili bir noktada toplumsal uzlaşı olacak. Ben öncelikle bu uzlaşının okullarda olmasını çok istiyorum. Ondan sonra zaten barış topluma da yayılacak. Bir grup kendini özgürce ifade edememekten rahatsız, o yüzden de daha büyük bir özgürlük alanı istiyor. Bir başka grup, kendi kutsalını yüksek bir noktaya koyuyor ve kutsallarını kırılgan bir şekilde tanımlayıp onlara saygı gösterilmesini istiyor. Temelde iki tarafın da kendince haklı olduğu noktalar olabilir. Aradaki dengeyi bulmanın bu kadar zorlaşmasının temelinde kutuplaşmayı tetikleyen politikalar var. Yıllardır körükleniyor bu kutuplaşmalar.
Bu kutuplaşma öyle bir noktaya gidiyor ki artık okullarda hocaların dersleri kayıt altına alınıyor, insanlar anlattıkları konular yüzünden işlerinden ediliyor. Belki çok basit bir örnek gibi gelebilir ama sinema dersi verdiğiniz için söylüyorum, yakın gelecekte okullarda Pasolini filmi göstermek mümkün olmayabilir…
Ben hâlâ gösteriyorum ve öğrenci arkadaşlarımız sağ olsunlar, o filmleri izlemek ve tartışmak hoşlarına gidiyor. Zaten Pasolini, Fassbinder filmlerini üniversitede göstermeden önce iki kere düşünmemem gerekiyor. Fakat bu ülke sizden bunu istiyor çünkü iktidar “LGBTİ+ sapkınları” diye bağırıyor her kürsüde. Bir okulun atanmış rektörü -daha sonra silse de- #lgbtirezaleti etiketini kullanarak sosyal medya paylaşımı yapıyorsa ben o ortamda nasıl rahatça Fassbinder filmi gösterebilirim ki?
Biraz avukat gözünden süreci anlatabilir misiniz? Okul başta olmak üzere birçok eylemde gözaltına alınanlar oldu…
Bu olayların her aşamasında, her türlü güvenlik ve hukuk uygulamasında orantısız şekilde bir adım ileri gidildiğini düşünüyorum. Tutuklama dahi verilmemesi gereken durumlarda tutuklama verildi. Çünkü aslında tutuklama istisnai bir şeydir, koşulları vardır. Yargılanırsınız, savunmanızı sunarsınız, deliller toplanır, incelenir, belki tutuklanır ve hapse girersiniz. Ama her durumda en baştan tutuklanmazsınız. En son olaylarda polise mukavemetten bile tutuklamalar yapıldı. Tutuklamayı bırakın, bunlardan ötürü gözaltı bile olmaz. Tutanak tutarsınız, kimlik tespit edersiniz, toplantı, yürüyüş, gösteri kanununa aykırı davrandığınıza yönelik bir yargılama olur en fazla. Dolayısıyla polisin kampüse girmesinden başlayarak ciddi bir orantısız hareket yumağı var burada. Temelde öğrenciler rektörle konuşmak istiyorlardı. Onlarla konuşmadı, dışarı çıkmadı, malum gün nihayetinde öğrencilerle yüzleşmeden evine gitmek istedi, polisler de geldi ve rektörün öğrencilerin olmadığı bir ortamda evine gitmesine yardımcı oldular. Polisin kampüse girmesine gerek yoktu, girdi. Girdikten sonra kimseyi gözaltına almayabilirdi, gözaltı yaptı. Gözaltı yaparken müvekkillerimizin bir kısmı şiddete uğradı, bunları da tutanaklara geçirdi avukatlar. Sonra iki geceyi nezarethanede geçirdiler savcı karşısına çıkana dek. Ve en sonunda tutuklamaya sevk edildiler. Neyse ki yanlışlar silsilesi orada son buldu. Yani hayatta tutuklama olmaması gereken bir süreç bu şekilde büyütüldü. Ondan sonra diğer devam eden protestolarda arka arkaya tutuklamalar görmeye başladık. Bu aşamadan bakınca polisin orantısız gücünden başlayarak hukuksal birçok sorun görüyorsunuz. Özetle, gözaltı, ev hapsi, tutuklama; hepsi birer cezalandırma aracı olarak kullanılıyor, soruşturmaya dair önlem olarak değil. Öğrenci arkadaşlarımızla görüştüğümüz zaman haklı olarak şu şikâyetlerini de duyuyoruz, “Polis sürekli bizi kayda alıyor, okula girerken kimlik tespiti yapıyor” diye. Mesela sürekli böyle bir şey de yapamazsınız, bu da kanuna aykırı. Ne zaman bir öğrenci çıkıp “Ben haklarımı biliyorum, bunu yapamazsınız” demeye başlıyor, o zaman duruyorlar. Okul hâlâ polis ablukası altında ki bu korku salmaktan çok öğrencilerden ne kadar çok korkulduğunu gösteriyor. Bütün bu süreçte hepimiz haklarımızı daha iyi bilip onlara sahip çıkmanın ne kadar önemli olduğunu gördük zaten. Onun dışında bütün uygulama korkutmaya ve cezalandırmaya yönelik. Korkutmaya demekten çekinmiyorum çünkü AİHM kararlarında da bahsedilen bir durum bu. Bu uygulamaları sürekli yapınca bir sonraki eyleme gidilme ihtimalini zayıflatıyorsunuz, demokratik haklarını kullanacak insanların içine korku salıyorsunuz. Bunu yapan çok devlet var: Türkiye, Macaristan, Azerbaycan, Rusya…
Tam soracağım şeyin üzerine bastınız. Birkaç öğrenciye sorguları sırasında “Sen bu yasayı nereden biliyorsun?” şeklinde sorular yöneltilmiş, sanki anayasal hakları bilmek bir suça, oyuna işaretmiş gibi.
Hepimiz haklarımızı bileceğiz, sonuna kadar da bu haklara sahip çıkacağız. Bunun başka yolu yok. Ben o sorgularda yoktum ama o sorunun sorulduğunu avukat arkadaşlardan işittim. Çok dehşet verici bir durum. Buna karşılık bu dönem dersimi alan şahane bir öğrencim de nezarethanede “Haklarınızı biliyor musunuz?” uyarı levhasını görünce “Bildiğim için buradayım” diye tepki vermişti daha sonra; ne hazin…
Adliye önünde sorguya götürülen öğrencilere “Sizi yalnız bırakmayacağız” dediğiniz anlar birçok insanın kalbine dokundu. Aslında o akşamdan birkaç gün önce, Twitter’daki bir ifadeniz de ilginçti: “Yeterince hukuk yaptım, artık sinema ve müzik üzerine çalışmak ne güzel olur” diye Boğaziçi’nde mutlu mesut Tarkovsky ve Bach falan anlatan bana; PolisVSK, ToplantıGYK, AİHM vs. üzerine hukuki açık ders vermek zorunda kalma şoku…” Bunu şikâyet olarak değil, ironik açıdan söylemiştiniz. Bir anda böyle bir ortamın öznesi olmak nasıl bir histi?
Hayat hiçbir zaman planladığınız gibi gitmiyor. Bir anda her şey değişince de siz neredeyseniz oradan hikâyenize devam ediyorsunuz. Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde olmayı kendim seçmiştim, ders vermek, sinema ve müzik üzerine konuşmak benim arzumdu. Ama bir anda kendimi bambaşka bir sürecin ortasında buldum. Buna sonu güzel bitecek bir maceranın başı olarak bakıyorum. Öte yandan konfor alanlarına çok da fazla anlam yüklememem gerektiğini anladım bir kez daha. Bir örnek vereyim: Bu dönem ödevlerde genelde salgın, kısıtlama, karantina gibi temaların üzerinde durdum. Tartıştığımız filmlerden biri de Ingmar Bergman’ın Utanç filmiydi. Savaştan uzaklaşmaya çalışan bir çiftin kendilerini bir adaya kapaması ama sonra da hiçbir şekilde bundan kaçma şansları olmadığını öğrendikleri film. Hayat böyle, gerçeklerden kaçma şansınız yok. Kaçmadığınızda, kendinizi bir anda bir toplumsal meselenin ortasında bulduğunuzda da bildiğiniz, inandığınız alanda mücadele etmeniz lazım.
Ben o tweet’i şakayla karışık attım tabii. Çünkü okulda ders vermeyi özlemiştim… Bir yandan da “Ben burada ne anlatıyorum? Keşke başka bir şey konuşma şansımız olsaydı” gibi buruk bir düşünce vardı içimde. Sonra zaten o dersin akşamında her şey değişti. “Sizi yalnız bırakmayacağız” da çok kızgın, duygusal bir anımda içimden çıktı. Hayatında adliyeye dahi gitmemiş, serbest bırakılacağına inanan ama tutuklama talebiyle hâkim karşısına çıkarılan arkadaşlarımızı asansörle geldikleri anda rahatlatmak istemiştim, “Bir şey olmayacak, merak etmeyin” diye. Adliyeye getirilen 51 kişi arasında dersimi alanlar vardı, bazılarıyla başka vesilelerle tanışmıştım. “Ya uzun bir süre göremezsem onları?” duygusu kemiriyordu içimi. O yüzden onlara ne olursa olsun yalnız kalmayacakları duygusunu vereyim istedim. O gece Metris’e ya da Bakırköy’e gideceklerse de “Eyvah ne olacak bize?” diye düşünmesinler…
Siz de birçok Boğaziçi hocası gibi hedef gösterildiniz. Endişeli misiniz?
Kişisel olarak hayır. Ne olacaksa olur diye bakıyorum hayata. Ve o kadar çok hoca hedef gösteriliyor ki, benden çok daha zor durumda bırakılmaya çalışılan hocalar var. Ama bir arada olduğumuz ve birbirimize destek olduğumuz için hiç korku yok… Kişiselden ziyade toplu olarak endişem var. “Daha da kötü yerlere çekerler mi?” endişesi… Atanmış rektörle bir yerden sonra devam edemeyeceklerini anladıklarında “Ne olursa olsun, her yer yansın” yaklaşımını benimserler mi, bunu endişeyle takip ediyorum.
Az önce “Bu başka bir hikâyenin başlangıcı olabilir” dediniz. İyimser misiniz? Hem bu sürece hem de Türkiye’nin geleceğine dair…
Kesinlikle iyimserim. Genç arkadaşların kendi geleceklerini belirlemek için demokrasi ve seçim içeren bir yola girdikleri bu maceranın geri dönüşü olmadığına inanıyorum. Bu yol, iyi bir yol. Hemen sonuç alınmayabilir belki. Melih Bulu da istifa etmeyebilir. Daha uzun bile sürse bu, haklı bir mücadele ve sonunda kazanılacak. Bu genç insanlar, üniversite çağındaki arkadaşlar dünya çapında otoriter figürleri, sert rejimleri görüyor, sürekli savaş tehdidiyle korkutuluyor, ekonomik çöküşle baş başa bırakılıyorlar. Bütün bu olumsuzluklar bir geleceksizlik ihtimalini de barındırıyor. O yüzden de kendilerine umutlanacakları bir gelecek yaratmaya çalışmaları değerli. Çünkü kendilerinden önce gelenler onlara böyle bir dünya yaratmamış. 18 yıldır aynı iktidar tarafından yönetilen Türkiye’nin onlara sunduğu güzel bir dünya yok. Onlar da geleceklerini kendileri yaratmak için isteklerini dile getiriyorlar. Bundan güzel bir şey olur mu? Savaş istemiyorlar, seçim yapılmasın demiyorlar. Barış istiyorlar, demokratik bir sürecin işletilmesinden söz ediyorlar. Dolayısıyla neden kötümser olayım ki? İyimserim.
*Bu röportaj, Socrates’in Mart 2021 tarihli 72’üncü nüshasında yayımlandı. Tüm sayılarımıza buradan ulaşabilirsiniz.
Kapak fotoğrafı: Ozan Acıdere