İlk
Ronaldo deyince aklıma çok fazla görüntü ve an geliyor. İlk olarak Ronaldo deyince benim aklıma her zaman Il Fenomeno geliyor. Ayrıştırmak istediğim vakit Portekizli için bir ek niteleme kelimesi kullanıyorum. Ronaldo için değil. Gerçek dememe dahi gerek yok. Alex Ferguson gibi “Şişko olan” diye ayrıştırmak biraz kısa süreli hafıza kaybına uğramak gibi. Ya da daha yakın zamanda olanın girdabında kaybolmak gibi geliyor. “Şişko haliyle” Manchester United karşısında yaptığı hat-trick’in de etkisi olabilir tabii ki…
Saha içinde bugün Messi ve Ronaldo karşılaştırması yapılırken onların pozisyonsuzluğunun temelini Brezilyalı ismin attığı unutuluyor halbuki. Bir merkez forvetin her şeyi yapabileceğinin ya da komple hücum oyuncusu olmanın nirengi noktası gibiydi. Romario ile George Weah’ı aynı anda izlemekti Ronaldo. 100 metrelik futbol sahasında Bolt veya Phelps gibi bir etkisi vardı. Sakatlanmadan önceki 19-20 yaşındaki Ronaldo’nun bıraktığı etki aynı yaşlarını düşündüğümüzde Messi ve Ronaldo’nun önündeydi. Onu toplu koşarken gördüğünüzde ayakları çizgi film kahramanları gibi birbirine karışırdı. Flulaşırdı. Hüzmeler oluşurdu. Fütüristik bir hız ve güç füzyonuydu sahada ortaya koyduğu gösteri. O hücum anlamında Terminatör’ün ilk sürümü gibiydi. Messi ve Cristiano ise son sürümleri. Biz hep ilk modeline hasta olduk o yüzden belki de.
https://www.youtube.com/watch?v=AWy8Iga2Id8
Aynı Jorge Valdano’nun dediği gibi “O tek bir insan gibi değildi. O hücum ederken sanki bir hayvan sürüsü üzerinize geliyordu.” Bunu özellikle Barcelona formasıyla Valencia’ya karşı yaptığı efsanevi hat-trick’ten sonra söylemişti. Savunmacıların arasından ışınlanarak geçtiği dönemdi o. Hem de en zarif biçimde. Travmatik ve hastalıktan yürüyecek hali kalmamış final maçındaki Ronaldo’dan öte 1998 Dünya Kupası yarı finalindeki Ronaldo’yu getirmeye çalışırım daha çok aklıma. Yarı finalde Hollanda karşısında uzatmalarda topla attığı 50 metrelik deparı bilhassa da. De Boer ve Stam’ı geçip, De Boer’in son anda tekrar telafi müdahalesiyle golü kaçırdığı sahne. Orda herkes burnundan solurken Ronaldo ikinci bir 50 metrelik deparı atabilecek gibi görünüyordu. Stam ellerini dizlerine götürmüş, yıkılmamak için zor duruyordu.
Topu da mıknatısla yapıştırırdı ayağına. Hatta ayağında olmasa da. Barcelona formasıyla 49 maçta 47 gol attığı sezonun önemli maçlarından bir tanesinde, Deportivo karşısında kaleye 40 metre uzaklıkta düşürülmüştü. Hakem düdük çalmadı. Ronaldo yerdeydi. Deportivolu oyuncular bir anda topu kontrol etmek isterken Ronaldo bunu yerden izliyordu. Tam o sırada top boşta kalır gibi oldu. Ronaldo ayağa kalktı ve üç saniye içinde topu o karmaşadan alıp golü atmıştı bile. Ronaldo’nun sihri buydu belki de. Siz ne olduğunu anlamadan o işini yapıyordu. Hem büyük bir sanatçı inceliği ve yaratıcılığı hem de yırtıcı bir kuş veya bir bizon sürüsü vahşiliğinde. Thierry Henry’nin dediği gibi Ronaldo daha önce kimsenin görmediği şeyler yapmıştı. (Yazan: Caner Eler)
Hareket
Ronaldo’nun sansasyon etkisi yaratan ilk hareketi, Barcelona formasıyla Compostela’ya attığı gol oldu. Daha sonraki ses getiren hamle ise 1997’de geldi. 27 milyon dolar karşılığında Inter’e imza attığında, yeni transfer rekorunun sahibiydi. Inter, 3 Alman + Trapattoni döneminden sonra kendini bir türlü toparlayamamış, takımı üstlere taşıyacak oyuncu namına çareyi Ronaldo’da bulmuştu…
İlk sezonunda ligde ancak ikinci olabildiler ama UEFA Kupası’nda finale çıkmayı başarmışlardı. Finalde rakip, bir diğer Serie A dişlisi Lazio’ydu. Maçın eşleşmesi ise iki 1976 doğumlu oyuncu arasındaydı: Ronaldo, İtalyanların yeni savunma lideri adayı Alessandro Nesta’yla karşı karşıya gelecekti.
Brezilyalı , maçın ilk anından itibaren akranı karşısında büyük bir üstünlük kurmayı başardı. Orta sahaya gelip top aldı, kanatlardan Lazio kalesine driplingler yaptı ve attığı şutlarla büyük bir tehdit oluşturdu. Nesta, savunma oyuncuları için büyük önem taşıyan tecrübe hususunda daha çok yol alması gerektiğini hissettiriyordu. Ronaldo ise Romario kadar topa hakim, ondan daha güçlü ve sadece savunma arkasına kaçarak değil, yerleşik savunmanın üzerine giderek de tehlike yaratıyordu. Inter, 3-0’la kupaya ulaşırken, son golle maça noktayı koyan Ronaldo oldu. Kendine has çalımıyla, ayaklarının çabukluğunu kullandı ve kaleci Merchegiani’yi geçerek skoru belirledi.
Bir sonraki sezonda da aynı etkiyi sürdürdü. Paolo Maldini’ye göre Serie A’daki ilk iki sezonu fenomenlik mertebesindeydi. Fakat her şey 1999 Kasım’ındaki Lecce maçıyla tepetaklak oldu. İlk ciddi sakatlığını o maçta yaşadı. 12 Nisan 2000’de sahalara döndüğünde rakip yine Lazio’ydu. Fakat sadece yedi dakika sahada kaldı. İki sene önce Marchegiani’yi alt ettiği hareketini bu sefer Couto üzerinde deniyordu ki, belki de kariyerini değiştiren o sakatlığı yaşadı. Artık atletizminden çok tekniği konuşturan bir Ronaldo futbolseverleri bekliyordu…
Inter formasıyla çıktığı son maçta eski halinden uzak olsa da Scudetto zaferine ulaşabilirdi. Serie A’nın son haftasında rakip Lazio’ydu ve Inter’in şampiyonluğuna kesin gözle bakılıyordu. Fakat olmadı… Ronaldo sakatlıklar nedeniyle onu farklı yapan özellikleri kaybederken, dört sene öncenin ‘acemisi’ Alessandro Nesta kariyerinin zirvesini yaşıyordu. Lazio, Inter’i 4-2 ile kaosa sürüklerken, Ronaldo da yeniden doğuşu için Madrid yolculuğunu bekleyecekti…. (Yazan: İlhan Özgen)
https://www.youtube.com/watch?v=PB8Hf9K0yDA
Tezat
Ronaldo’nun Avrupa kariyerinde, PSV hariç dört takımın adı yazıyor; Barcelona, Inter, Real Madrid ve Milan. İki ülke, iki ezeli rekabet, dört forma, dört farklı Ronaldo: Barcelona’da patlayıcı, güçlü, hızlı; Real Madrid’de teknik, olgun, bitirici; Inter’de kariyer zirvesi, Milan’da tükeniş…
Ronaldo’nun tezatları bunlarla da sınırlı değil; listeye Paris ve Lazio’yu da eklemek gerekiyor, 6 Mayıs 1998’deki UEFA Kupası Finali’nden başlayarak… Ronaldo’nun bir yıl 49 maç, 47 gollük Barcelona kariyeri, sezon bazında gelmiş geçmiş en iyi bireysel performanslardan biriydi. 90 dakika özelinde ise -muhtemelen- en iyi performansını, o gün Paris’te sergiledi.
Lazio’nun genç savunmacısı Nesta, o günü “Hayatımdaki en kötü tecrübeydi. O, muhteşem bir oyuncuydu. Maçın kaydını o günden sonra defalarca izledim ve nerede yanlış yaptığımı bulmaya çalıştım. 3-0 kaybetmiştik ama şimdi, bunun benim hatam olmadığına inanıyorum; çünkü Ronaldo, o gün tamamen durdurulamaz bir haldeydi. O kadar çabuk ve hızlıydı ki sahadaki diğer herkesi, yerinde duruyor gibi gösteriyordu. O, futbol sahalarının gördüğü en harikulâde şeydi” sözleriyle anıyor.
Ne demek istediğini anlamak için, Ronaldo’nun o günkü performansına ait 15 dakikalık videoyu izlemeniz yeterli. Orta sahadan oyun kuruyor, kanatlardan rakibin üstüne akıyor, Nesta’yı yerlerde yuvarlıyor, ceza sahası dışından gelişine vurduğu top çataldan dönüyor, rakiplerini çaresiz bırakıyor, Lazio kalecisi Luca Marchegiani’yi topa dokunmadan, sadece vücut çalımıyla paralize ediyor ve golünü atıyor, durmuyor, taç çizgisinde bir bilek hareketiyle (ki bu görüp görebileceğiniz en ‘güzel’ şeylerden biri) Gottardi’yi yerle bir ediyor, ve nihayetinde, sinirleri altüst olan Almeyda gaddarca bacağına basınca rakibini 10 kişi bırakıyor. O gün Inter, Paris’ten 3-0’lık galibiyet ve kupayla dönüyor. Ronaldo, tüm dünyaya krallığını ilan ediyor.
Brezilyalı, 50 gün sonra bu kez milli takım formasıyla çıkıyor Parc des Princes’e; Dünya Kupası çeyrek final maçında, Şili önünde… Önce, Marchegiani’yi avladığı kalenin ağlarına kendi kazandırdığı penaltıyı gönderiyor. İkinci yarıda bir gol daha buluyor. Brezilya 4-1 kazanıyor, devamında finale yürüyor ama Paris’in bir başka stadyumunda, bu kez işler tersine dönüyor.
Mayıs başında Paris’te krallığını ilan eden Ronaldo, iki ay sonra, aynı şehirde 3-0’lık Fransa mağlubiyetinin sorumlusu ilan ediliyor. Sonra takvimler akıyor, sakatlıklar başlıyor, Ronaldo düşüyor, kalkıyor ve uzun bir sürenin sonunda, yine bir Lazio maçında sahalara dönüş yapıyor. Sonrası bilindik hikâye; televizyon ekranından kralın dönüşünü kutlayan bizler, iki yıl önce Marchegiani’yi paralize ettiği hareketi deneyen Ronaldo’nun bu kez yere düşen taraf olduğuna şahit oluyoruz ve en güzel rüyamız sona eriyor.
O parlak kariyer de o gün ışıltısını yitirip yüzünü karanlığa dönüyor, Ronaldo’nun tezatlardan oluşan hayatına yakışır biçimde. (Yazan: Onur Erdem)
Drama
İtalya Kupası yarı finaliydi. Belki de çeyrek final, hatırlamıyorum. O dönem İtalya Kupası maçları Türkiye’de düzenli olarak yayınlanıyor muydu, onu da hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, herkes o maçı izliyordu. Şöyle söyleyeyim; aynı yıl oynanan Galatasaray-Arsenal ya da Belçika-Türkiye maçları için ülkede kaç kişi ekran başına geçtiyse, belki bu maçı da aynı sayıda insan büyük bir heyecanla takip ediyordu. Zira futbolun en güzel yıllarının en güzel simalarından biri ve şüphesiz ki en büyük yıldızı, uzun bir aradan sonra sahneye çıkacaktı. Evet, artık klişeleşmeye başladığı gibi, o dönem yapacak çok fazla çeşitte aktivite yoktu ama başka hangi futbolcu bu kadar çok insanı aynı uğurda toplayabilirdi? O, futbolun Michael Jackson’ıydı, tartışmasız en büyük yıldızı. Ve o gün, herkesin de bildiği gibi, insanlığın ortak hafızasının en büyük şoklarından birinin kahramanı oldu.
Kimileri, Ronaldo’yu büyük yapanın, sakatlıklara rağmen ayağa kalkabilmesi olduğunu söyler. Evet, altı aylık sakatlığın ardından oyuna girip beş dakika sonra yeniden sakatlanan ve bu defa bir buçuk yıl futboldan uzak kalan bir oyuncunun kısa bir süre sonra ülkesine Dünya Kupası kazandırması pek sık rastlanan bir şey değil, hatta başka örneği ya da benzerini de hatırlamıyorum. Ama Ronaldo’yu büyük yapan sadece bu değildi.
Ronaldo eğer o kendine has adımlarıyla Lazio ceza sahasına sokulurken düştüğü yerden bir daha hiç kalkamasa, onu ayağında topla gördüğümüz son sahne o olsa, bugün yine de gelmiş geçmiş en büyük golcü anketlerinin önde gelen isimlerinden biri olacaktı. Zira seksenli yılların sonu, doksanlı yılların başında çocuk olanların ilk ‘yabancı takım’ formasının arkasında, hafızalardan hiç silinmeyecek pek çok futbol anının ortasında, dönemin bütün futbolcularının önünde onun ismi vardı. Dripling, hiçbir futbolcuya onun kadar yakışmamıştı. Peki gelmiş geçmiş en büyük golcü gerçekten de o muydu? Portekizli adaşı ve Messi’nin ulaştığı başarıları gördükten sonra buna “Evet, kesinlikle oydu” yanıtını vermek zor, ancak şu da bir gerçek ki o güzel yıllara şahitlik etmiş biri olarak gönlümden öyle söylemek geçiyor. Ve bu sadece bir nostalji sevdası değil. (Yazan: Atahan Altınordu)
Resital
90’ların sonunda ve 2000’lerin başında, hayranı olduğunuz yabancı oyuncuları izlemeniz kolay değildi. Ronaldo için daha da zordu! Bir kere her ligin televizyonda yayınlanması akla gelmeyecek bir durumdu. İnternet Türkiye’ye yeni yeni uğruyordu ve ‘link kovalamak’ diye bir tabir bile yoktu. Ve de daha acısı, tarihin en iyi golcülerinden biri, devamlı sakatlıklarla boğuşuyordu.
Ronaldo için Barcelona’daki olağanüstü sezonun ardından Inter dönemi oldukça fırtınalı geçmişti. Dünyayı sarsan transfer hamlesi, beklenen etkiyi yaratamamıştı. 2002’deki Dünya Kupası başlamadan; yani o yıkıcı sakatlığını atlattıktan hemen sonra Los Galacticos’a transfer olması Milano’da tepki çekmesine yetmişti. Açıkçası onun Inter formalarını satın alan tüm dünya çocukları da üzülmüştü. Onu Inter formasıyla en çok Pirelli reklamlarında görebilmiştik ve Real Madrid’de ne yapacağı belirsizdi. Zaten o sezona da (2002-03) durgun başlamıştı. Ocak ayına kadar sadece beş gol atabilmişti. Daha sonra yavaş yavaş toparlanmıştı ama onun kalıcı bir geri dönüşü işaret etmesi gereken maçını bir türlü oynayamamıştı.
Derken Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Manchester United karşılarına çıktı. Real Madrid eşleşmenin ilk maçını 3-1 kazandı. İkinci maç Old Trafford’da oynanacaktı. O gün, dünya futbolu bir efsanenin geri dönüşüne tanıklık etti. Manchester United; mutlaka kazanması gereken maçı 4-3 önde bitirmişti. Fakat bu skor, tur için yeterli olmamıştı. Real Madrid’e dört gol atmak önemliydi ama Ronaldo o gece üç gol birden atınca hayaller suya düştü.
Ronaldo’nun resitali bir saat sürdü. 60. dakikada takımını 3-2 öne geçirmişti bile. O golden 7 dakika sonra, Vicente del Bosque, golcüsünü oyundan aldı. Turu geçmek için çok fazla umudu kalmayan Manchester United’ın taraftarları ise kendilerini bitiren cellata aşık olmuştu! Ronaldo, onlarca efsaneyi canlı görmüş tarihi stadın her koltuğundan çıkan alkışlarla oyun alanını terk ediyordu. Ama aslında bu bir çıkış değil; Ronaldo’nun oyuna geri döndüğü andı. Devam eden beş sezonda dünya tarihin en özel takımının en özel oyuncularından biri olarak sahnede kaldı. Kariyeri boyunca Şampiyonlar Ligi kazanamasa da adını şampiyonların arasına yazdırdı. (Yazan: Kutay Ersöz)
https://youtu.be/KoPIUSG-vcg
Hayal
Dünyanın en iyisi, kişisel olarak hep takıntılı olduğum bir kavramdı. O sebeple 90’lı yıllarda büyürken Michael Jordan favori sporcum oldu. Biriktirdiğim NBA kartları ve yarım yamalak basketbol bilgimle -denk gelebilirsem- izlediğim maçlar da bunu doğruluyordu. Jordan mükemmeldi. Futbola karşı ilgim ise henüz sokakta beceriksizce oynamaktan öteye hiç geçmemişti. Günün birinde okuldan çıkıp servise bindiğimde Etiler’de devasa bir duvar giydirmesi gördüm. Bir Pirelli reklamıydı. Olaya hakim bir arkadaşım bana, “O Ronaldo, dünyanın en iyi futbolcusu” dedi. Sihirli cümleyi duymuştum. Sonrasında Ronaldo benim için bir ilgi alanına dönüştü. İşi yurt dışına gidenlerden formasını isteyecek kadar abarttım. Hatta 98 Dünya Kupası’nın olduğu yaz, sonunda bir Brezilya formam oldu. İtalya’dan gelen bu hediyenin arkasını heyecanla çevirdiğimde ‘R. Carlos’ ve 6 numarayı gördüğüm anı hiç unutmam. Bu, o yaz yaşayacağım hayal kırıklıklarından daha küçük olanıydı.
O sıralarda Kuşadası’nda tatilde olmam ve kaldığımız yerdeki televizyon sıkıntısı sebebiyle dünya kupası maçlarını ancak misafirliklerde denk geldiğim kadarıyla izleyebildim. Ben sırtıma geçirdiğim Roberto Carlos formasıyla, Ronaldo olduğumu hayal ederek oynamaya devam ederken Brezilya da turnuvada tam gaz ilerliyordu. Final maçının olduğu gün ne olursa olsun bir televizyon bulacaktım. Şanslıydım ki bunu başardım. 90 dakikasının tamamını izlediğim bu ilk futbol maçında, ‘dünyanın en iyisi’ sahada dolaşan bir hayalet gibiydi.
Bu hayal kırıklığını kolay atlatamazdım. Arkamda başka bir futbolcunun adı yazabilirdi ama aklımdaki Ronaldo imgesi çoktan yıkılmıştı. Aradan geçen yıllarda o sakatlıklar yaşadı, ben ise bambaşka ilgi alanlarına yönelip Pete Sampras, Michael Schumacher gibi ‘en iyi’ler buldum. 2002, Ronaldo’nun diriliş yılı olacak ve kalplerimizi de kırdığı dünya kupası sonrası Real Madrid’in yolunu tutacaktı. Onu yine uzaktan uzağa izliyordum. Neyse ki bu kez 3 numaralı bir Real Madrid formam da yoktu…
Tüm geçmişimize rağmen, benim seçtiğim ‘Ronaldo anı’ 2003 yılındaki Şampiyonlar Ligi çeyrek final ikinci maçından. Real, Manchester United karşısında ilk maçı 3-1 kazanmış ve Old Trafford’a avantajlı gelmişti. Kırmızılar; kendi evinde 4 gol bulmasında rağmen Ronaldo’nun üç mükemmel golüne engel olamayarak turnuvaya veda edecekti. Bu, benim Kuşadası’ndaki o küçük televizyonda izlemeyi hayal ettiğim şeydi. Zaten Ronaldo da o golleri aynı Fabian Barthez’in beş yıl önce koruduğu kaleye atmayı tercih ederdi ama olmadı. Sonuçta ne ben çok tutkulu bir futbolsever oldum, ne de Ronaldo tarihin en iyisi. (Yazan: Aras Yetiş)