Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

YorumEşitlik Ruhu

İsrail futbolunda Arap olmanın bedeli büyüktü. Rifaat Turk ise sadece bununla yetinmeyip İsrail Milli Takımı’na seçilen ilk Arap oldu.

“Bassam Shakaa, Bassam Shakaa!” Tel Aviv’deki Bloomfield Stadı’nı dolduran binlerce kişi o an sahada olmayan hatta oynanan maçla hiçbir ilgisi de bulunmayan bir adamın adını haykırıyordu. Oldukça öfkeliydiler. İçlerinde muazzam bir ateşle yoğrulan nefret, ağızlarından dökülerek tek bir hedefin üzerine doğru yöneliyordu. O hedef sahadaki en iyi oyuncularından biriydi.

Taraftarlar maç başladığından beri sahadaki siyah adamı hedef olarak seçmişlerdi. Maça çıkarken içlerinden biri, “Hey Arap! Senin de Bassam Shakaa gibi bacağını kaybetmemen çok kötü” diye bağırmıştı. Ona yakın olan diğerleri ellerinde ne bulurlarsa Arap olana atmaya başladılar. Domates ve portakallar o nefrete ortak olarak yeşil sahanın içine düştüler bir bir. O an tribünlerde olan herkesin düşman olduğu o adam, olağanüstü bir iradeyle sahadaki yerini aldı ve 90 dakika boyunca takımı için ter döktü. Sonra, 90. dakikada takımı kaleye 25 metre uzaklıkta bir serbest vuruş kazandı. “Ya rab” dedi içinden, “Bırak, hepsinin ağzını kapatayım, sadece bu kez…” Takım arkadaşlarına kendi vurmak istediğini söyledi. Maçın başından beri omuzlarına kütleler hâlinde yığılan nefretin ilk fiziksel tepkileri belirmişti gözlerinde.

O an futbol tarihinin en dramatik, hayatın ne kadar içinden olduğunu gösteren tarihi bir an yaşanıyordu. Gözyaşları içinde bir Arap, içinden dualar ederek binlerce İsraillinin önünde küfürler eşliğinde topun başına geçiyordu. Zaman durdu. Dünyanın bütün kütle çekimi tek bir nokta üzerinde toplandı. Topla kale arasındaki mesafe, nefret ve var olabilme arasındaki amansız mücadeleye dönüştü. Arap, topa vurduğunda top aslında insanlık tarihinin o en dramatik mücadelesinin içerisinde süzülen tarihi bir özne hâline dönüşecekti.

O maçtan günler önce, 2 Haziran 1980’de, Batı Şeria şehrinde art arda iki bomba patlamış, bir diğeriyse patlamadan fark edilip etkisiz hâle getirilmişti. Ancak arabalara yerleştirilmiş patlayan iki bombada Ramallah Belediye Başkanı Karim Khalaf tek, Nablus Belediye Başkanı Bassam Shakaa ise iki ayağını birden kaybetmişti. Bu olaylar, İsrail’de Mısır’la yapılan barış antlaşmasından sonra tırmanan gerilimin en uç boyutlara ulaştığı dönemlerden birini yarattı. Ülkenin her yerini bütünüyle saran bu gerilim, toplumun ortak buluşma noktalarında somutlaşarak kendini belli ediyordu. Elbette bu noktalardan biri de binlerce kişinin bir araya geldiği stadyumlardı.

ekran-resmi-2016-10-21-13-59-19

Shakaa’nın iki ayağını birden kaybettiği bu saldırı ne ilkti ne de son. Tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından beri kutsallık ithaf edilen bu coğrafyada her daim savaşlar, gerilimler, isyanlar ortaya çıktı. Binlerce yıl süren bu politik iklim, İkinci Dünya Savaşı ertesi girilen kapitalist-modernleşme, sömürgecilik biçimleri ve buna uygun siyasetle iyice işin içinden çıkılmaz bir duruma sürüklendi. Bu da elbette beraberinde insanın düşünsel kapasitesini, en ağır şiddetin bile meşrulaştırılabileceği korkunçlukta bir yöne kadar genişletti. Ardından da sürekli dünya gündemini meşgul eden işgaller, savaşlar, bombalamalar, sivillere yönelik şiddetler, açlıklar ve ölümler geldi. İşte tam da böyle bir coğrafyanın bireyi olmak, daha ilk doğduğunuz andan itibaren yaşam süreniz içerisinde karşılaşabileceğiniz bütün kötülüklerin krokisinin anlınıza kazındığı anlamına gelir. Pek tabii sıradan bir insan kadar sporcular da bu tabloda fazlasıyla yer bulurlar. Çünkü soyut düşüncelerin çektiği kırmızı çizgilerle paramparça edilmiş bir dünyada, nerede doğduğunuz, nasıl bir insan olduğunuzdan çok daha önemlidir!

Çok kültürlü ortamlarda milliyetçiliğin dayatıldığı her yerde olduğu gibi İsrail’de de bir azınlık mensubu olmak, Arap olmak, topun başına ağlayarak gelen Rifaat Turk’un asla kaçamayacağı kaderiydi. O daha 13 yaşındayken başlayan İsrail’in kendi topraklarını üç katına çıkardığı Altı Gün Savaşı, İsrail için vatandaşlık tanımını sert bir şekilde dönüştürdü. Futbol ve eşitlik üzerine çalışmalar yapan Emily Burack’a göre o savaşlardan sonra “İsrailli” olmak temel bir dönüşümle sadece “Yahudi” olmaya dönüştürüldü. 1972 Münih’te olanlar, 1975’te Tel Aviv’deki Savoy Otel baskını, 2 Ocak’taki bombalamalar ve niceleri diğer pek çok şeyin olduğu gibi o gün oynanan maçın da kaderini etkiledi.

Rifaat, o gün yalnızlaştığı o sahada topun başına geçtiğinde kaleyi daha iyi görebilmek için önce yaşaran gözlerini sildi. İçinde engel olamadığı bir his o topun filelerle buluşacağını haykırıyordu. O anda siyah bir Arap olarak o futbol sahasında yapayalnız kalmıştı. Dünyadaki tek Arap oydu sanki ve kendi coğrafyasının üzerinde tırmanan gerilim haksız yere kendini suçlu vitrinine çıkarmıştı. O gün insanlığın düşünce tarihinin en ağır hastalığını dışa vuran politik suçla, ırkçılıkla karşı karşıyaydı ve ona karşı tek silahı aynı zamanda bütün hayatını borçlu olduğu futbol oyununun kendisiydi.

“Bassam Sahakaa, Bassam Shakaa!” Tribünler sesini daha da yükseltti. İşin ilginç tarafı Rifaat’ın takımı Hapoel Tel Aviv, bugün bile hâlâ Araplara yönelik nefret içeren pankartlarla sahaya gelen ve hükümetteki Likud Partisi ile dolaylı bağları bulunan Beitar Jerusalem ile (bugünkü Başbakan Benjamin Netanyahu ve eski Başbakan Ehud Olmert’in de üyesi ve kombine sahibi olduğu takım) karşı karşıya gelmişti. Ligin çok kritik bir dönemiydi. Hapoel’in kaybetmesi şampiyonluğu riske atacaktı. 1-0 geridelerdi ve Beitar tribünleri Rifaat’a durmadan hakaret etmeye devam ediyordu.

Beitar kalecisi Yossi Mizrahi baraja her zaman olduğundan daha fazla oyuncu yerleştirdi. Rifaat, duasını bitirdikten sonra topun başına geçti. Futbolcuların bu durumlarda hep anlattığı gibi baraj giderek büyüdü, kale giderek küçüldü. Koşarak topa yaklaştığında her zamankinden daha bilinçsiz yaptı o vuruşu: “Topa doğru koştum ve sadece olabildiğince kadar sert vurdum. Top havada süzüldü ve kale direklerinin arasından girdi. Gol! Maç bitti, çılgına döndüm. Sekizinci kapının oraya koştum ve bağırdım: ‘Bassam Shakaa ha?’ Tam orada durdum ve seyirciler bana domates, portakal atmaya devam etti. Yerimden kıpırdamadım, çılgına dönmüştüm. Korkmuyordum, onlara karşı duruyordum. Bana taş bile atsalar yine de hareket etmeyecektim. O maç, her şeyimi bir kenara attığım maçtı, her şeyimi!” Rifaat, her şeyini kenara attığı o maçta kendi kimliğini binlerce seyircinin önünde yeniden kazanmıştı.

rifaat2

Rifaat, İsrail’de profesyonel olarak futbola başladığında, ülke çapında bu mesleği yapan sadece ikinci Arap oyuncuydu. Üstelik küçük yaştan beri futbolcu olmaya hiç niyeti yoktu. Bugün Tel Aviv sınırları içerisinde yer alan, insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden olan Yafa’da doğmuştu. Şehir her ne kadar İncil’de insanlık soyunu kurtaran Nuh’un oğlunun adıyla geçse de artık pek eski günlerini simgeler durumda değildi. Bir gün Yafa sahillerinde top oynarken Hapoel taraftarlarından biri onu takım antrenmanına götürmeye ikna etti. Aslında bir Arap çocuğu olarak ilk çalışmasında oldukça iyi karşılandı. Tek sorun sahadaki diğer çocukların Adidas, Puma ayakkabıları varken, onun ayağında epey eskimiş, tabanı yırtılmış bir ayakkabı olmasıydı. Sahada bu garip çocuğu gören altyapı antrenörü Ze’ev Segal, ona adını ve nereden geldiğini sorduğunda sanki içgüdüsel bir şekilde korku sarmıştı bedenini. Ancak Segal ona yeteneklerini göstermesi için gereken kapıyı sonuna kadar açtı.

Henüz on dakika geçmişti ki tekrar çocuğun yanına geldi ve hiç unutmayacağı, o samimi ve ne zaman kendi ülkesinde bir azınlık olarak zor durumda kalsa hatırlayıp güç alacağı konuşmayı yaptı: “Dinle, eğer çok çalışır ve sözümü dinlersen bir yıldız olacaksın. Hatta milli takıma bile seçilebilirsin. Ama önemli bir şeyi bilmeni istiyorum. Biz ırkçı bir ülkede yaşıyoruz. Sana, kız kardeşine ve annene küfür edecekler, sana tükürecekler. Bu konuda zeki davranmalı ve bununla nasıl baş edeceğini bilmek zorundasın. Eğer zeki olursan hayatta kalabilirsin. Ama zeki davranmazsan sana söylediğim her şeyi alıp denize atabilirsin.” Daha ilk antrenmanında aldığı bu dürüst öğütler, onu maruz kaldığı onca ırkçı hakarete rağmen bütün kariyeri boyunca sahada tutmayı başaracaktı.

Hocasının uyarısının ne anlama geldiğini genç takımla çıktığı karşılaşmalarda saha içinde teker teker yaşayarak anladı. Zamanı geldiğinde Tel Aviv A Takımı’yla ilk maçına çıkarken de saha dışında da baskı görmeye başlamıştı. Maç günü bir gazete, maç kadrosunda onun adını Hassan Arafat diye yazmıştı. O gazete, İsrailliler arasında düşman olarak görülen Filistin Kurtuluş Örgütü liderinin adını Rifaat Turk’le değiştirmiş, böylelikle daha ilk andan dikkat çekmesini sağlamışlardı. Ancak o antrenörünün öğüdünü tuttu. Akıllı oldu. Takımında o kadar başarılıydı ki, Temmuz 1976’da İsrail Milli Takımı’na kadar yükselerek, ülkenin futbol tarihi adına büyük bir kırılmayı temsil etti ve milli takıma seçilen ilk Arap oldu. Bin yıllardır süren ötekileştirmenin içerisinde Rifaat, topraklarında bulunan ülkeyi temsil ederken, o forma, giyen herkesi aynılaştırdı. Hem de işin içine “milli” girdiğinde her zaman olduğu gibi tek tipleştirerek aynılaştırma değildi bu. Gurur duyduğu kendi kimliğiyle, kültürüyle ve çoğu zaman alay edilen siyah bedeniyle bu ortaklığın bir parçası oldu.

Milli formayı 33 kez daha giydi. 1980’de yılın oyuncusu seçildi. Hapoel Tel Aviv’i 1980-81 sezonunda şampiyonluğa taşıdı, hatta o yıl orta sahaya yakın bölgeden kullandığı bir serbest vuruşta attığı gol, İsrail futboluna “Rifaat füzesi” olarak geçti. Futbol oynadığı ilk yıllarda uğradığı ırkçı saldırılardan sonra evine gelip, kendine defalarca “Bana bunu neden yapıyorlar, ben ne yaptım?” diye sordu. Ağladı, sinir krizleri geçirdi. Ancak pes etmedi. Oynadığı yıllar boyunca İsrail futboluna çok şey kattı. Ülke futbolunun politik muhafazakarlığında büyük bir kırılma yarattı ve İsrail’de sporcu olmak isteyen Arapların yürüyeceği yolu açtı.

Bugün İsrail Premier Ligi’nde oynayan futbolcuların yüzde 20’si Araplardan oluşuyor. Ama hâlâ azınlık olmak tehlikeyi de beraberinde getiriyor. 2009 yılında İsrail’de futbol oynayan ve ülkesinde geleceğin yıldız adaylarından biri olarak gösterilen 22 yaşındaki Mahmoud Sarsak ziyaret için gittiği Gazze’den geri döndüğü sırada sınır güvenliği görevini yapan İsrail askerleri tarafından tutuklandı. İslami cihatla ilişkisi olduğu gerekçesiyle, insan hakları örgütlerinin yoğun kampanyasına rağmen tam üç yıl boyunca gözaltında kaldı. Avukatlarıyla görüştürülmedi, yeterli beslenemedi. Bunun üzerine Sarsak, özgürlüğü için kapalı bir hücrede yapabileceği en cesur eylemi gerçekleştirdi ve açlık grevine gitti. Tam 92 gün aç kaldı. Açlık vücudunu büyük bir acıyla yavaş yavaş kemirmeye başladığında ve hayati tehlikenin sınırlarına yaklaşırken sonunda serbest bırakıldı. Elbette bir daha futbol oynayamadı.

Rifaat bir röportajında “Dünyanın hiçbir yerinde benim gibi ırkçılığa maruz kalan bir oyuncu olduğunu düşünmüyorum” demişti. O, herkesin aynı olduğu bir yerde ilk farklı insan olmanın bedelini ödedi ve pes etmeyerek çok şeyi değiştirdi. Ancak Sarsak ve daha pek çok sporcunun başına gelenler gösteriyor ki eşitlik ruhunun bütün spor alanlarını doldurması için gidilecek daha çok yol, yazılacak daha çok şey var.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Sıfır

Sıfır

3 sene önce
Kardeşlik ve Birlik

Kardeşlik ve Birlik

6 sene önce