Socrates Web Beta v1.0

 
Futbol Basketbol Tenis Bisiklet Diğer Sporlar

GündemYorumDönüş Yok

Spor dünyası yeni bir doping skandalıyla karşı karşıya. Bu kez bizi neler bekliyor?

9 Kasım 2015, spor dünyası için özel bir kilometre taşı. Yani, en azından bize söylenen bu. Atletizm tarihinin en karanlık günlerinden biri olduğunu ifade edenler de var. Neden? Dünya Anti-Doping Ajansı’nın (WADA) eski başkanı Dick Pound önderliğinde kurulan bağımsız komisyon merakla beklenen raporunu Cenevre’de yaptığı bir toplantıyla basına açıkladı ve gündemi bütünüyle değiştirdi. Bu rapor, Alman gazeteci Hajo Seppelt’in imzasını taşıyan ve yakın zamanda ARD’de yayınlanan iki belgeselin açtığı yoldan ilerliyordu ve temelde Rusya’nın devlet destekli doping sistemiyle atletizmde kurduğu hegemonyayı anlatıyordu. 325 sayfalık raporu basına tanıtan Pound, bulguların beklenenden de sarsıcı olduğunu ifade ediyordu. Komisyonun Dünya Atletizm Federasyonu’na (IAAF) tavsiyesi ise basitçe şuydu: Rusya’yı bir süre organizasyonlardan, bilhassa da Rio 2016 Olimpiyat Oyunları’ndan uzak tutun.

Rapordan basına yansıyanları okuduğunuzda gazetecilerin benzer sıfatların etrafında dolaştığını görüyorsunuz. Herkes sarsılmış, daha çekici ifadeyle ‘şok olmuş’ vaziyette. Soğuk Savaş yıllarına Rusya’nın karanlık spor sisteminin kökenlerine gönderme yapılıyor, skandalın ne kadar devasa, ne kadar büyük olduğu defalarca ifade ediliyor. Yine de, duyduklarımız ve gördüklerimiz gerçekten de çok sarsıcı mı? Önce birkaç ay, sonra birkaç yıl geriye dönerek bakalım.

Çok uzak bir tarihte değil, Kasım 2014’te ilk kez bu iddialar ortaya dökülmüştü. Hajo Seppelt’in imzasını taşıyan “Top Secret Doping: How Russia makes its Winners” isimli belgesel o günlerde ARD’de yayımlanmıştı. Arkası da geldi. Ağustos 2015’te Seppelt’in yeni belgeseli ARD’de gösterildi. Aynı gün, Alman gazeteci ile uzun süredir işbirliği yapan Sunday Times gazetesi de belgeleri sayfalarına taşıdı. Hem belgeselden hem de manşetlerden yansıyan sarsıcı birkaç istatistik durumun vahametini anlatmaya yetiyordu. Çoğu IAAF’ten sızdırılan kanıtlara göre 2001-2012 arasında yapılan kan testlerinin sonucunda 800’ün üzerindeki atletin değerlerinde anormallik olduğuna işaret ediliyor, 2001-2012 arası düzenlenen Olimpiyat Oyunları ve dünya şampiyonalarında orta ve uzun mesafelerde kazanılan madalyaların üçte birinin şüpheli atletler tarafından alındığı ortaya konuyordu. Rusya’yla birlikte Kenya da doping konusunda şaibeli ülkeler arasında kabul ediliyordu. Seppelt, yaptığı gezilerle sistemin çürüyüşünü adım adım gösteriyordu.

O günlerde IAAF yeni başkanını arıyordu. Dünya Atletizm Federasyonu’nu 16 yıldır yöneten Lamine Diack’ın yerine kimin başkan seçileceği merak konusuydu. Ayrıca, birkaç hafta sonrasında başlayacak olan 2015 Dünya Atletizm Şampiyonası öncesi bütün bunların ortaya çıkması da çok tartışılmıştı. Bütün bu hengame içerisinde seçim kampanyasını sürdüren Sebastian Coe, olan biteni kendi sporuna bir savaş ilânı olarak değerlendiriyor, iddialara bakmak yerine elçiye bakıyordu. Coe, belgeseldeki konuşan kafalar arasında yer alan Michael Ashenden, Robin Parisotto gibi anti-doping uzmanlarını “sözde uzmanlar” olarak nitelendiriyor, atletizmin testlerden ve dopingten fazlası olduğunu ifade ediyordu. Yeni başkan, Dick Pound ve bağımsız komisyon tarafından dün açıklanan rapor sonrası sarsıldığını ifade etti. Ona göre, iddialar sarsıcıydı ve spor karanlık günlerden geçiyordu.

Bu bile aslında sorunun tam olarak nerede olduğunu kanıtlar nitelikte. Doping, özellikle medyanın etkisindeki kamuoyu tarafından genelde bireysel bir eylem olarak ele alınır. “Ne yaptın Lance?” bisiklete çok uzak olan ama Amerikalı bisikletçinin kanserin dönüşünde yedi kez Fransa Bisiklet Turu kazanmasından etkilenenlerin birçoğunun ağzından dökülen bir soruydu. Türkiye için bu yakın zamanda “Ne yaptın Aslı?”ya evrildi. Doping, çoğunluk için bireysel bir karardı. Alabilirdiniz ya da almayabilirdiniz, bu kadar.

Yöneticiler de bunun böyle kalmasını yıllarca tercih etti. Lance Armstrong skandalını sadece Lance’in kişiliği üzerinden ele alanlar, Dünya Bisiklet Federasyonu’nun (UCI) perde arkasındaki rolünü görmezden, epey görmezden gelmişti. İşin başında, bu canavarı yaratanlar Hein Verbruggen ve Pat McQuaid’dan başkaları değildi. İkisi de Lance yıllarının aktörleri arasındaydı. Verbruggen bugünlerde Olimpiyat Komitesi’nin onursal üyelerinden biri olmayı sürdürüyor, McQuaid ise 2013’teki seçim sonucunda UCI’daki koltuğunu kaybetti. İkisinin de aldığı herhangi bir ceza yok.

Bu yüzden Seppelt’in belgeseli de Sunday Times’ın araştırması da, Lance Armstrong üzerine yazılıp çizilenler de aynı gerçeği ifade ediyor. Çok karanlık, büyük, aklımızın almayacağı kadar sofistike sanılan doping sistemleri aslında çok basit bir temele dayanıyor. Paraya. Yani, elbette zafere ulaşan yolda o ilacı ya da iğneyi bulmak, testlere yakalanmamak, antrenmanlarını buna yönelik kurmak, çevrenizden bilgi sızdırmamak gerekiyor ama işler bütün bunları arka arkaya yazdığınızda göründüğü kadar da sofistike değil. Çoğu zaman “kötü adamlar” başka kötü adamları buluyor ve suçların üzeri kapatılıyor.

Rusya’nın yaptığı da bundan farksız. Batılı gazeteciler, Soğuk Savaş’taki “diğer taraf”ın doping konusunda kurduğu sistemin gizli servisten devlete kadar bağlarını anlatırken bir polisiye roman etkisi yaratmak istiyor. Yazdıkları aslında doğru ve meselenin gerçekten anlaşılabilmesi için önemli. Ama temelde her şey gelip aynı soruya dayanıyor. Seb Coe’nun başkan olmadan önce çeşitli kademelerinde çalıştığı, yedi yıldır iki numarası olduğu IAAF göz yummasa dopingciler her şeyi bu kadar kolayca yapabilir miydi? Ya da Dick Pound’ın buzdağının görünen kısmı diye nitelendirdiği Rusya’nın gerisinde başka hangi ülkeler var? Mesela değerleri şüpheli buluan 25 Kenyalı atlet grubunu kimler oluşturuyor? Ya da üç Britanyalı kim? Veya Rusya’nın başarılarından çok daha fazlasına neredeyse tek başına ulaşmış olan, koçu Alberto Salazar hakkında yakın zamanda Amerikalı ve İngiliz gazeteciler tarafından atılan sarsıcı iddialar olan Mo Farah bu resmin neresinde?

Bütün bu sorular cevaplanmayı bekliyor ve bizi benzer bir yere götürüyor. Bisiklete. Atletizmden önce iki teker bu yoldan geçti ve en ünlü doping skandalları uzun yıllar orada yankılandı. Bilhassa da Festina Skandalı ile kayıtlara geçen 1998 Fransa Bisiklet Turu bu anlamda en önemli örnek. Bisiklet orada ilk kez, uzun yıllar aslında zaten farkında olduğu, sadece görmemeyi tercih ettiği şeylerin önüne yığıldığını fark etmişti. Ortaya çıkanlar artık göz ardı edilemez olduğunda yöneticiler de meseleye dahil oldu ve iki tekeri temizleme sözü verildi. Yasakların, cezaların, önlemlerin ardı arkası birkaç ay kesilmedi. İş daha ileri götürüldü ve 1999 Fransa Bisiklet Turu’na “Tour of Renewal” yani “Yenilenme Turu” adı verildi. O sene Le Tour’u, yani yenilenme ve arınma yarışını, kanserden dönen Lance Armstrong kazandı. Daha sonra olanları biliyorsunuz.

Şimdi yeni bir sayfa açılıyor. Klişe ifadeyle, mücadele esas şimdi başlıyor. IAAF temizlenmeye yönelik gerçek bir adım atacak mı yoksa her şeyin ne kadar sarsıcı, şok edici olduğunu tekrar tekrar belirten yöneticilerin biletini kestiği birkaç aktörden mi ibaret kalacak her şey? Atletizm, çıkmaz bir sokakta ve ne kadar hızla duvara çarpmak istediği her şeyi belirleyecek. Sonra, sıradaki skandalı ve sporu bekleyeceğiz.

İlginizi çekebilecek diğer içerikler

Tahterevalli

Tahterevalli

3 sene önce
Harika Çocuk

Harika Çocuk

4 sene önce
Sıfır

Sıfır

4 sene önce