2015 NBA Finalleri’nin dördüncü maçına Cleveland Cavaliers 2-1 üstünlükle başlamıştı. Serinin favorisi Golden State Warriors kontrolü almak için yeniden fırsat kolluyordu. Cavs, sakatlarla doluydu. Kevin Love yoktu, ikinci maçın sonunda Kyrie Irving de sakatlanarak sezonu kapatmıştı. LeBron James, takımını tek başına ayakta tutmak mecburiyetindeydi ve seriye mantık dışı istatistiklerle girmişti. Üçüncü maçta rakip potaya yolladığı 40 sayı, seri ortalamalarını düşürmüştü. Birçokları tarih defterlerini ortaya çıkarmış, bu performansı Rushmore Dağı’nın neresine koymak gerektiğini düşünüyordu.
Her şey birkaç dakikada değişti. Steve Kerr, dördüncü maçın başında Andre Iguodala’yı ilk beşe çekti ve tümüyle LeBron’un üzerine sürdü. Warriors’ın kısalan beşi, David Lee’nin kenardan getirdikleriyle zenginleşiyor, eksiklerden ötürü rotasyonu iyice daralan David Blatt ise bu hamleye karşılık veremiyordu. O birkaç kararda ve dakikada finallerin seyri değişti. Golden State Warriors, 2015 NBA Finalleri’nden 4-2’lik zaferle çıktı.
Bu, hayalle gerçek arasındaki ince çizginin aşıldığı anlardan sadece biriydi. İlk hayal Golden State Warriors gibi oynayan, hücumunu üçlük atışlar üzerine inşa eden bir takımın NBA şampiyonu olmasıydı. 2000’ler basketbolu Phoneix Suns, Orlando Magic gibi birçok takımın benzer oyun planlarıyla finallerin kıyısında dolaşmasını, bazen de son noktada duvara çarpmasını seyretmişti. San Antonio Spurs bu oyunun kazandırabileceğini 2014’te kanıtlamıştı ama başlarında Gregg Popovich, kadrolarında Tim Duncan olduğu için onlar tam olarak aynı sınıfta sayılmıyorlardı. 15 sene boyunca birçok farklı plan çerçevesinde takım kurmuşlar, birçok farklı felsefeyle yüzüğe yürümüşlerdi. Herhangi bir kategorizasyon Spurs’ün başarısını açıklamaya yetmiyordu. Öte yandan GSW bu oyunu keskinleştirmiş, “devrim” kelimesini telaffuz ettirir olmuştu.
Basketbolu en temelde bir sahne olarak görenler için başka bir hayal daha vardı. Tek bir oyuncunun bütün oyuna hükmedebileceği inancı. NBA her zaman belirli isimler, büyük adamlar etrafında dönmüştü. Jordan, Bird, Magic, Hakeem, Shaq, Kobe, LeBron… Bu adamların tek başına yüzük kazandırabileceği/kazandırdığı inanışı da bu sahnenin bir parçasıydı. Gerçek çoğu zaman içinde “takım” geçen sıkıcı detaylarda gizli olsa da bireylerin tek başına bir topluluğun kaderini değiştirebileceği inancı da satıyordu. LeBron James, dördüncü maça kadar kendi kariyerinin en büyük yüzüğünü, Cleveland şehrinin en büyük başarısını, ‘tek başına’ gerçekleştirecek gibiydi. Dördüncü maçla birlikte duvara tosladı. Golden State Warriors şampiyonluğu kazandı, birkaç ay sonra başlayan yeni sezona da 24 galibiyetle girdi ve o Haziran ayında gerçekleşen şey, ilk başta düşünülenden de ileri noktalara gitti. Rüyalar birbirine karışmıştı ama sonunda gelinen yer herkesi memnun etti. Yolculuk hâlâ devam ediyor ve kimse şikayetçi değil. LeBron hayranları bile…
25 Temmuz günü, sıcak bir öğleden sonra, Nairo Quintana atağa kalktı. 25 yaşındaki Kolombiyalı, 2015 Fransa Bisiklet Turu’na çok iyi başlayamamış, Chris Froome’u zorlaması hatta geçmesi beklenen yarışta ilk iki haftayı kayıplarla kapatmıştı. Alpe d’Huez dağında noktalanacak 20. etap son şansıydı fakat Britanyalı rakibi ile arasında 2 dakika 38 saniye vardı. Mantıklı olarak, bu farkın kapanmasının zor olduğunu düşünüyorduk. Sonrası, kısa film senaryosu. Nairo Quintana işlerin bitmediğini, aradaki makasın büyüklüğüne karşın sonuna dek deneyeceğini belirtmişti. Fransa Bisiklet Turu’nun en ikonik tırmanışında bunu gerçekleştirdi. Movistar bisikletçisi, etabın sonu yaklaşırken kıdemli takım arkadaşı Alejandro Valverde ile defalarca atak yaptı. Buna rağmen, Team Sky ve Froome yıkılmayacak gibiydi. Bir noktada yara aldılar. Quintana rakiplerinden kopmaya, Alpe d’Huez’i tek başına çıkmaya başladı. Bu, her şeyin başlangıcıydı.
Sene boyunca yüzlerce bisiklet yarışı izliyoruz. İki teker, çoğu zaman, hiçbir şeyin olmadığı bir spor. Sıkıcılık, bu işin temelinde var. Ritim, bu sıkıcılıktan geliyor. Ama aldığınız keyif de burada başlıyor. Bu ritme ayak uydurduğunuzda, yılın belirli bölümlerinde öğleden sonraları televizyonunuzu açtığınızda o isimlerin karşınızda olduğunu bildiğinizde işler değişiyor. Ve bütün yıl, böyle bir yarış görmek için bekliyorsunuz. Böyle bir atak, böyle bir geri dönüş.
Temmuz ayının sonunda beklediğimiz şey geliyor gibiydi. Kendi jenerasyonunun en büyük yeteneği olarak görülen Kolombiyalı, bütün beklentileri ve rüyaları karşılayacak gibiydi. Chris Froome teklemişti. Fark yavaş yavaş kapanıyor, başta imkansız görünen şey mümkün gelmeye başlıyordu. Sonunda olmadı. Nairo Quintana bitiş çizgisini geçtikten 1 dakika 38 saniye sonra Britanyalı rakibi geldi. Gerçek, hayali yenmişti.
Chris Froome, Fransa Bisiklet Turu boyunca suçlamalarla boğuşmuş, bir yandan yarışırken bir yandan masumiyetini kanıtlamak zorunda kalmıştı. Takımı da kendisi de bunu her zaman en başarılı şekilde yapamadı. Muhalif kanadın herhangi somut bir kanıtı yoktu ama çoğu zaman buna gerek de yoktu. Yakın tarih omuzlarındaydı ve bu tip bir iddia ortaya atmak için belirli gerekçeleri vardı. Britanyalı zaferinden birkaç ay sonra, Londra’nın batısında bulunan Blentford’daki bir laboratuarda -kendi isteğiyle- bazı testlere katıldı. Hedefi, saygın spor bilimcilerinin tanıklığında performansını ortaya koymak, bu başarılara temiz bir şekilde ulaştığını kanıtlamaktı. Sonuçlar, istediği gibi çıktı. Eleştiriler devam etse de Froome kendi kozunu ortaya koymuştu. Temiz bir Fransa Bisiklet Turu Şampiyonu, her zaman hayalini kurduğumuz şey. Ama hiçbir zaman gerçekliğine inanamıyoruz. Quintana’ya o gün izin vermemiş olabilir ama Britanyalı belki de başka bir rüyanın karşılığıdır. Yine, iki kavram birbirine çok uzak değil.
Peter Sagan, yıla çok da iyi başlayamamıştı. 2014 kapanırken Tinkoff-Saxo’ya çok yüksek bir ücretle transfer olmuş, Rus patronu Oleg Tinkov’dan övgü dolu sözler işitmişti. Lâkin sezona çok parlak giremedi. Daha net tabirle, işler kabus gibi gidiyordu. Slovak yetenek patlayıcılığını kaybetmiş gibiydi. En kötüsü de 22 yaşında kazandıklarıyla bisiklet tarihinin en büyüklerinden biri olacağına kanaat getirdiğimiz adam artık uzaklardaydı. 25 yaşında Sagan, sürekli ikinci olan, Bahar Klasikleri’nde de üç haftalık turlarda da etkisini kaybeden, disiplinlerin arasında sıkışan ve bir türlü hangi noktada ilerleyeceğine karar veremeyen bir sporcu gibiydi. Kimileri erken davranıp “harcanan yetenekler” arasında adını zikretmeye de başlamıştı.
2015 Tour de France, bu anlamda dönüm noktası oldu. Aslında garip bir dönüm noktasıydı bu. Zira üç haftalık turun sonunda Sagan yine hiç etap kazanamamıştı. Beş kere ikincilik elde etmiş, iki kere üçüncü, iki kere de dördüncü olmuştu. Yarış sonunda yeşil mayoyu kazanmıştı ama akıllarda kalan zaferi bundan fazlası oldu. Sagan, bisikletçilerin renksiz, pasif olmakla eleştirildiği zamanlarda bütün gücünü ve karakterini ortaya koymuştu. Sürekli kaçış gruplarına girmeye çalıştı, dağlarda atak yaptı, inişlerde öne fırladı, sprintlere katıldı, sonu ufak tırmanışlarla biten, klasikleri andıran etaplarda zaferi zorladı ve yolun sonunda bütün bunları kazananlardan daha çok iz bıraktı.
Her şey bununla da bitmedi. Dünya Şampiyonası, diğer türlü bir rüyanın da gerçeğe dönüşümüydü. Bütün sene boyunca Peter Sagan’ın kazandığı bir büyük yarış hayal etmiştik. Sonunda gerçek, bütün bunlardan daha iyisini bize sundu. Richmond’daki yarışın son bölümünde Slovak bisikletçi atağını yaptı, tek başına, kimsenin beklemediği bir şekilde kazanmayı başardı. Bu, kariyerinin en büyük zaferiydi. Aynı zamanda muhtemelen yılın en fantastik zaferiydi.
Bu üç an neden çok önemli? Birincisi, bir hâyli subjektifler. Çoğu zaman vaktini birkaç spor dalı etrafında geçiren birinin aklında kaldığı haliyle sunuluyorlar. İkincisi, bir hayli eğlenceliler. Gerçeğe dönüşmeseler de yakınında dolaşmasını biliyorlar. Ve her şeyden de mühimi, doğru zamanda karşımıza çıkıyorlar. Spor muhtemelen fena hâlde hayata benzemiyor ama bu sene rüyasını kurduğum şey ile gerçeğin birbirine yaklaştığı nadir anların içerisinde LeBron, Curry, Froome ve Quintana vardı. Hayalim tam olarak karşılığını bulduğunda ise Peter Sagan kollarını iki yana açmış, dünya şampiyonluğunu kutluyordu.